Ahmet Çiğdem, Nihat Genç’in vefatının ardından kaleme aldığı yazıda, eski dostuna dair kişisel tanıklıklarını paylaştı:
Yılların ve yorgunlukların ardından, küçük husursuzlukların, büyük mutsuzlukların, hacimli kızgınlıkların ve gündelik telaşların insanları sürüklemesinde, sürüklüyor olmasında yeni bir şey olmasa gerek. Ama, birden bire beliren hayretlerin, haklı endişeler ve sonu gelmez kaygıların, insanın ayakları altındaki toprağı, yaşadığı ülkeyi, soluduğu havayı tüketmesinde de yeni bir şey yok. Öyle ya da böyle kaybedilen, aslına bakılırsa kaybedilmiş bir hayatın insanı getirip bıraktığı yer, muhtevası belirsiz tecrübelerin sunduğu sözde bir bilgelik bile olmuyor. Dostlukları geleceğe saklamaktan vazgeçeli ne kadar oldu hatırlamıyoruz bile ama bir dostumuz varsa, onu geçmişte aramaktan utanmıyoruz artık. Başkalarının hayatı ve daha başkalarının ölümünden, kendi hayatlarımıza, ölümlerimize doğru yol alıyoruz. Yorulduk. Yaşlandık. Ölüyoruz.
80’lerin başında Fransa’da küçük bir tekstil atölyesi bulunan ağabeyinin yolladığı paralarla, Sakarya Çay Ocağı’nda herkese, o yıllarda özellikle öğrenci sefaletiyle yaşayan bizlere bir hayli ulaşılmaz ve pahalı gelen meyveler (özellikle muz) alır, o ara dayanamaz mütemadiyen birbirleriyle kavga eden Keçiören ve Çinçin’den “aşağıya inmiş” ayakkabı boyacısı bebelerin de karnını doyururdu. Etrafındaki insanların neye ihtiyacı olduğuna, eksiğinin nerede yattığına dikkat ederdi. “Sana şunu alalım paramız olunca” derdi mesela en çok. Ben hayatta onun kadar fedakâr, cömert ve sahip olduklarının sonunu düşünmeyen çok az insan tanıdım. Sonraları ne oldu farkında değilim ama bizler bir memur darlığıyla yaşarken, o yine okuduklarının hayatıyla yarıştı galiba. Her gün yeni bir fikrin, bir düşüncenin, çıkarılacak bir derginin, bitirilecek bir hikâyenin, yarısına gelinmiş bir romanın kavgasını verdi. Kaygıları, öncelikleri ne zaman ve nasıl değişti, onu da bilmiyorum. Yasanın sadece onun için varolduğuna inandı; klasiklerin sadece onun okuması için yazıldığına da. Hızlı namaz kılar, hızlı okur, hızlı yürür ve hızlı hareket ederdi. Bir tane ömrü vardı ama birkaç tane varmışcasına yaşadı.
Onun gibi yüksek enerjili insanların dünyayı her gün yeniden ve bir kere daha kurmasındaki gözüpeklik, mutlaka bir yerde sıkıntıya, hayal kırıklıklarına, kırgınlıklara, uzaklaşmalara dönüşmüş, kızgınlıkların, yoksunlukların yüksek sesle ifade edilmesine yol açmış olabilir, bunu da bilmiyorum. Bildiğim şey, ona sunulan imkânların sık sık yüzüne vurulduğu, belli bir düzeyde herkese gösterilen nezaketin ondan sakınıldığı durumların varlığıydı. Fakat şimdi bunları konuşmanın ne sırası ne de yeri.
İçimde anlam veremediğim bir sıkıntı var. Boğazımda şöyle büyük bir yumruk. Geçtiğimiz bayram hasta oldu dediler, yıllar sonra görüştük. Sonraki bayram, entübe. Bu sefer de hızla olup bitiverdi herşey. Kaderini de hızlandırdı. Ne söylenir, ne söylemek lazım, gerçekten bilmiyorum. Çok ama çok üzgünüm. İzin verilirse ve uygunsa eğer, her ölümün kendimizi bağışlamak için sunduğu fırsatın çoktan kaçırıldığını söylemek isterim. Çünkü başkalarını yargılama sanatında aldığımız mesafenin, bağışlama fikrini ve edimini imkânsız hâle getirdiğini asla kabul etmiyoruz, etmedik. Hayat tarzımız buna izin vermiyor maalesef. Sevgili Nuriye ve Laçin’e baş sağlığı diliyorum. Şimdi susma vakti.