Görüşler

Bilimin yapısına ilişkin tartışma

Bilimin yapısına ilişkin tartışma

Eski Yargıtay Birinci Başkanı ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk 'İnanç ya da din ve bilim ayrımı' başlıklı yazısının devamında değerlendirmelerde bulunuyor.

Önceki yazımızda inanç ve bilim alanlarını ayırmakta duyarlılık üzerinde durmuştuk.

O yazıyı tamamlamak üzere, bugünkü yazımında bilimin yapısı üzerinde durmak gereğine inanmaktayız.

Özellikle olgular dünyasının sürekli değişmesi, bilimsel etkinliklerin karmaşıklığı, yanıtların doyurucu olmamasını doğurmakta, çeşitli anlayışlara, hatta kutuplaşmalara yol açmaktadır.

Felsefe tarihinin bu konuda gördüğü en eski kutuplaşmalardan biri, kuşkusuz özcülük-adcılık ekseninde yaşanmıştır1.

Her şeyde özelliğiyle, özgüllüğüyle (species) değil, niteliğiyle (qualité) ile ilgili, değişmelere karşın değişmeyen, her şeyin bir “öz”ü (essentia) bulunduğunu ileri süren “özcülük” (esansiyalizm)/evrenselcilik, her tanımın eksik olacağını söyleyen Aristoteles’ten Locke’a, özellikle Husserl’e değin fenomenal değil, “numenal” olana yollama yapar. Özcü anlayışa göre bilim, olgu ve olaylardan gözlem, deney, sayma, ölçme vb. deneysel yöntemlere başvurarak tümevarıma dayanan yasalara, kuramsal, tümdengelimci hipotezlere ulaşmaya, doğa ve toplum, tarih, kültür hakkında evrensel, tümel ve denetlenebilir bilgi üretmeye ve açıklama getirmeye çalışan bir bilgi edinme, bilgiye ulaşma etkinliğidir.

Köklerini erken dönem Yunan felsefesinde bulan adcılık (nominalizm), tekilcilik ise, özün gerçekliği olmayan bir kurgu olduğunu, bu nedenle her şeyin tekilliği bulunduğunu, genelliği bulunmadığını, tanımların, kavramların bir şeyi anlatmaktan çok insanın onlara verdiği adlar, dolayısıyla hepsinin insan zihninin ürünü olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla tümelin, genelin adı (nomina) vardır, ama gerçek (reel) dünyada karşılığı bulunmamaktadır. Öz ve özde bulunduğu varsayılan tümellik, evrensellik sadece kurgudan ibarettir.

Bu iki yaklaşım epistemolojide, ontolojide, ahlakta, hukukta, sanatta, özellikle de felsefenin her alanında karşı karşıya gelmiştir. Ancak özcü, evrenselci yaklaşım sürekli üstün gelmiştir. Çünkü felsefenin amacı, Platon’dan bu yana evrensel doğrulara ulaşmaktır. Bununla birlikte on dokuzuncu yüzyıldan bu yana özcü/evrenselci anlayışa yönelik eleştiriler; tarihselcilik, felsefi hermeneutik içinde değişik öneriler yapılmış, modeller sergilenmiştir. Bu eleştirilerden birincisine göre, bilim ile bilim olmayanı yöntem ayırmaz. Çünkü tam, kesin, eksiksiz olarak doğrulanabilir bir bilgiye ulaşmak bir düştür. Dolayısıyla doğrulanabilirlik ölçütü bilimselliğin ölçütü değildir. O yüzden Popper, bilimselliğin ölçütünün çürütülebilirlik, yanlışlanabilirlik olduğunu söylemiştir. Ancak mutlak anlamda doğrulanabilirlik ya da çürütülebilirlik olanaksızdır. Bilim, yüzyıllardan bu yana olgulara tam anlamıyla denk düşen (correspondant), olgularla örtüşen bilgi üretememiştir. Çünkü gözlemleri insanlar yapar ve hiçbir gözlemci yansız (nötr) olamaz. Gözlemci insan, bir toplum içinde yaşar; iç içe geçmiş sevinçleri, acıları, sevgileri, hınçları, toplumsal, siyasal, ahlaksal, estetik değerleri ve yargıları vardır; dolayısıyla kişisel kanılardan, eğilimlerden, inançlardan, değerlerden soyutlanarak, sıyrılarak, arınarak, bunları ayraç içine alarak gözlemlediği nesneyi yansıtan bir ayna değildir, insan. Çıplak bir gözlem ve algı olamayacağına göre, yansızlık ve nesnellik de olamaz. İnsan, tarihsel bir varlık olarak nesne karşısında yanlıdır ve dolayısıyla içinde bulunduğu koşullara ve kültürel koşullanmalara göre tutum takınır. Bilgi de bu koşullanmalardan payını alır, bunlara bağlı olarak gelişir, bu yüzden görelidir; kültürü, tarihi, toplumu öncelemez; kültür, tarih, toplum, bilimi önceler. Nitekim araştırmalar, iklimin ve yerin bile algıları farklılaştırdığını, sözgelimi, Eskimoların “ak” algısı ile Ekvator kuşağında yaşayanların “ak” algısının farklı olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla bütün insanlar için ortak bir algıdan, ortak bir “öz”den söz etmek olanaksızdır. Tarih, kültür, toplum dünyasında bu durum daha da belirgindir. Blaise Pascal (1623-1662), on yedinci yüzyılda kültürel koşullanmaların değişik algılara yol açtığını “Pireneler’in bir yüzünde doğru olan, öbür yüzünde yanlış” diyerek belirtmiştir. Bu yüzden özcü/evrenselci bilim, tarihi/kültürü/toplumu önceleyememekte, Comte’un iddiasının tersine, doğa bilimlerinin yöntemlerine bu alanlarda başvurulamamaktadır. Bilimde, özellikle kültür bilimlerinde genel geçer kurallar değil, uzlaşılan kurallar bulunmaktadır. Tarih ve toplum dışı, kültür üstü bir bilim düşünmek yalnızca bir düştür.

Son çözümlemede, “-cılık”lar çatışmasının yeneni/yenileni olmamış, özcülük/evrenselcilik, çoğu kez büyük düşünürlerce paylaşılmışsa da, sığlık ve kolaycılıktan arınamamış, adcılık ve tekilcilik/biriciklik, özellikle de tarihselcilik ve hermeneutik, bilimde yaşanan karmaşa üzerinde insanı düşünmeye zorlamış, tümelci anlayış tam anlamıyla yenilememişse de, bilimin dogmalaşmasına, bir dine dönüşmesine engel olmuştur.

Ancak belirtelim ki, bütün bunlara karşın bilim, özü ve evrenseli aramaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Vazgeçemez de. Bilim insanı da, tam, kesin, eksiksiz olarak doğrulanabilir bir bilgiye ulaşma düşünden vazgeçmemiştir. Vazgeçemez de. Bu yüzden bilimlerin ortak bir alanı bulunduğu ve ortak alanda da vazgeçilemez nitelikler aranması ve belli kurallar çerçevesinde davranılması gerektiği belirtilmiştir.

Ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler için bkz. Özlem, Doğan, Felsefe ve Doğa Bilimleri, s. 248-273.

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir