Görüşler

İktidar, nas ve hayat üçgeninde sonu belli bir kumar

İktidar, nas ve hayat üçgeninde sonu belli bir kumar

Türk siyasi tarihi üzerine çalışmalar yürüten Kutlu Kağan Dalkılıç “Bu dönemde bazılarının işleri kotarmaya çalışması beyhude bir çaba" değerlendirmesinde bulunuyor.

Türk milleti birey adına mülkiyet hakkının ve şuurunun yeterince gelişmediği bir gelenekten geliyor. Bu coğrafyada bugünlere kadar zenginliğin ve otoritenin yegâne kaynağı topraktı, onun sahibi de devlet. Hâl böyle olunca devlet, hayatın tek ve görkemli aktörü oluyordu.

Devlet bu topraklarda çift kılıç kuşanmış bir beye benzer; iktisadi ve siyasi yönetim anlamında her tarafı domine eden bir bey. Öyle ki ekonomi politiğin de hukuk politiğin de siyasi politiğin de baş edilemeyecek aktörü odur. En önemlisi psiko politiğin sahibidir. Aşkın ve tahakkümcü bir usûl onun savaşma yöntemidir. Ancak ona nüfuz eden ve onu ele geçirenler bu güce ortak olabilir, onu ehlileştirir ve kendi lehine kullanabilir.

Piyasanın içinde devlete karşı çoklu sivil aktörler gelenekte pek alışık olduğumuz bir durum değil. Böyle şeyler de nadir anlarda görülür, onu da devlet ya tahakkümü altına alır ya da alamıyorsa öldürür. Bugüne kadar hep böyle oldu.

Modernleşme devirlerimizde, hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet elitleri, vatandaşlık üzerinden bireye hayatın aktörü ve aktif katılımcısı olma hakkı tanımıştı tanımasına ama ne vatandaşta hayata katılabilecek sermaye gücü ne de mülkiyete dayalı bir aktör olabilme takati vardı. İşin hukuki güvence kısmı ise hâlâ devletin iki dudağı arasındaydı. O kadar ki, eskiden olduğu gibi yeni dönemde de mülkiyetin sivil aktörü palazlandığında devlet yine eski devlet olarak alışkanlıklarını derhal devreye sokabilirdi. Nitekim öyle de oldu ve olmaya da devam ediyor.

Bugünkü durum gelenekten günümüze kadar sirayet eden devletin, merkezi otoritesinin ve hayatın tek aktörü olmasının sonucudur. Böyle geleneklerden gelen toplumlarda, hayatın içinde birey lehine devletle simetrik mutabakatlar, pazarlıklar ve dengeler gelişmez, gelişemez.

Her şey devletin sihirli asasıyla insana dokunmasına bağlıdır. O anda taşralı maraba bey, bey de pekâlâ soluğu sürgünlerde alabilir. Yeter ki asa dokunmaya görsün, bazen taşranın gurebası kocaman bir dev olur bazen de yetişmiş bir kentli kendini zindanlarda bulur.

Bu bilinç dışı güvensizlik ve sürprizlere gebe hayat, bizim bürokratımızı da tüccarımızı da sade vatandaşımızı da etkilemiş, onları sürekli diri tutmuştur. Yenilikçilere de gelenekçilere de damgasını vurmuştur. Batı yanlısını da Doğu yanlısını da esir almıştır. Solu da sağı da bağlamıştır.

Zihniyetin ana zembereği budur. O önce güvenlik arar, ekmeği ve hayatı sorar. Hayat bu ikisinden ibarettir, güvenlik ve ekmek. Fakat asıl sorun da burada başlar yani bu iki faktörün devlette temerküz etmesi, orada birikmesi. O sebeple halkın gözleri ve kulakları daima yukarıya, otoritenin ağzına bakar. İlişkileri esnek ve pragmatik bir kayırmacılığa dönüktür.

Ne ki burada da ne tevzii makamındaki memur ne de bu makama gözlerini dikenlerin ilişkisi rasyonel bir ilişkidir. Bunların tamamı keyfi bir ilişkiye bağlanmıştır. Bunun anlamı, ilişkiyi belirleyen ana ilkenin genelde pragmatik, oynak ve özünde kayırmacı olmasını getirir.

Ana kitle yasa ve norma içsel olarak inanmaz zira devletle birey arası ilişkilerin bugüne kadar böyle kurulmadığını, bundan sonra da kurulamayacağını pekâlâ bilir.

Cumhuriyetten çok önceye dayanan bu ilişkilerin tabiatı ve seyri, ondan sonra da pek değişti sayılmaz. Devletin halk ile kurduğu tek taraflı ilişkinin atıl pozisyonu da nitekim öyleydi.

Bu tek taraflı ilişkinin evrimsel olarak politik hayatta sürdürülebilmesi mümkün değildi. Devletin yegâne aktör olduğu bu tip verili bir dünyada millet de boş durmuyordu. Hayatın içinde devletin sürekli artan bu dominant ve mütehakkim rolü, sadece hayatın olağan seyrini aksatmadı, piyasa ilişkilerini de baltaladı. Dahası, bilinç dışının tercihlerini bilincin tercihleri hâline getirdi.

Bilinç, her ne kadar yüzyıllar içinde bilinç dışının etkisinde gelişse de, zamanla kendi özerkliğini kazanma yoluna girdi. Bu yol öyle anlaşılıyor ki politik anlamda siyasi merkezin önünü açmak ve bunu kurumsallaştırmaktı. Böylece hem devletle ilişkiler rayına girecek hem de hayatın üzerindeki yük kalkacaktı. Halk, devlete böylece ortak olacak ve onu merkez yoluyla en geniş kamusal mutabakata zorlayacaktı. Bu vaziyet, hayatta kalabilmek adına bir denge arayışıydı.

Bu hâl aynı zamanda bir tür optimum denge demekti. Ne devlet ne de piyasa lehine bir fedakârlık değil, ikisi arasında rasyonel ve âdil bir denge. Bu, kelimenin hakiki anlamında hayatı merkeze almak, onu kurtarmaktı. Bunun da yolu makuliyetten, içeriği merkezden, yani otoriteyi ve devleti sivil biçimde sınırlamaktan geçiyordu.

Bu millet esasında yıllardır bunu yapar, aktüel siyasette merkez kavramı ile böyle bir optimal denge gayesi güder. Türk toplumunun yıllardır aradığı şey de budur: İstikrar ve güvenlik. Halk siyasi tercih ve davranışlarıyla yıllardır bunu yapmaya çalışmıştır. Fakat rayından çıkan şey, gerçekte halkın tercihleri değil siyasi gücü ele geçiren siyasetçinin kendisidir. O yüzden merkez sürekli kabuk değiştirmiş ama ana çizgi değişmemiştir.

Burada sırası gelmişken belirtmek lazım ki, politik zemin gelenekten bu yana sağlam bir norma ve denetlenmeye bağlanamadığı için, kurallı ilişkilere müsait değil. Dolayısıyla, siyasi aktörler önce kamusal menfaati taşıyacak makul bir merkezin aktörü olarak iktidara gelir; sonra zeminin muğlaklığından hareketle menfaati kendi mahallesine çalar, radikalleşir ve marjinalleşir, nihayet gider. Millet marjinale ve radikale giden aktörü iktidardan alır zira merkez yani ekmek ve hayat çökmüştür, ardından yeniden bir merkez kurmaya yeltenir.

Siyasi merkez bu topraklarda böyle bir döngüde biteviye kurulur ve çöker. Merkez ve makulün siyasi aktörleri sürekli tükenir ancak merkez her daim yaşar ve yeniden kurulur. Bu bir diyalektik halinde devam eder durur.

Bizde uç sağ ve uç sol hiç yeşermez, yeşerse de marjinal kalır ve gün yüzü göremez; çünkü merkeze yani en geniş ve optimize biçimde ekmek ve hayat kapısına talip bir fıtratları yoktur. Merkeze talip olanların da yönetimde uçlara doğru meyli, millet nezdinde bu yüzden hoş karşılanmaz.

Millet siyasette ne entelektüel elitlerin dediği gibi göbeğini kaşıyan bir cehaletle ne de kendine seçkin bir kılıf arayan vasatlığın sandığı gibi alimlikten gelen ferasetle hareket eder. Milletin asırlardan damıtılmış rafine bir gayesi vardır: Hayatı kotarmak için kamusal optimal denge.

Bu optimizasyonu bozana millet itibar etmez. Etmiş görünse de etmez ve sonunda hepsini alaşağı eder ve oyunun dışına atar.

Bugün de görünen budur ve merkez çökmüştür. Uzun süredir iktidarın boşalttığı itidal ve dengenin, makuliyet ve merkezin yerine, yeni bir merkezin teşekkül ettiği günlerden geçiyoruz. Aslında yapılan şey yeni değil, bir tür eskinin tekrarıdır.

Bugün hayatı yine devlet aygıtıyla kotarmanın ve bunu en geniş kamusal optimal dengeye tahvil etmenin yeni aktörünü arıyoruz.

Bugüne kadar siyaseten çöken merkezde denklemin bir tarafında iktidar çekirdeğindeki küçük bir azınlığın faydasını maksimize etme varsa, diğer tarafında da milletin kamusal faydası yani hayat olmuştur. Bugün araya bir de dini nass girdi. Bu anlamda kamusal faydanın karşısına ilk defa ve bu kadar açık ve aleni bir şekilde dini bir referans konuldu, güya nass için, onun uğruna iktidar hayatın karşısına dikildi. Bu durum iktidar çekirdeğindeki küçük azınlığın çıkarlarını perdeleme adına işlerin nerelere kadar götürüldüğünün en açık göstergelerinden biridir.

İktidar, nass ve hayat üçgeniyle karşı karşıyayız. Buradan bir merkez yine doğacak, hiç kuşkusuz buradan da çıkılacak. Hayat kendi yolunu tayin edecek.

Bu millet tabiatı gereği, nass referansıyla da olsa, iktidar ile hayat ayrışınca hayatı kotarmanın aktörünü makul ve merkez ile hep buldu, yine bulacak. Eğer tüm bunları doğru yorumlamışsak, bu millet tabii ve fıtri bir egzistans halinde olan ve zamanla gelişen, değişen ve dönüşen evrimsel kazanımlarını böyle bir realite dışına feda etmez. İktidar ve nassı harcar ancak yine de hayatı ayakta tutar. Hayata talip olan siyasi liderler de yeni merkezin aktörü olur.

Bu dönemde kim nass ve devlet diye çığlık atıyorsa bilinmelidir ki, iktidar üzerinden kurulmuş, vatandaştan çalınan imtiyazlı hayatını kotarma derdindedir. Kim de ekmek ve hayat diyorsa, amme menfaatini tekrar kotarıp, iktidarı ve hayatı vatandaş adına yeniden kurma niyetindedir.

Bugünlerde iktidar üzerinden imtiyazlı hayatlarını kotarmak isteyenlerle amme menfaati üzerinden kamusal hayatı kotarmak isteyenlerin karşı karşıya geldiğini göreceğiz. Bu dönemde bazılarının din-u devlet şeklindeki retoriklerle işleri kotarmaya çalışması ve kendi çıkarlarını koruma gayretleri beyhude bir çabadır. Herkes görüyor ve anlıyor ki, bu söylemlerle çalınan kendi hayatları, çocuklarının geleceğidir. Dava lokma davası, imtiyazları kırma davasıdır.

İtidal ve amme menfaati merkezin ve ekmeğin, kısaca halkın; imtiyaz ve zümre menfaati de aşırılık ve açlığın, kısaca mutlu azınlığın tercihidir. Hayat halkın hayatı, ülke halkın ülkesi, devlet de halkın devletidir.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir