Görüşler

Ekonomik kriz, eşitsizlik imalatı veya gemileri karada yürütmek

Ekonomik kriz, eşitsizlik imalatı veya gemileri karada yürütmek

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, ekonomideki gidişat ve siyasi yansımaları üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana...” Charles Dickens İki Şehrin Hikâyesi romanına bu satırlarla başlar. Fransız İhtilalinin gerçekleştiği dönemi eksen alan roman gibi bir metin günümüz dünyası için de yazılsa, sanırım rahatlıkla benzer satırlarla başlayabilir. Dönemin koşulları şüphesiz bugünkü koşullarla kıyas edilmeyecek kadar farklı. Ancak görülen şu ki, o dönem de olduğu gibi bugün de büyük bir alt üst içindeyiz. Zamanların en iyisi mi yoksa en kötüsü mü olduğunu söylemek kolay olmasa da zamanın sıradışı olduğu da çarpıcı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.

Fiili savaşlardan mülteci krizine, çevre felaketinden siyasal-ekonomik istikrarsızlıklara uzanan başlıklarda bölgesel, küresel sıra dışı gelişmeler büyüyerek devam ediyor. Türkiye’nin kendi iç zaaflarından kaynaklanan ve son dönemlerde gittikçe artan keyfilikle etkileri çarpan etkisiyle büyüyen sorunlar mantık-muhakeme sınırlarını zorlayan bir hale dönüştü. Belki de bu çarpıcı gerçekliğin iyice radikalleştiğinin göstergesi sayılabilecek kritik örneklerinden birisini şu sıralar yaşadığımız ekonomik krizde deneyimliyoruz. Spesifik olarak ekonomi yönetiminin tarz ve içerik olarak kontrolsüz bir hipergerçekliğe dönüştüğü başlı başına rahatsız edici boyuttayken konvansiyonel konumlanışların iyice berhava olduğunu gösteren açıklamalar yaşadığımız savrulmanın sınır tanımazlığıyla bizi baş başa bırakıyor.

Enflasyon rakamlarının belirli eleklerden süzülerek yüzde 60’ların üzerinde açıklanmasının ardından çalışanlarının yarısından fazlasının asgari ücretli olduğu ülkemizde, doğal olarak bu çalışanların gelir kayıplarını bir nebze giderecek bir zam artışı beklentisi oluştu. Evet, yıl başında asgari ücrete yüzde 50 oranında zam yapıldı ancak bu rakam 2022 yılının üçte birlik dilimini daha geride bırakmamışken anlamsızlaştı. Verilen zam ile açıklanan resmi enflasyon rakamları karşılaştırıldığında tablo zaten ortaya çıkıyor. Tam da bu şartlar içerisinde ÇSG Bakanı Bilgin şu değerlendirmeyi yaptı:

“Tartışmayı anlamsız buluyorum. Yeteri kadar zam yaptık. Asgari ücrette enflasyona uygun güncelleme gündemde yok. Popülist taleplere kaymamamız lazım, biz gerçekçiyiz.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’da daha önce konuyla ilgili benzer şekilde “ben vatandaşıma onu aldatacak, yani yapmayacağımız veya yapamayacağımız bir şeyi söylemeyi doğru bulmam. Asgari ücreti tespit için bir komisyon var. Her sene toplanıyor. Dolayısıyla da bunun vakti aralıktır. Vakti geldiğinde de asgari ücretle sorumlu olan sendikalar ve Çalışma Bakanlığım otururlar konuşurlar, adımı atarız. Durum bu. Fevkalade bir durum olup olmadığı noktası orada yine tartışılır. Yani eğer asgari ücret vatandaşımı hakikaten enflasyona ezdiriyorsa, o görüşmelerde belirleme de ona göre yapılır. Olağanüstü bir gelişme olduğu zaman biz bunlara da kapalı değiliz.” demişti.

Bakan gerçekçi olduklarını, popülist davranmayacaklarını, yeteri kadar zam yaptıklarını ifade ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı da asgari ücretin vatandaşı ezme gibi bir durumu varsa -benim haberim yok anlamına gelmeyeceğine göre böyle bir durum yok deniliyor- yılsonunda gerekenler yapılır diyor. Tabi gerçekçilik ne, popülizm nasıl bir şey, yeteri kadar zam yapmak bu şartlarla ne anlama geliyor veya vatandaşın hakikaten enflasyona ezdirilmesi gibi bir durum bundan farklı nasıl olacak kestirmek güç. Hükümet mevzuya dair söylemi bu aks üzerinden seyrederken Türkiye’nin en büyük işveren örgütünün başındaki isimden mevzuya ilişkin şu değerlendirme geldi: “Bazı işverenler Türkiye’de geçtiğimiz Ağustos ve Eylül aylarında çalışanların gelirlerine dair özel uygulamalar yaptılar. Eğer iş dünyasında başarı istiyorsak çalışanların enflasyona ezdirilmediği bir ortamı tesis etmek durumundayız. Yüzde 60’ın üzerinde bir enflasyon ortamında ne yapılması gerekiyorsa asgari ücret zammı için o yapılmalıdır. Biz bu konuda hükümetle görüşmeyi düşünüyoruz.”

Enteresan bir tablo karşımızdaki: Türkiye’nin yarısından fazlasının durumuyla ilgili tedbirlerin alınması gerektiği olağanüstü koşullarda hükümet tartışmayı anlamsız bularak normal koşulların normunu ileri sürüyor, işveren örgütünün başındaki isim ise böyle bir ortamda asgari ücret zammı için ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır diyor. Ülkemizin en büyük sendikalarının duruma ilişkin ses çıkarma gereği duymadığı bu anomalide yukarıda da değindiğim üzere konvansiyonel konumlar, pozisyonlar çözülmüş, çökmüş durumda. Sorunun doğası gereği sorumlusu, sahibi ve çözüm mercii olan hükümet, mağdurların temsilcisi, sözcüsü ve müdafii olması gereken sendikalar sürreel bir sorumsuzluk alanında geleceği tüketiyorlar.

Çalışma koşulları, geçim derdi, asgari ücret, enflasyona ezilmek, zam, geçinememek vs. kelime setinden oluşan bir toplumsal söylemin mekanik arızaya, eksikliğe vurgu yapmadığı Türkiye’de fark bile edilmiyor. Milyonlarca insanın kısır, yıpratıcı yaşam formuna, etkileri kuşaklar boyu transfer edilen eşitsiz koşullara mahkum edildiği anlaşılmıyor. Bizde çalışma denildiğinde akla üretilen mal ve hizmet geliyor. Oysa modern dünyada çalışma aynı zamanda makul, meşru, muteber toplumsal ve politik öznelerin “üretimi” demektir. İstikrarsızlığın, belirsizliğin ve keyfiliğin bölgesel-küresel krizlerle çakıştığı bir tarihsel eşikte toplumun geniş kesimlerinin sosyo-ekonomik anlamda alt sınıfta tahkimi sadece tartışa geldiğimiz şekilde ekonomik yetersizlikte tüketilemez. Gittikçe derinleşen bu ‘sınıfsal’ ayrışma kabarık bir sosyal, kültürel, siyasal, psikolojik faturayla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Nisan ayı için dört kişilik bir ailenin açlık sınırı (DSÖ tarafından belirlenen aylık alınması gereken minimum kalori miktarının ne kadar maliyet edeceğinin hesaplanmasıdır) 6 bin liranın üzerinde olduğu dikkate alındığında krizin nasıl büyük ve yukarıda paylaştığım açıklamaların gerçeklikle nasıl ilintisiz olduğu görülecektir.

Bakan Bilgin gerçekçi olduklarını, Bakan Nebati “gerektiğinde” gemileri karadan yürüteceklerini ifade ediyorlar. Acaba alt sınıfsal yapıya büyük nüfus kitlelerini kaydıran ve “açlık sınırı”nın altında bir ücretle adeta yaşamadan yaşamayı dayatan insandışılığı görmek için ne tür bir gerçekliğe ihtiyaç duyuyor hükümetimiz? Bakan Nebati’nin ifadesiyle karadan gemileri yürütmek (ki bırakın karayı açık denizde gemiyi ne kadar yürütebildiğimiz de tartışmaya açık) için acaba “gerekli” olan kıvama ne zaman gelindiği kabul edilecek? Bu kahredici koşullardan çıkış için toplumun ödemesi gereken bedel nedir? Türkiye’de mevcut yapılanma ve işleyiş sistematik bir şekilde eşitsizlik üretiyor. Ekonomik alanda yaşadığımız kriz, hayatın diğer alanlarını da kuşatacak şekilde derinleşiyor. Devleti kurtarmak şeklindeki politik örtmecenin altında toplum can çekişiyor. Evet, sıra dışı zamanlardayız, açıklamalar da bunu açıkça gösteriyor. Gerçekçilik ve gereklilik; gerçeğin çölüyle yüzleşmeye bizi zorluyor ve bakalım lafla gemiyi yürütmeye çalışmaktan ne zaman vazgeçeceğiz. Gerçekten sıra dışı zamanlardayız.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir