Görüşler

Daha temiz enerji mi daha az tüketim mi?

Daha temiz enerji mi daha az tüketim mi?

Tasavvuf kültürü araştırmacısı, çevirmen, neyzen ve fotoğraf sanatçısı Ömer Saruhanlıoğlu “İnsanlık dehasını sonsuza kadar üretim yerine dinlerin ve kadim geleneklerin başlattığı yarım kalan hikayeye yöneltebilecek mi?” sorusunu yöneltiyor.

Bilim insanları dünyadaki canlıların şimdiye kadar beş kitlesel yok-oluş yaşadığını söylüyor ve altıncısının başladığına dair bir çok alamet var. İlk beş yok-oluşun ortak özelliği insanoğlunun eli değmeden gerçekleşmiş olmalarıydı. Altıncısı ise apaçık insan eliyle yapılıyor. Şurası kesin ki bu gibi konuların tartışılması ve geniş kesimler tarafından hesaba katılması toplumların asgari bir “gelişmişlik” düzeyine ulaşmış olmasıyla mümkün ve gelişmişlik sadece ekonomiyi değil hukuk ve özgürlükler gibi alanları da kapsıyor. Bu durum az gelişmiş ülkelerin çevre konusundaki tavırlarını büyük ölçüde açıklıyor. Amiyane tabirle insanın öncelikli meselesi karını doyurmak ve barınmak. Bunun gibi, korkunç bir ekonomik kriz, işsizlik, kelimenin tam anlamıyla açlık, gencecik çocukların intihara sürüklenmesi, kurumların tefessühü, adaletsizlik gibi ağır toplumsal sorunlarla boğuşan bir ülkede bu meselelerden bahsetmenin yadırganacağı ve tepkilere yol açacağı tahmin edilebilir ancak diğer yandan bunun bütün insanlığın geleceği ve ortak meselesi olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Aydınlanma döneminden itibaren dünyevi bir kutsallık izafe edilen (çağın genel dünya görüşüne uygun olarak sadece maddi) ilerleme düşüncesi ve pratiği özellikle son yüzyılda bir çok sebebin yanı sıra ekolojik sonuçları bakımından da sorgulanmaya başlandı. İnsanlığın karşısında iki seçenek vardı: İlerleme mitini sorgulamak ve kutsallıktan arındırarak ait olduğu yere koymak ya da doğru olduğu kabulüyle tahkim etmek. İkincisi seçildi. Çünkü dünyevi kutsallığın yanı sıra insanoğlu bu dünyada ancak mütemadiyen büyüyerek varlığını sürdürebilecek, aksi taktirde kendi içene çöküp yok olacak bir ekonomik sistem yaratmış olduğunu fark etti. Ayrıca “ilerleme” düşüncesi insanoğluna kendi kaderini belirleme imkanı ve faniliğini aşma hissi (vehmi?) zerk etmesi bakımından baş döndürücü ve şehvet uyandırıcı bir hal.

MODERN TOPLUMUN İKİ HAYATİ MESELESİ

Konunun “kutsal” tarafını bırakıp “dünyevi” kısmına dönecek olursak modern toplumların iki temel hayati meselesi olduğu kabul edilir: İstihdam artışı ve iktisadi büyüme. İstihdamın ancak iktisadi büyüme ile artabilmesi bakımından bu iki kavram iç-içedir. İktisadi büyüme ise kendi başına hiçbir anlam ifade etmez, bunun tamamlayıcı parçası tüketimdir ve ancak üretilen malların tüketilmesi durumunda iktisadi büyümeden söz edilebilir. Bunun yakın tarihteki bir örneği, Büyük Buhran döneminde kurtuluş reçetesi olarak uygulanan “New Deal” özünde iktisadi büyümenin tüketimle ateşlenmesi gerektiğinin fark edilmesiydi, temel olarak insanların alım gücü yani tüketim imkanı ne kadar artarsa o kadar fazla mal satılabilir, dolayısıyla üretim ve istihdam arttırılabilirdi. Öyle

görünüyor ki tarihin o döneminde bu reçete başarılı oldu ve krizden çıkıldı. Ancak bunun toplumsal ve siyasal sonuçlarının yanı sıra belirtildiği gibi ekonomik sistem hayatta kalabilmek için sonsuza kadar büyümesi gereken garip bir canavara dönüştü, öyle ki içine çöküp yok olmaktan kurtulan sistem paradoksal olarak sürekli olarak şişerek dışa doğru patlamanın ve kendisini yok etmenin eşiğine geldi.

Bu sarmal, bir taraftan ekonomilerin sonsuza kadar büyütmesi gerektiği kabulünü getirirken diğer taraftan bu layüsel döngü topu topu iki yüzyıl içinde insanlığı üçüncü hayati meseleyle karşı karşıya bıraktı: Ekolojik felaket. Unutmamak gerekir ki insanlık tarihi içinde iki yüz yıl çok kısa bir zaman. İnsanlığın bu sarmaldan kurtulma şansı var mı? “Evet” diyor bilim-perestler, daha doğrusu teknoloji-perestler, “insanlık muazzam zekasıyla, sorun çözme gücüyle ve bu sayede ulaştığı bilimsel/teknolojik düzeyle şimdiye kadar yaptığı gibi bu sorunun da üstesinden gelecektir.”

Albert Camus’un Veba romanında, şehirde veba hastalığı yayılırken şöyle bir ifade geçer: “Büyük felaketler yaklaşır... Bir savaş patladığında insanlar ‘Uzun sürmez bu, çok aptalca!’ derler. Ve kuşkusuz savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir. Felaketlere inanılmaz. ‘Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek-dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır’ denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlem almadıkları için başta felakete inanmayanlar gider.”

Böyle bir “teknik” meseleye geçen yüzyılda kalmış karamsar bir düşünürün gözüyle bakmanın isabetli olup olmadığı tartışılabilir ancak yakın tarihimizin bu tespiti doğrulamakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu haliyle çıkmazdaki global sistemin ideolojiler ötesi sözcülerinin yegane sığınağı daha ucuz, daha temiz enerji ve üretim sistemleri gibi görünüyor. Fakat yine yakın tarihten bir örnek bize başka bir şey söylüyor: yetmişlerin başında Arap-İsrail Savaşı sebebiyle petrol üreticisi Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu bütün Batı dünyasını alt-üst etmiş petrol fiyatları müthiş yükselmiş ve o dönemden sonra endüstrileşmiş ülkeler büyük bir gayretle alternatif enerji kaynakları, daha verimli (dolayısıyla daha temiz), petrole daha az bağımlı üretim sistemleri geliştirmeye başlamıştı. Ve insanlık bu konuda zaferlerine bir zafer daha kattı. Kısa süre içinde gerek otomotiv sektöründe gerekse genel üretim yöntemlerinde kullanılan enerji yetmişlerle karşılaştırılamayacak derecede verimli, ucuz ve temiz hale geldi.

‘ÇEVREYE AZ ZARAR’ HEDEFİ GERÇEKLEŞMİYOR

Bunun sonucunda mal ve hizmetlerin ucuzlaması ve daha kolay ulaşılabilir olması ve çevre sorunlarının aşılması bekleniyordu. Beklentinin birinci kısmı nispeten gerçekleşti ancak ikinci kısmı umulmadık bir şekilde sonuç verdi. Daha 19. yüzyılda İngiliz iktisatçı W. S Stanley Jevons, Jevons paradoksu adıyla bilinen bir ilke ortaya koymuştu: “Teknolojik gelişmelerin sonucu herhangi bir kaynağın kullanımıyla ilgili verimlilik arttıkça o kaynağın nihai anlamda tüketimi azalacağına artar.” Yani bütün hedefimiz çevreye verdiğimiz zararı azaltmaksa bu hiçbir şekilde gerçekleşmiyor. 19.yüzyılda otomobil icat edildiğinde etrafı pisleten atlara karşı “çevreci” bir adım olarak ilan ediliyor, petrolün kömürden daha “temiz ve çevre dostu” bir enerji kaynağı olduğu müjdeleniyordu. Bir çok tartışmaya rağmen nükleer enerji için de aynı şey söz konusu. Nihayet can alıcı soru şu: Bilim ve teknolojinin sağladığı daha ucuz ve daha temiz enerji, daha temiz, daha sofistike ve verimli üretim yöntemleri insanlığı altıncı yok-oluştan kurtarabilir mi? Ekolojik sorunların felaket boyutuna ulaştığı iki yüzyıllık insanlık tecrübesi bunun şimdiye kadar mümkün olmadığın gösterdi, yeryüzünde kelimenin en açık anlamıyla temiz hava alabileceğimiz alanlar hızla daralıyor. Bundan sonrası için de “insanlığın ulaştığı bilimsel/teknolojik düzey ve insanoğlunun dehasına” yönelik belirsiz imanın dışında bir güvencemiz yok. Ekonomik sistem hayatta kalabilmek için yeni icatlar peşinden koşarken bireyler olarak biz de daha güvenli ve konforlu bir hayat sağlayacağı ümidiyle icat edilen her yeni ürüne “İşte bize yağmur getirecek bulutlar” diyerek huşu içinde koşuyoruz ve fakat bunun aslında felaketimize sebep olabileceğini hiç aklımıza getirmiyoruz. Üstelik bu felaket geleneklerin bahsettiği insan tekiyle ve iç dünyasıyla sınırlı ruhsal bir felaket değil, altıncı yok-oluşa doğru giden apaçık maddi bir felaket. Doğanın kendisini yenileme gücünün bir sınırı var ve bazı araştırmalara göre bu sınıra 1970 yılında ulaşılmış durumda. Eğer bu saptama doğruysa o zamandan beri ekosistem sürekli olarak hazır sermayesini tüketiyor, zayıflıyor ve ölüyor.

İnsanlık dehasını, daha ziyade aklını ve vicdanını sonsuza kadar “üretim” yerine dinlerin ve kadim geleneklerin başlattığı, Sosyalizm ve Marksizm’in “bölüşüm” adı altında kendi kulvarında sürdürdüğü ama her hâlükârda yarım kalan hikayeye yöneltebilecek mi? Bir yandan otoyollarda 120 km hız sınırı koyup (güvenlik?) diğer yandan 250 km hızla giden (konfor?) otomobiller üretmenin ve talep etmenin garabetini düşününce felakete giden bu sarmaldan kurtuluşun çaresi telaffuz etmeye cesaret edemediğimiz şu rahatsız edici düşünce olabilir mi?: “Ulaşılan maddi gelişmişlik düzeyi insanoğlunun bu dünyada huzurlu ve onurlu bir hayat yaşaması için yeterli, artık daha çok bölüşüm üzerine düşünüp daha az tüketmeliyiz.” Hayal gibi görünse de bu, gerçek bir devrim düşüncesi ve insanoğlunun muazzam yaratıcı zekasını, dehasını ve vicdanını – eğer gerçekten böyle bir şey varsa – kullanması gereken yer tam da burası.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir