Görüşler

Furkan Vakfı, değişmeyen sistem ve retorikteki dolgu

Furkan Vakfı, değişmeyen sistem ve retorikteki dolgu

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulkadir Değer, Adana'da tartışmalara neden olan polis müdahalesi üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.

Furkan Vakfı mensuplarına yönelik basına yansıyan görüntüler gündemde. İçişleri Bakanı da dahil olmak üzere genel kamuoyu basına yansıyan görüntülerin kabul edilemez olduğunda hemfikir. Zaten basına yansıyan görüntülerin, emniyet güçleri tarafından yapılan müdahale tarzının, uygulanan şiddetin savunulur bir tarafı olmadığı görülüyor. Daha vahimi müdahale tarzının, uygulanan şiddetin ve şiddeti uygulayan kişilerin görüntüleri. Müdahaledeki tarz ve uygulanan şiddetin yoğunluğu başlı başına skandal şüphesiz. Ancak özellikle başörtülü bir emniyet görevlisinin yansıyan görüntüsü ise hayli dramatik. Kendisi için, hafızadan yoksun bu camia ve bu ülke için. Resmi açıklamaların Furkan Vakfı’na ve mensuplarına yönelik gizemlileştiren, kriminalize eden dili bir tür algı yönetimi peşinde. Bu tarz manipülatif söylem kullanılarak müdahaleye maruz kalanlar meşruiyetsiz kılındıklarında basına yansıyan görüntülerin, müdahale tarzının ve uygulanan şiddetin nasıl da gerekli, nasıl da yerinde olduğu ifade edilmiş oluyor. Dolayısıyla aslında şiddete muhatap olanlar müdahale edilmeyi, şiddet görmeyi hak ediyorlar, çünkü varlıkları ile, görünümleri ile zaten şaibelidirler!

Türkiye az gidiyor, uz gidiyor ancak nihayetinde bir arpa boyu yol alamıyor malesef. Türkiye’de çok şey değişiyor gibi oluyor ancak bakıyorsunuz ki sistem hiç değişmemiş olarak yanıbaşınızda bitiveriyor. Olduğu gibi yerli yerinde duruyor. Sistemin mantığı, kurgusu, işleyişi değişmiyor. İdeolojik-politik cila değişiyor şüphesiz. Meşrulaştırım gerekçeleri değişiyor, söylemin kelime-kavram seti değişiyor. Ancak söylem mimarisi, yapının işleyişi, tarzı yerli yerinde duruyor. Şiddeti uygulayan, şiddete uğrayan farklılaşıyor ancak şiddet orta yerde. Türkiye’de sistem ne kendisinin normalleşmesine izin veriyor ne de yönettiklerinin normalleşmesine fırsat veriyor. Sistem hasta ve yönettiklerini hasta ediyor. İster himayesine alsın ister karşısına alıp şiddetin muhatabı kılsın, fark etmiyor. İki halde de hasta ediyor, deforme ediyor, insandışılaştırıyor. Bir kara delik gibi onca yaşanmışlığı, onca tecrübeyi, onca çekilen cefayı yutan ve devletin kendisi başta olmak üzere her bir bileşeni hafızasız bir varlığa dönüştüren garip bir tarihsel-toplumsal serencamımız var.

Bu tablo düşündürücüdür ve bugünümüz, yarınlarımız için endişe vericidir. Herhangi bir düşmana gerek bırakmayacak şekilde Türkiye, kendisine kast eden uygulamalar yürütüyor. Bu bir akıl tutulmasıdır. Sapla samanın birbirine karıştığı, vatandaşlığın bir tür sadakatle özdeşleştirildiği, farklılığın, eleştirinin, itirazın, çekincenin tehdit olarak algılandığı, öyle muamele gördüğü; normun, normalin işlevsizleştiği bir anomali halindeyiz. Resmi anlatı muhatabın kimliğini, inancını, inanma biçimini sorgulayan bir üst mercii olarak kendisini konumlandırıyor, konumlandırmakta bir sakınca görmüyor. İşin ilginci bir tür epistemik otorite tayini anlamına gelen bu durum toplumun geniş kesimlerince de makul karşılanıyor ki bir tartışma konusuna dönüşmüyor. Devletin toplumun önüne bilgi-inanç merkezi olarak çıkması ve toplumdan buna göre hizalanmasını örtük veya açık olarak beklemesi ülkenin totaliterleşmesi, kaba bir siyasal mühendislik kıskacına alan açılması demektir. Burada mesele kimin neye inandığı, inanılan içeriğin ne kadar mantıklı olduğu vs. şeklinde bir tartışma yürütmüyoruz. “Doğru eylem, doğru inanç, doğru ideoloji nedir?” gibi felsefi sorgulama içerisinde de değiliz. Bu tür tartışmalar şüphesiz ne dün ne de bugün gereksiz tartışmalar olarak değerlendirilemezler. Burada problem oluşturan şey devletin, sivil ve kamusal bir tartışmaya müdahil olması ve buradan hareketle birilerini bir tür anlatı yasaklısı ilan etmesidir. Devletin bu tarz bir tartışmada taraf olması yetkinliğinin, gücünün göstergesi değil devletin devlet olma vasfındaki zaafiyetinin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Tarihsel olarak devlet yapılanmamızdaki çarpıklıkla, devlet-toplum ilişkimizdeki ayarsızlıkla ve toplumun makbul vatandaş kalıplarına uygun görülmemesi ile ilintilidir yaşadıklarımız.

İzahı mümkün olmayan bu uygulamalar başta devletin kendisi olmak üzere toplumun her bir bileşenine fatura çıkartan, niteliğimizi düşüren, zaten olmayan insicamımızı iyice bozan bir etkide bulunuyor. Devletin müdahale alanı, müdahale enstrümanları ve müdahalenin nasıl olacağına ilişkin prosedürleri bellidir. Nitekim bu yazı da dahil olmak üzere yaşanan hadise dolayısıyla eleştiri getiren pek çok kimse bu sınırlılıklara niçin riayet edilmediğini öne çıkarmaktadır. Devletin alan genişletmesi, sivil ve kamusal alanın içine ve içeriğine müdahale etmesi toplumu güçsüzleştirmek, güçlenme habitatını tahrip etmektir.

Siyasetin güvenlik dili ve endişesi ile dolması Türkiye için hastalıklı bir halin semptomu olarak görülmelidir. Siyasetteki boşluğun, güçsüzlüğün militer bir tarz tarafından doldurulması demektir. Bu tarzın aktörlerinin siviller olmasının kendi başına bir anlamı olamaz. Nihayetinde bu tarz; siyaseti güvenlik söyleminin yedeğine indirgediği oranda hem siyaseti hem de siyasileri anlamsızlaştıran, güçsüzleştiren bir fatura da çıkarıyor. Siyasetin ve siyasilerin kendi bindikleri dalı kestikleri bu oksimoron hâl, toplumu da bilinçaltı, duygu dünyası üzerinde operasyonel müdahalelerde bulunularak bu siyasetin arka fonuna yerleştirilen bir dekoruna dönüştürüyor. Yukarıda da belirtildiği üzere olay sadece güvenlik güçlerinin müdahalede bulunduğu insanların kimler olduğu, onların inanç, ideoloji ve aidiyetlerinin ne olduğuyla ilgili değil. Meselenin devlete, devletin işleyişine, topluma ve toplumun niteliğine bakan, onu görünür kılan, açığa çıkaran daha önemli, daha hayati bir yönü var. Devletin yapması gereken şey kamu düzenini makuliyeti, meşruiyeti gözeterek ve yürürlükteki prosedürlere riayet ederek korumaktır. Bu korumanın, korumadaki özen ve hassasiyetin asıl önemli yönünün, asli parçasının öncelikle devletin korunması, kollanması olduğunu fark etmekte problem yaşıyor. Devleti korumanın, güçlü kılmanın ilke ve değerlere, yürürlükteki prosedürlerle sağlanacağını dikkate almıyor veya dikkate alması gerektiğinin farkında değil. Güzel konuşmaların dolgusunda kullanılan Aliya’nın sözü laf olsun diye dile gelmedi. Gereğinin yapılması için dile gelen söz bizim bireysel, toplumsal ve kurumsal mevcudiyetimizin anlamına, önemine ve sınırlılıklarına ilişkin varoluşsal bir uyarı anlamı taşıyor: “Düşmanlarımıza en büyük borcumuz adalettir.” Üstelik yaşadığımız hadisede düşmanlık üzerinden yansıtacağımız bir durum da söz konusu değil. Suçlu kim, suçsuz kim, bunların ne yapabileceği ve bunlara nelerin nasıl yapılabileceği bellidir. Belli olana riayet başta devlet için olmazsa olmazdır. Sorumluluklara gerekçe ürettirecek her türlü hamle fiilen örselediklerinin yanında asıl ölümcül darbeyi topluma ve devlete indiriyor.

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
18 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir