‘Artık seni anmayan İstanbul’un...’

Bir hayat varmış. Normal. ‘Büyük mesele’si olmayan. Gözlerini açtığında bulduğu dünyayla iktifa eden.

‘Büyük mesele’si yok ama, derdi, tasası, endişesi, idealleri var.

Acısı, mutluluğu, hayali var.

Bir dil varmış, yalın, temiz.

Nesir dili, şiir dili.

Şiirde aruz, çoktan aradan çekilmiş. Vezin, kafiye, bazen var, bazen yok.

Ama, hayatın acısı, tatlısı, kaygısı, cilveleri... Aşk, ayrılık, ölüm, kalım,
duruyor yerli yerinde.

Orhan Veli’yi, Cahit Sıtkı’yı... Daha bir çok şairi okuduğum zaman işte o hayatların şiirini okuduğumu düşünüyorum.

Cumhuriyetin kendi halinde yurttaşları işte. Onların şiiri.

Her birinin yeri ayrıdır ama, mesela, Necip Fazıl’ın, Yahya Kemal’in, Nazım Hikmet’in şiirlerinin, insanı da, hayatı da daha derinden kavradıklarını, daha tutkuyla kavradıklarını... Daha esaslı bir şeyin peşinde olduklarını düşünüyorum.

(Aşağı yukarı aynı kuşaktan oldukları için bu şairleri andım.)

H H H

Ziya Osman Saba, işte o, ‘hayatın içinden’ yazan şairlerden biri.

Bazen, “Yahu, niye şiir diyorsun yazdığına, nesir işte bu” diyecek noktaya kadar gelirim.

“Nasıl koşuşuyor bu insanlar?/Sağa, sola.../Nasıl geçiyor sevişenler?/Kol kola.../Herkesin üstünde aynı gün” diyor işte şair.

Demese ne olur?

Fakat, şiir işte. Şiir olunca, bu sorular bir romanın içinden alınmış bir pasajdan farklı bir anlam seviyesine yükseliyor.

Şaire hak veriyorsun. Hatta bir imtiyaz veriyorsun.

Şu anda kendimi yakaladım.

‘Okuyucu mevkii’ni abartıyor muyum?

Galiba biraz abartıyorum.

Olsun, biraz da ben abartayım. Hep şairler abartacak değil ya!

‘Şairler abartmaz’ diye bir ‘iç ses’ duyuyorum.

O sesi de görünür bir yere koyuyorum.

(Yazılı düşünmek, sesli düşünmenin başka çeşidi.)

O şairlerin şiirini tahfif etmek aklımın köşesinden geçmez.

Kendimi yokladığım zaman, o şiirin müptelası olmadığımı, fakat sevdiğimi hissediyorum.

Güzel değil mi mesela, Ziya Osman Saba’nın, şiirin diliyle çizdiği resimler?

“Sizleri göreceğim geldi iyi insanlar!

Hür gemiciler, deniz... Yollar, şen şarkıcılar...

Masal şehzadeleri, tarihte kahramanlar...

Toprak altındakiler: Nur yüzlü büyükbabam,

Bir genç zabitti babam, annem, ihtiyar hocam.

Sizler ve çocuk kalbim ne kadar iyiydiniz!

Ne kadar temizdiniz, sınıf arkadaşlarım.”

Ziya Osman’ın şiirinde güzel bulduğum şeylerden biri de Allah’la konuşmaları...

“İlk defa bakıyorum Rabbim her şeye (...)

Şu alem, ayan ettiğin bize,

Ağaç, dal, yaprak, meğer her şey mucize!

Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor.

Anlıyorum Allahım, kalbim niçin çarpıyor.”

Ve, bir cami eşiğine yatmayı hayal ettiği şu mısralar...

“-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!

Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun,

Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un

Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.”

H H H

Şiirin altındaki tarih, 1931.

‘Artık seni anmayan İstanbul’ sözündeki tarihi bir tanıklığa dikkat ettiniz mi?

Cahit Sıtkı’nın şiirlerinin çoğunda ölümle bir irtibat vardır.

Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı’nın yakın arkadaşı.

Ziya Osman, ölümle, Cahit Sıtkı’dan daha içli dışlıdır. Hatta, daha barışıktır.

“Rabbim sana nihayet itaat edeceğiz

Artık ne kin ne haset ne de yaşamak hırsı

Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı

Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz...”

Ve ‘Ahret’ şiirinde...

“Bir yükü atmış gibi içimde bir hafiflik,

Oraya geçmek için aşacağım bir eşik,

Bir lahza tutacağım bana uzanan eli.

Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.

Onları bulacağım... Ve annem şaşıracak:

Oğlum! Ne kadar da büyümüş ben görmeyeli.”

Arkadaşları arasında, Ahiret’i başka yazan yok. Varsa da onun gibi yazan yok.

Belki o yüzden Ziya Osman’ı daha çok seviyoruz.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum