Görüşler

‘Krizler Avrupası’: Farklılaşmadan esnekliğe

‘Krizler Avrupası’: Farklılaşmadan esnekliğe

İstanbul Kültür Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ahmet Ertürk, AB’de finansal krizle başlayan sarmalın mülteciler, pandemi ve savaşla devam ettiğini belirtiyor.

Krizler Avrupası” belki de AB’nin son on yıl içerisinde geldiği noktayı anlatmaya en uygun kavram. Zira öncelikle finansal kriz ile başlayan bu sarmal, mülteciler, pandemi ve son olarak savaş sırasıyla devam etti ve AB’yi bitmek bilmeyen anlaşmazlıklara ve imkânsız arayışlara mahkûm etti. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan ve küreselleşme ile aynı doğrultuda büyüyen bütünleşme süreci ise son on yıl içerisinde kendini hızlanan farklılaşmaya ve biraz da çözülmeye itti. Peki Avrupa için bundan sonrası ne olmalı veya AB’yi tekrar masada olan bir aktör olarak görmek için ne yapmalı? Bu kısa yazıda hem bu noktaya nasıl gelindiğini hem de geleceğe dair önerileri özetlemeye çalışacağım.

1951 yılında Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran, sadece altı yıl içerisinde yakaladığı başarıyı yeni bir antlaşma ile (Roma Antlaşması) taçlandıran ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) başaran Avrupa’nın siyasi önderleri, yaklaşık 1992’ye kadar irili ufaklı anlaşmazlıklar haricinde iktisadi ve sosyal/kültürel alanlarda bütünleşmeyi iyi denebilecek bir düzeyde yürüttüler.
Maastricht Antlaşması (1992) Tek Pazar’ı müjdelerken, serbest Avrupa ticareti arasındaki son hukuksal ve fiziksel bariyerleri de yok ediyordu. Bu aynı zamanda AB’yi dünyanın en önde gelen iktisadi güçlerinden biri yapıyordu. Ekonomik entegrasyon diğer alanlarda da teknik mevzuatın uyumlu hale gelmesinde ve devletlerin tekelinden çıkıp Avrupalılaşmasına ön ayak oldu. Ticaret, ulaştırma, bütçe, teknoloji, turizm, çevre ve sosyal adalet alanlarında önemli ilerlemeler kaydedildi.

Bütünleşme genel anlamda iki sac ayağı üzerinden ilerledi, genişleme ve derinleşme. Genişleme yani AB’nin yeni ülkeleri ve pazarları içine katarak büyümesi, 2004 ve 2007 yılları Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri katılımı ile zirvesine ulaştı. Fakat öncelleri ile karşılaştırıldığında bu ülkelerin Avrupalılaşma yani Avrupa’nın siyasi, iktisadi ve sosyal değerlerini özümseme ve kendi iç hukuklarına uygulama süreci maalesef aynı hızda ve kapsamda olmadı.

Üye olma baskısının da ortadan kalkması ile 2007 sonrası süreçte bu ülkeler hem iç hem de dış politikada AB’nin temel değerlerini tehdit edecek noktaya geldiler. Mülteci krizi esnasında Visegrad Dörtlüsü adı verilen (Macaristan, Çekya, Polonya, Slovakya) grubun AB’nin önerdiği mülteci kotalarına ve göç politikası planlarına gösterdiği direniş son on yılda bütünleşme sürecine verilen en büyük darbelerden biri oldu.

Keza Macaristan sınırında örülen dikenli teller ve savaştan kaçan mültecilere uygulanan şiddet hala gözlerimizin önünde. Bu noktada sadece bu ülkelerin ortak Avrupa hayaline duydukları bağlılık değil aynı zamanda Avrupalılaşma süreçlerinin tamamlanıp tamamlanmamış olması da sorgulanmaya başlandı. Üyelik almış ülkelerin AB kararlarına bu denli direnişi, pek tabi hem AB’nin dışarıda görünüşü için hem de üyelik bekleyen ülkeler için iyi olmadı."

Liberal olmayan demokrasi” tanımları yapılmaya başlayan Macaristan ve Polonya hala insan hakları problemleri ve hukukun üstünlüğünü tehdit eden iç politika kararları yüzünden AB’nin ihlal prosedürünün gölgesi altında. Buna ek olarak, Macaristan’ın Ukrayna-Rusya savaşı hususunda bir türlü taraf olmamayı seçmesi de Avrupa için baş ağrısı. Rusya’dan petrol alımını engelleyecek altıncı yaptırım paketi hala Macaristan vetosunun kalkmasını bekliyor.

Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bir kısmının Avrupalılaşma hususundaki dirençleri ve ortak karar alma mekanizmalarından sürekli kaçmaları haliyle genişleme politikası üzerinde bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yarattı. Üzerine de yavaş yavaş cazibesini yitirmeye başladı. Üyelik bekleyen Sırbistan gibi ülkeler artık hesaplarını sadece AB ile bir gelecek üzerine değil, Rusya ve Çin gibi başka aktörler ile de yakınlaşmak üzerine yapıyorlar.

Ayrıca bir önceki genişlemeden ağzı yanan Batı Avrupalı üyeler de hızlı genişleme tekliflerinden mümkün olduğunca kaçıyorlar. Bu noktada Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un Ukrayna’nın üyelik başvurusu üzerine yaptığı “başka ülkelere iyi bir örnek yaratmaz” açıklaması oldukça önemlidir. Batı kanadının Balkanlar ve Ukrayna üzerinden yeni bir genişlemeye ne kadar itidalli yaklaştığını açıkça göstermektedir.
Derinleşme de son on yılın krizlerinden en çok yara alan bütünleşme halkalarından biri. Farklı politika alanlarının AB karar alma merkezlerine devredilmesi anlamına gelen süreç, ilk önce finansal kriz ile sarsıldı. Kurşun geçirmez olarak dış dünyaya lanse edilen AB’nin iç pazarının ve özellikle Akdeniz ülkelerinin birer birer iflas eşiğine gelmesi, belki de en değerli Avrupa ürününün değerinin düşmesine yol açtı.

Kurulan troykalar ve kurtarma paketleri, bütçenin üzerindeki yükü, refahı paylaşmaya çalışan bir birlikteliğin yeri geldiğinde fakirliği de paylaşması gerektiğinin altını çizdi. Göç politikaları üzerine yaşanan uyumsuzluk aşikâr iken bir de pandemi sürecinde üyelerin aşı konusunda farklı görüşleri üzerine sorunlar yaşandı. Ama belki de en büyük tahribat yine savunma ve dış politika konuları üzerinden geldi.
Derinleşme sürecinin en son ve en büyük halkası olarak düşünülen siyasi entegrasyon, AB’nin kuruluşundan beri bir açmaz olarak durmakta. Bütünleşik Avrupa fikrinin kurucularından Ernst Haas’a göre iktisadi ve sosyal entegrasyon otomatik bir taşma etkisi (spill-over) ile siyasi konulara nüfuz edecekti ama gelinen noktada bu argümanın çok uzandığında olunduğunu da artık kabul etmemiz yerinde olacaktır.

Bunun en yakın örneklerinden biri ise tam da şu an Rusya’nın Ukrayna işgali üzerinde hissediliyor. Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’nin ısrarlı tutumuna rağmen AB üye ülkeleri ortak askeri ve siyasi karar alma süreçlerinde zorlanıyor ve başarılı olamıyorlar. Zira şu ana kadar ortak alınabilen kararlar ancak belirli kişi ve kurumlara yaptırımın ve ilkesel olarak yapılan insan hakları çağrılarının ötesine geçemedi.

Belki Rusya’nın en çok belini kıracak petrol ve doğal gaz yaptırımları kararı ise şu an oldukça zor. Bu noktada Joseph Borell ve Ursula Von der Leyen’in çağrıları Rusya’ya enerji alanında neredeyse tam bağımlı olan Macaristan ve Slovakya gibi ülkeleri ikna etmekten çok uzak. Rusya’nın yerini batıdan veya kuzeyden gelecek hatlarla doldurmak ise yıllar sürebilecek bir süreç.

Ukrayna’ya askeri yardım konusu tamamen üye ülkelerin inisiyatifine bırakılmış durumda. Polonya gibi sınırda bulunan üye ülkeler ise askeri konularda sırtlarını hala Avrupalı ortaklarından çok ABD’ye ve NATO’ya dayıyorlar. Bu da ibreyi yine askeri konularda Avrupa bütünleşmesinden çok Atlantik birlikteliğine çekiyor. NATO’nun bu anlamdaki geçerli olan çekim gücü AB’nin savunma ve askeri alandaki geleceği için ne denli önemli bunu bekleyip göreceğiz.

Fakat Trump gibi NATO’nun ve Batı ittifakının varlığını sorgulayan liderlerin geçmişte Avrupa’yı ne kadar yalnızlaştırdığına tanıklık ettik ve olası bir başkanlık değişikliğinin tekrar bu konuyu gündeme taşıyıp taşınmayacağı şu an için bir bilinmez. Bilinmezlikler sürdürülebilirliği hırpalar ve tam da bu yüzden Macron-Borell eksenindeki ortaklık hala bu alanda bir Avrupa’yı daha otonom bir aktör kılmak için ilkeli pragmatizm, dirençlilik ve stratejik otonomi gibi nispeten yeni öğretiler üzerinden harekete geçirmeye çalışıyorlar. Nitekim şu ana kadar kayda değer bir başarı elde edilmiş gözükmüyor.
Pek tabi bütünleşme sürecinin sancılı hale gelmesi AB’yi kaçınılmaz olarak bir farklılaşmaya, üye ve üyeliğe aday ülkelerin entegrasyonu kendi dinamikleri çerçevesinde değerlendirmesine yol açıyor. Kimi kaideleri ve normları tam olarak uygulamazken, kimi kapasite noksanlığından Avrupalılaşmada gecikiyor kimi de çıkarını gözeterek sürece dahil olmamaya karar veriyor. Aslında bu anlamda farklılaşma Avrupa için yeni de değil. Seksenlerden beri özellikle Birleşik Krallık ve Kuzey ülkeleri zaten kendi ilkeleri çerçevesinde bir süreç yürüttüler.

Birleşik Krallık Schengen ve finansal alandan uzak dururken, Kuzey ülkeleri dış politika ve savunma konularında hep tarafsız kalmayı tercih ettiler. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden bazıları da özellikle kapasite yetmezliği ve siyasi beceriksizliklerden dolayı Avro’nun veya Schengen’in parçası olamadılar. Fakat bu örneklerdeki temel fark, farklılaşmanın genellikle bir seçim veya teknik sebepler üzerine oluşmasıydı. Bugün gelinen noktadaki farklılaşma ise çok daha can yakıcı ve AB için yıpratıcı.
Bütünleşmenin son on yıl içerisinde yaşanan krizler ile siyasallaşması ve teknik bir mesele olmaktan çıkıp iç siyasete sirayet eder bir duruma gelmesi bu noktada çok etkili. Aşırı sağ iktidar veya iktidar ortaklarının ağır bastığı ülkelerde bütünleşik politikalar Brüksel ile üyeler arasında bir inatlaşma noktasına çok rahat ilerleyebiliyor. En güncel vakalardan biri ise Polonya Anayasa Mahkemesi’nin AB normlarını ülke anayasasına aykırı olduğunu hükmetmesi olabilir.

Yine Brexit örneğinden de okuyabileceğimiz gibi AB’nin siyasallaşması daha büyük inatlaşmalara ve hatta kopuşlara da sebep olabilmektedir. Bu noktada tek gerçeğin ise farklılaşmanın AB’nin bugününün ve geleceğinin bir gerçeği olduğunun artık kabul edilmesi gerekliliğidir. Brüksel’in üye ülke çıkarlarının bir gün yok olup gideceğini değil, ülke çıkarlarını nasıl yöneteceğini hesaplaması gelecek için daha pragmatik bir yaklaşım olacaktır. Hala gerçeğin aksi istikamete yüzmeye çalışan Mario Draghi gibi liderlerin ortaya attığı “pragmatik federalizm” gibi karar almada veto hakkının kaldırılması düzleminde olan fikirler, maalesef ütopik bir hikâye ötesine geçememektedir.

Peki AB önündeki enflasyon, enerji ve gıda krizlerini önleyebilmek için ne yapmalı? Bunun bir yolu daha esnek bir örgüt haline gelmek. Tabi burada kastedilen esneklik, direksiyonu tamamen ülke çıkarlarına devretmek değil ama inatlaşan ve süreci siyasallaştıran ülkelere karşı bir nevi kalkan yaratmak ve AB’nin karar alma süreçlerini rahatlatabilmektir. Aslında burada da Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz. Güçlendirilmiş iş birliği (Enhanced cooperation) prosedürü zaten AB’nin en son imzaladığı Lizbon Antlaşması’nda yer alan bir madde. Anlamı ise kararlı ve istekli ülkelerin birlik içerisinde bir grup oluşturarak kendi iş birliği alanlarını oluşturmalarıdır.

Güçlendirilmiş iş birliği dışında yine savunma ve askeri alanda PESCO (Permanent Structured Co-operation) esnek entegrasyon için proje bazlı yürüyen, tam da bu amaç doğrultusunda önerilen bir politika olarak anımsayabiliriz. Bu tarz esnek örgütlenmelerin çoğalması ve daha fazla politika alanına yayılmasının (yaptırımlar, askeri yardımlar, savunma hamleleri) önü açılmalıdır. Tabi ki bu negatif anlamda AB içerisinde çok farklı grupların ve katmanların da oluşmasına ön ayak olabilir fakat aynı zamanda her önemli mesele gündeme geldiğinde acaba Orban ne diyecek stresinden de Birliği kurtarabilir. Bunun yanında otoriterleşen lider ve ülkelerin de yalnızlaşması kolaylaşacaktır.

Esnekliğin bir diğer yararı da üçüncü ülkeler veya Türkiye gibi ebedi adaylarla iletişimin ve iş birliğinin güçlenmesi olacaktır. Ukrayna Savaşı’nda da görüldüğü üzere Avrupa’nın sadece içeride değil dışarıda da bölgesel müttefiklere ihtiyacı var ve özellikle savaş gibi acil durumlarda çok çabuk karar vermek gerekiyor. Doğruyu söylemek gerekirse Türkiye’nin üyelik süreci için artık taraflar masadan önce kalkan olmamak için sadece top çeviriyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu demokrasi ve insan hakları sorunları da düşünüldüğünde, bir tam üyelik kısa veya uzun vadede mümkün görünmüyor.

Artık bu gerçeğin de iki taraf arasında kabul edilip, ikili ilişkilerin kazan-kazan stratejisi ve pragmatik bir düzlemde ele alınması gerekiyor. Devam eden Mülteci konusunun, Doğu Akdeniz enerjisinin, Gümrük Birliği’nin modernizasyonunun artık üyelik müzakereleri üzerinden düşünülmeyip, iki tarafında yararına olacak antlaşmalar üzerinden ilerlemesi yararlı olacaktır. Aksi takdirde daha fazla zaman ve para kaybedilecektir. İki taraf arasında varılan Mülteci mutabakatı sorunlu bir örnek olsa bile bir başlangıçtı. Bunun ilerletilmesi çok önemli.

İlerlemenin son yolu da Emmannuel Macron’un son zamanlarda bir entegrasyon alternatifi olarak ortaya attığı Avrupa Siyasi Birliği üzerinden olabilir. Fakat yeni bir imtiyazlı ortaklık faciası yaratmamak için hem Macron’un hem de AB’nin bu tekliflerin içini mantıklı bir şekilde doldurması gerekiyor. Çünkü bu tarz ucu açık alternatifler karşı tarafta bir ikinci sınıf muamele algısını kolayca yaratabilmektedir.

Ukrayna’nın teklife verdiği cevaba baktığınızda ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için AB’nin adaylara veya üçüncü ülkelere önce neden üye olamayacaklarını negatif bir dille dikte etmek yerine, pozitif gündemle yaratılan alternatiflerin nasıl kısa vadede bu ülkelere çok daha yararlı olacağını ve içeriğini ülkelere sunması bir zorunluluktur. Cazibe merkezi haline gelmeyecek herhangi bir üyelik alternatifinin ikna kabiliyetinin de çok az olacağını geçmiş bize anlatmaktadır.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir