Görüşler

Devrimci konformistler ve anarşist muhafazakârlar için bir politik tasarı

Devrimci konformistler ve anarşist muhafazakârlar için bir politik tasarı

Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında çalışmalar yürüten Ahmet Çiğdem “Herhangi bir sosyal ve politik tasarıyı güvenilmez kılan, kurtuluşu ilk düzlükte garanti etmesidir. Bir tasarıyı değerli yapacak şeyse baştan bu tür bir işlevselliği reddetmesinde yatar” diyor.

Türkiye, evlâtlarına” -hâlâ- “kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor”sa1 ve zaten içinde bulunduğumuz müşkülâttan dolayı başka bir ihtimâl de yoksa, çâresiz, amor fati prensibi gereği, Türkiye’yi düşünmeye, Türkiye nasıl kurtulur? diye sormaya devam edeceğiz. Üstelik sözün sahibi, hep bir bon vivant rahatlığına varma arzusundaki Tanpınar, bu toplumun belki de ilk endişeli moderni olarak, Erzurum’daki Mehmet Kaplan’a yazdığı mektuplarda “kamusal aydınlanma taktikleri” bile vermiştir.2 27 Mayıs’ta elinde olmadan heyecanlanmış, fakat sonunda İsmet Paşa’yla yetinmeye varan bir hayâl kırıklığına uğramıştır.3 Benzer bir kader paylaşıyoruz; elimizde bir kurtuluş reçetesi, yahut dokuzuncu bir beş yıllık kalkınma planı bulunduğundan değil, özgür varlıklar ve sorumlu yurttaşlar olmamızdan ötürü. Kaçma ve kendi gerçekliğimize sırtımızı dönme lüksümüz yok. Bu güzergâhtaki soylu kılavuzumuz ve hakiki bir planaryal özne4 örneği Vanya Dayı’nın Sonya’sı ve söyledikleri olacaktır:

“Ne yapabiliriz? Hayatımızı yaşamalıyız. Önümüzdeki bütün bu namütenahi günler alayını, uzun akşamları yaşayacağız sonuna kadar. Kaderin bize getirdiği bütün sorumlulukları sabırla üstleneceğiz. Şimdi ve yaşlandığımızda başkaları için çalışmaya ara vermeksizin devam edeceğiz. Müddetimiz dolduğu zaman, ecel kapıyı çaldığında, alçakgönüllülükle buyur edeceğiz onu. Yerin yedi kat dibinde, acılı bir hayatımızın olduğunu, gözyaşı ve kederlere şehadetimizi dile getireceğiz. Tanrı bize merhamet edecektir. O zaman, işte o zaman… Parlak ve güzel bir hayata başlayacak ve sükûna ereceğiz.”

BAŞLANGIÇ NOTLARI

Teklif ettiğim politik tasarı gayet basit ve üç düzeyi var: 1. Demokratik Tahayyül, 2. Dinî Eleştiri ve Çoğulculuk, 3. Kültürel İhyâ. Bu düzeyleri çeşitlendirmek mümkün fakat Ockhamlı’nın ikâzı gereği, nesneleri gereğinden fazla çoğaltmıyoruz. Bu düzeylerin birbiriyle ilişkili, başka düzeyleri de yardıma çağıran bir tabiatlarının olduğu açıktır. Nitekim, bu tasarıyı anlattığım liberal bir İslâmcı arkadaş, “programın ekonomik ayağı eksik -o olmadan bütün bunlar boş” müdahalesinde bulundu. Belki buradan başlayabiliriz: “başımıza gelenler”in hepsi, “ekonomik ayağı” sağlam gözüken, üstelik bu ayağın neredeyse (ayak metaforunun organizmacı tabiatına uyarak) beyni ele geçirdiği bir tutumdan kaynaklandığını unutmayalım. Bütün bu ekonomizmin, iyicil bir iradecilikle aşılabileceğini düşünmeyelim, tamam, fakat tam da Hegelci bir tutumla, “eksik ögenin” sürecin bütününde dışarda bırakıldığı yerden oyuna katılabileceğini düşünebiliriz. “Eksiklik” bir bütünselliğin parçasıysa, o bütünlüğün kurulması sürecinde içerilecektir. Bu eksiklik, bütünün belirleyicisi olamaz.

Konuyu bir örnekle açıklamak gerekirse: Vanya Dayı’da, Serebriyakov’un genç eşi Yelena’ya duyduğu aşk engellenen Dr. Astrov, hikâyenin sonunda kendi hayatına dönmeyi kararlaştırır. Bildiğimiz, doktorun “kendi hayatının” (hekimlik mesleği ve çevreye duyduğu ilgi), ancak Vanya ve Sonya’yla tamamlanabileceğidir. Onlar olmaksızın döndüğü yer, tam da kendi eksikliğini duyduğu ve asla tamamlanamıyacağı yerdir. Bir biçimde (atının nallarını kontrol ettirmek bahanesiyle de olsa) mâlikaneye, orada kötü akademisyen Serebriyakov’un bozduğu düzene geri dönecektir. Vanya ve Sonya, Astrov olmaksızın hayatlarına devam edebilirler -Sonya’nın kısmî mutsuzluğunu hesaba katmazsak. Ancak doktor onlar olmaksızın eksiktir. Politik bir tasarı, siyasal olanın alanındaki herhangi bir ögeyi dışarda bırakmak lüksüne sahip değildir. Ancak bu tasarı, kendisini oluşturan herhangi bir düzeyin özerkliğine indirgenemez, genel olarak bu düzeyle tanımlanamaz ve o düzeyin sunduğu zeminin üzerine, yükseğine çıkmak zorundadır.

1- DEMOKRATİK TAHAYYÜL

Demokrasiyi eşit ve özgür bireylerin bir birlikte yaşama pedagojisi olarak tanımlıyoruz; zorunlu bir konsensus rejimi ya da rasyonel bir siyasal kurumsallık ve eylemsellik olarak değil. Bir “rıza üretimi” mekanizması olarak değil; sürecin başında hedeflenen “uzlaşma”nın, hikâyenin sonunda neredeyse tarihsel bir mecburiyet olarak ortaya çıkacağı bir düzen hiç değil. Demokrasi, bütün sosyal problemleri çözebilecek bir deux ex machina değildir; muhtemel bütün çatışmaları pasifize eden bir siyasal rejim de. Bu demokrasinin söylemsel olarak kurulduğu muhtevasız bir ortak bağlamı onaylamıyoruz demektir.

Demokratik tahayyül, toplumu denetlenebilir bir bütün olarak görmediği gibi, sosyal aktörlerin her zaman rasyonel tercihlerle eylemediğinin de bilincindedir. Bu pedagojinin geliştirebileceği zemin, anayasal hukuk devleti, temel insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi, eşitlik ve özgürlük değerlerini birleştiren bir yurttaşlık ideali, adem-i merkeziyetçilik ve aşkınlık meşrulaştırımının (ve buna bağlı olarak yüce değerler etiğinin) ilgasıdır. Bu unsurlardan birinin yokluğu yahut işlevsizleştirilmesi, demokratik tahayyülü ortadan kaldırır.

Belirtmek gerekir ki, Türkiye toplumu açısından demokratik tahayyülün sekülarizasyonu, siyasal eylemin meşrulaştırıldığı içsel aşkın momentinin terkedilmesiyle mümkün olabilecektir. Herhangi bir mağduriyet iddiasının çözülmesi (sözgelimi dinî ya da etnik mağduriyet), bu iddiaya konu olabilecek sivil toplum ve devlet baskısının kültürel ve hukuksal olarak sınırlanmasıyla gerçekleşir. Öznelerin mağduriyet iddiasını boşta bırakacak olan, içsel tepkinin karşılık bulabileceği somut bir durumun yokluğudur. Özne, mağduriyet iddiasını hâlâ sürdürüyorsa, ona bu mağduriyet hazzından vazgeçmesi gerektiğini söylemek lüzumsuz olacaktır; bazı obsesyonlar, öylece kalabilir.5 Dinsellik, mağduriyet dışında bir talebin ifade edilebileceği sivil pratikleri geliştirmek için aydınlanmak zorundadır; buna karşılık, devlet (ve resmi ideoloji olarak Kemalizm) aydınlanma tekelinden vazgeçecektir. Ne dinselliğin ne de Kemalizmin aşkınlık talebi (veya aşkınlaştırıcı, buna bir tür bağışıklık ve dokunulmazlık istemi de diyebiliriz), bireyin yurttaşa dönüşmesine katkıda bulunabilir. Dinin devlete, devletin de dine meşruiyet sunduğu ve tarihsel olarak birbirlerini aşkınlaştırdığı tecrübeler, genellikle bir felâketle sonuçlanmıştı. Aynı tecrübe, bu taleble gelen dinsellik ve Kemalizmin oyunu “eşitler arasında birinci” olarak sürdürmeyi hedeflediklerini göstermiştir. Bu “vasat” demokratik tahayyül, güç ilişkilerinin ve pazarın dolayımladığı bir gerçekliğe, dinselliğin ve resmi ideolojinin nüfuz edebilme becerisinin sanıldığından daha fazla olduğunu unutmamalıdır.

Demokratik tahayyül, demokrasinin kusursuz bir “nomos” olmadığını, bu kusursuzluğun ancak demokratik performansı maksimalize etmenin nedeni olabileceğini, engellerin, eksikliklerin ve olumsuzlukların gelecekte değil, şimdi ve burada ama hemen değil, giderilebileceğine inanır. “Gelecek bir demokrasi” fikri, önünde sonunda bir “erteleme”, “öteleme” düşüncesine dayanır. Gelecek olan, geldiğinde ya çok erkendir ya da çok geç. Bu bakımdan varolan siyasal kurumlarla ve devletle yüzleşmek, bütün siyasal varoluşu bir sonsuz talebler dizisine çevirmeden devleti ve kurumları sigaya (ve hizaya) çekmek şimdinin görevidir.

2- DİNİ ELEŞTİRİ VE ÇOĞULCULUK

Türkiye’de bir değil, bir çok din var, dolayısıyla pratik olarak din diye homojen bir bütünden söz etmek mümkün değil. Devletin bütün dinsel alanı temellük ederek kurduğu ve ortaya çıkan dinselliği sözde “geçerli” kıldığı “düzleyiciliği” bile kendi (dinsel) tutumunun sekterliğini gidermeye yetmiyor -ayrıca bu düzleyicilik, bir taraftan büyük dinsellik örüntülerini yok sayan, diğer taraftan (tümüyle kurgusal ve hayalî) bir dinî anlayışı tahkim etmeye çalışan, sonuçta zararı her zaman faydasından fazla bir teşebbüs kalmaya mahkûm.

15 Temmuz’da açığa çıktığı üzere, teoride birbirine yakın dinselliklerin, pratikde birbirlerini boğazlamaya vardıkları bir başka gerçeklik var. Siyasal iktidarın en acımasız muhalifi olan ve bu sıfatla baskıya uğrayan bir dinsel grup, “öğretinin” eleştirilmesinin diğer inananlar için bir ortadan kaldırma gerekçesi olacağını duyurur; normaldir, giyimleri kuşamlarıyla arkaik bir tarikat, cennet ve huriler konusunda postmodern bir sembolik yaratıcılığın zirvesine varabilirler. Yahut grotesk bir lüks tutkusunun belirginliğiyle mesiyanik çağrı bir araya getirilebilir. Bütün bunların birbiriyle çeliştiğini söylemek, ancak “estetik” bir direnci gösterir, dinsel açıdan bu çelişkinin (“tutarsızlığın”) aşılabileceği ve açıklanabileceği, sahipleri açısından meşrulaştırabileceği tarihsel bir yığın örnek vardır.

Bütün bunları eleştirmek için gerekli nedenleri sadece dinsel olmayan kaynaklardan ve metodlardan edinebiliriz. Fakat buna gönül “indirmek” gerekiyor, bir; ikincisi, dinî düşüncenin ve dahası din eleştirisinin istikâmeti de bu değil. Dolayısıyla “dinsel problemi” estetik beğeninin konusu olmaktan tamamıyla çıkartmak pek yerinde bir davranış olmayacaktır. Estetik direnç, kendisini hâlâ yanlış bir hayattan daha fazlasını taleb eden bir ümide bağlamışsa, en enfantil momentinde bile, ahmaklığı teorik akıldan daha önce farkedebilme kapasitesine sahip olabilir.

YARIN: KÜLTÜRÜN İHYASI HER ŞEYDEN ÖNCE 'İFADE' VE 'TEMSİL' İÇİN GEREKLİ

1- Zavallı Tanpınar, artık hemen herkesin tepe tepe kullandığı bu sözün devamında, ailenin tek para kazananı olarak şöyle söylüyor: “Bu itibarla bizim eve pek benziyor.” Bir evlât kaderi: memleketin büyük dertleri var ama evin derdi de büyük. Bkz., İnci Enginün-Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2008), s. 267.
2- Zeynep Kerman, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları (İstanbul: Kültür Bakanlığı, 1974), s. 263-277.
3- İtiraf edelim: Hepimiz şu ya da bu vesileyle en az Tanpınar kadar heyecanlanmadık mı? Ayrıca Tanpınar’dan daha iyi bilecek değiliz: “Yarabbim, kaç yıldır uzun yaşamış bir Türkün kendini inkâr etmeden ölümünü göremiyoruz.” Bkz., Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, s. 279.
4- Kavram ve açılımı içiniz bkz., Mucizenin Etik Uğrağı (Felix Kitap, 2019), 5. Bölüm: “Planaryal Özne: Subjectum Absconditus”, 141-170.
5- Tam da bu noktada Chantal Mouffe’un, siyasal antagonistiğin “öteki” tarafını oluşturan parçanın söylemsel oluşumlarla dönüştürülebileceği fikrini paylaşmadığımı belirtmeliyim; dönüştürücü güç, yeni bir “durum”un yaratılmasıyla ortaya çıkar ve yine de sonucunu garanti edemez.
6- Estetik dirençle, pozitif değil, negatif bir tutumu anlıyorum; neyin uygun olduğunu değil, uygunsuzluğu belirlemeye yönelik bir direnç.

AHMET ÇİĞDEM KİMDİR

Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019)

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir