Görüşler

Neden Olmadı? - I

Neden Olmadı? - I

İzmir eski milletvekili İbrahim Turhan, AK Parti iktidarlarının “iyi başlayan hikayesinin” neden yön değiştirdiğini sorguluyor.

AK Parti iktidarının 20 yıllık serüveninin sonu, aralarında bu iktidarın oluşumunda ve sürmesinde düşünsel ve fiili katkısı olmuş çok sayıda ismin de dahil olduğu birçok kişi için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Sözleri Yusuf Hayaloğlu’na ait ama içimize Ahmet Kaya’nın sesiyle işleyen şarkı bu ruh halinin özeti gibi;

Bitmeseydi bizim öykümüz böyle
Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle…

Şimdi mutlu sonla bitiremediğimiz bir Türkiye öyküsü var elimizde. Bir kompozisyon tadında, Giriş-Gelişme-Sonuç biçiminde okuyalım isterseniz.

ARKA PLAN

Türkiye’de devletin çatısı ve yapısı, tarihsel olarak anlaşılabilir nedenlerden ötürü psikolojik travmalarla şekillenmiştir. Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak 300 yıl boyunca Eski Dünya’nın tartışmasız en büyük gücü olan bir devletin, 19’uncu yüzyılda her alanda parça parça oluşunun yönetici elitlerde de toplumsal bilinçte de iz bırakmış olması normal görülmeli. Tarihle ucundan kenarından ilgilenen herkesin artık bildiği üzere Balkanlar merkezli Osmanlı devletinin bu coğrafyayı neredeyse tümüyle kaybetmiş olması, önemli bir kısmı Balkanlar’da doğup yetişmiş olan son dönem yöneticileri için kalplerinin göğüslerinden sökülüp alınması ile aynı şey olmalı. Kayseri’den önce Osmanlı şehri olmuş Niş’in, Trabzon’dan 100 yıl önce Osmanlı olan Filibe’nin, hele de Selanik’in elden çıkması, ağır bir travma. Birinci Dünya Savaşı felaketinin ardından sığındığınız son vatan parçasının da işgal edilmesinin hem Cumhuriyet’in kurucularında hem Müslüman halkta, artık hiçbir yerin güvende olmadığı duygusu yaratmış olması anlaşılabilir.

Türkiye bu travmaların izlerini hâlâ taşıyor. Yaşamın erken dönemlerinde yaşanan travmalar bilinçaltında derin yara bırakır ve bazen ‘fobi’ adı verilen psikolojik bozukluklara yol açar. Fobi, rasyonel olmayan korkudur. Örneğin; Araknofobisi (örümcek korkusu) olan insanların örümceklere olan tepkileri mantıksız ve düzensiz olur. Yetişkin bir insan için hiçbir tehdit oluşturamayacak küçük bir örümcekle bile karşılaştıklarında çok korkarak aşırı tepkiler verir, panik atak geçirilebilirler. Hatta davranışlarını kontrol edemedikleri için kendilerine ve çevrelerine zarar verebilirler. İşte Türkiye de uzun süre güvenlikle ilgili siyasal ve toplumsal fobilerin esiri olmuştu. Osmanlı döneminden beri devletin gerçek kurucusu ve sahibi olagelmiş askeri ve sivil bürokrasi, Araknofobik bir insanın örümcek karşısındaki tepkisi gibi her 10 yılda bir siyasete doğrudan müdahale eder olmuş, her seferinde yeni yeşermeye başlayan kurumsallaşma filizlerini kırıp geçmişti. Bu fobilere yol açan yaralar, devlet ve dahası toplumun kendisi fobik tepkiler verdikçe giderek derinleşmiş ve sonunda Türkiye’yi “yırtılmış bir ülke” hâline düşürmüştü.

1990’lı yıllarda küresel düzenin yeniden oluştuğu dönemde bu durum sürdürülebilir olmaktan çıktı. Türkiye; siyasal, ekonomik, toplumsal alanların tümünde derin bir kriz sürecine girdi. Birkaç yılda bir alevlenen döngüler hâlindeki ekonomik çöküşlerle, ülkenin büyük şehirlerini kasıp kavuran terör olaylarıyla, muhtıralar ve postmodern darbelerle, yolsuzluklarla, devletin de parçası olduğu karanlık ve kirli ilişkilerle simgeleşen bu dönemde Türkiye gerçek anlamda varoluşsal bir tehlike yaşadı. İşte AK Parti, böyle bir konjonktürde ortaya çıktı.

ÖNSÖZ: NASIL BAŞLADI?

Parti sözcüleri, siyasal ve toplumsal fay hatlarında biriken yok edici gerilimlerin tümünü azaltmaktan bahsediyordu. “Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir” özdeyişini temel ilke edindiklerini duyuruyorlardı. Parti programında “bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri arasında sayan” AK Parti, devlet politikalarının, güvenlik merkezli olmaktan çıkarılacağını, özgürlük-güvenlik dengesinin gözetileceğini, bireyin devlete önceleneceğini vaat ediyordu.

Geçmişte birçok reform girişiminde bulunulmuş ama sonuca ulaşılamamıştı. Bu deneyimlerin ışığında AK Parti, kökten bir değişim, hatta liberal bir devrim gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Bu yüzden yine programında; “Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir” diyerek somut ve normatif hedefler benimsemişti. Türkiye, kendisine giydirilen deli gömleğinden kurtarılacak, ülkeyi fiilen bir açık hava hapishanesi durumuna getiren yasaklar kaldırılacak, düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecekti.

Siyaset-iş dünyası-bürokrasi-finans sektörü-basın arasında kirli bir çıkar düzeni kurulmuştu. Ülkenin havasını zehirleyen bu yapı tasfiye edilmedikçe düze çıkmak mümkün değildi. AK Parti; “Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır” diyordu. Yolsuzluk sorununun temelinde devlet eliyle yaratılan ve keyfî biçimde dağıtılan rantlar olduğuna vurgu yapan parti programı, devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğinin altını çiziyor, devletin ekonomideki işlevinin düzenleme ve denetim ile sınırlı kalacağı, tüm kurumlarıyla ve kurallarıyla işleyen bir piyasa ekonomisi düzeni öngörüyordu. Evrensel standartlara uygun tam tanımlanmış bir hukuk düzenini, güvenilir ve işleyen bir adalet mekanizmasını, garanti altına alınmış mülkiyet haklarını, güvenilir kurumsal yapıyı, pazara ve kaynaklara serbestçe ulaşma imkânını öngören bir ekonomik düzen kurulacaktı. Bu düzende dayatan, direten, rant dağıtan bir devlet değil; düzenleyen, denetleyen, fırsat yaratan, teşvik eden ve yol gösteren bir devlet olacaktı. Böylece toplumsal refah da artacak, sürdürülebilir büyüme sağlanacaktı. AK Parti bu ilkeleri “yasaklarla, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele” ya da kısaca “3 Y ile mücadele” olarak sloganlaştırmıştı.

Belki de en önemlisi, programda sık sık AK Parti’nin katı yargılara değil ilkelere dayandığına, tekelci aklın değil kolektif aklın hâkim olduğu bir kitle partisi olduğuna vurgu yapılmasıydı. Parti programı ‘Giriş’ kısmında “çağdaş, akılcı, gerçekçi ve uygulanabilir bir siyasi program” olarak tanımlanıyordu.

Ama olmadı…

GİRİŞ

AK Parti iktidarın ilk yıllarında, parti programında yer alan hedeflere yönelik çarpıcı başarılar sağlandığı nesnel bir gerçek olarak kabul edilmeli. Terakkiperver Parti-Demokrat Parti-Anavatan Partisi siyasal geleneğine karşı itirazlar, liberal ekonomi politikalarına yönelik ideolojik eleştiriler ya da AK Parti’nin en baştan beri dinsel referanslarda bulunması dolayısıyla “bunlar zaten hep böyleydi” tarzı çekinceler bir tarafa bırakılacak olursa, beğenirsiniz-beğenmezsiniz ama dış politika, kamu yönetimi ve ekonomi alanında yerleşik kalıpların ötesine giden, gerçekten devrim niteliğinde gelişmeler olduğunu inkâr etmek mümkün değil.

Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki hareket alanını sınırlayan, adeta dış politikayı rehin alan üç fobi; Kıbrıs, Kürt meselesi ve Ermenistan ile ilgili cüretkâr adımlar atıldı. Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakerelerine başlandı. ABD askerlerinin Irak’a yönelik askerî harekâtı Türkiye üzerinden yapmasını öngören Hükümet Tezkeresini, hem de o tarihte henüz milletvekili ve başbakan olamamış da olsa AK Parti Genel Başkanı olarak gücü elinde bulunduran Tayyip Erdoğan’ın bütün gücüyle desteklemesine karşın 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedecek kadar özgün ve bağımsız bir duruş sergileyebilen Türkiye, aynı zamanda Batı İttifakı içinde hiç olmadığı kadar etkili bir konum kazanmayı da başarmıştı. Bir yandan İslam Konferansı Örgütü’nün yönetimine bir Türkiye vatandaşı seçiliyor, Ortadoğu sokaklarında Türkiye havası esiyor, Afrika ve Latin Amerika açılımları yapılıyor; öte yandan hem AB hem ABD ilişkileri her alanda artan işbirlikleri ile güçleniyordu. AK Parti yönetimindeki Türkiye; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da neredeyse standart siyasal yapı haline gelmiş olan ‘bir büyük gücün patronajındaki diktatörlük’ modeli yerine kabul gören bir alternatif olmuştu. AK Parti’den esinlenen yerel İslamcı gruplar Fas’tan Endonezya’ya değişim rüzgârları estiriyordu. İktidar, meşruiyetini, dış destekli askeri gücün değil “insan hakları ve temel özgürlükler, demokrasi, serbest piyasa” şeklinde özetlenebilecek çağdaş siyasal sistemi kendi medeniyet değerleri ile uyumlu kılan ve bunda başarılı olduğu ölçüde toplumsal destek kazanan İslamcı-demokrat partilerin sağladığı bir model öneriliyordu.

AK Parti, programında yer alan demokratikleşme adımlarını hızla atmaya başladı. AB üyelik süreci ile paralel olarak Türkiye’nin vesayet rejiminin önemli bileşenlerini ortadan kaldıran bir dizi reform hamlesine tanık olundu. Aile, toplum ve çalışma yaşamında kadın-erkek eşitliğini sağlama görevinin devlete verilmesi, ölüm cezasının ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, askeri bürokrasinin sivil yönetim üzerindeki etkilerini sınırlayan düzenlemeler, uluslararası anlaşmaların normlar hiyerarşisinde iç hukukun üzerinde tanınması, anadil öğretiminin serbest bırakılması, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası ile kurumsal yönetişim ilkelerinin ve çağdaş iç denetim uygulamasının benimsenmesi, devlet yönetiminde şeffaflığı sağlayan Bilgi Edinme Yasası’nın kabulü, kamu yönetimi üzerinde etik denetimi amaçlayan Kamu Görevlileri Etik Kurulu Yasası’nın çıkarılması ve yerel yönetim reformu gibi değişimler iktidarın ilk döneminde yaşama geçirildi. Ardından 2009’da yakın dönem siyasal tarihimizin belki de en önemli gelişmelerinden olan Çözüm Süreci başlatıldı. 2010 yılındaki anayasa değişikliği ile askeri yargının görev alanı daraltıldı, siyasal partilerin kapatılması zorlaştırıldı ve vatandaşlara Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.

AK Parti iktidarının ilk 10 yıllık döneminde ekonomi alanında sağlanan değişim ise toplumsal yaşamdaki etkileri açısından en çarpıcı olanıydı. 2001 Krizinin ardından başlayan ama yeterli siyasal ve toplumsal desteğin sağlanamaması yüzünden uygulamada aksamalarla karşılaşan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, kapsamı genişletilerek ve içeriği iyileştirilerek yaşama geçirildi. Özelleştirme ve piyasalaşma alanlarında büyük başarı elde edildi. 2006’da bir yıl içinde, geçmiş 30 yılda gerçekleşenden daha fazla net doğrudan yabancı sermaye yatırımı kaydedildi. Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki ağırlığı, 2002 öncesi 30 yıllık ortalamasının iki katına ve tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı (Grafik 1).

19.jpg

40 yıldır yüzde 10 civarında, çoğunlukla da bunun altında seyretmiş olan Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’deki kişi başına milli gelire oranı ilk kez yüzde 25’e yaklaştı, gelişmiş ekonomilerle aramızdaki gelir farkı azaldı. Bu arada yıllardır ekonomiyi kemirip bitiren enflasyon geriletilmiş, küresel şoklar gibi olağan dışı gelişmelerin etkili olduğu dönemler dışarıda bırakılacak olursa gıda ve enerji dışı kalemleri içeren çekirdek enflasyonun, yüzde 5 olarak belirlenen enflasyon hedefi ile uyumlu düzeylere gelmişti. Ortalama çekirdek enflasyon 2010 sonundan 2013 sonuna kadar yüzde 6,3 oldu, 2011 Mart’ında Türkiye’deki yıllık tüketici fiyat enflasyonu İngiltere’dekinin altına gerçekleşti. Uzun yıllar sorun olan kamu maliyesi yönetilebilir hâle geldi. Geçmişte ortalama dokuz ay vadeyle borçlanabilen Türkiye Hazinesi yabancı para cinsinden 30 yıla, Türk lirası (TL) cinsinden 10 yıla kadar vadeli tahvil ihraç edebiliyordu. Üstelik bir zamanlar ancak üç haneli faizle borçlanabilen Hazine’nin 10 yıl vadeli TL cinsinden tahvillerinin getirisi, 2012’nin ortasından 2013’ün ortasına kadar geçen bir yıllık dönemde ortalama yüzde 7,3 idi. Bütçeden faize ayrılan kaynak azaldı, altyapı yatırımları sayesinde potansiyel büyüme iyileşti.

Türkiye dünyaya açıldıkça, ekonominin küresel entegrasyonu arttıkça refah da artıyordu. Borsa İstanbul’da payları işlem gören şirketlerin değerlerini yansıtan borsa endeksi ABD doları cinsinden, ABD’deki borsalardaki benzerlerinin yüzde 35’ine ulaşmıştı. Yabancı yatırımcılar Türkiye’deki şirketlerin hisse senetlerini, Hazine’nin tahvillerini portföylerinde tutmak istiyordu. BASF, Coca Cola, Pepsi, Microsoft, Intel, BP, BSH, Pirelli, Henkel, Procter&Gamble (P&G), Samsung, Siemens, Tetrapak, Unilever, Citibank, Mastercard ve Visa’nın da aralarında bulunduğu onlarca şirket, yüzlerce ülkeyi yönettikleri bölgesel merkezlerini Türkiye’ye kaydırdı. Türkiye, doğrudan yabancı sermaye stoku bakımından 2007 yılında 21’inci sıraya yükseldi, 2008-2010 dönemi için dünyanın yatırım yapılabilir en cazip 15’inci ülkesi seçildi. Her yıl 4.000’in üzerinde yabancı sermayeli şirket kuruluyor, yüksek gelirli binlerce yabancı şirket çalışanı Türkiye’ye geliyor, burada kalıyor, para harcıyordu. Türkiye’deki doğrudan yatırım sermayesi stoku 200 milyar dolara, portföy yatırımların değeri 190 milyar dolara, Merkez Bankası resmi rezervleri 135 milyar dolara ulaştı (Grafik 2). Yabancı ilgisiyle birlikte ekonomide varlık fiyatları da artıyor, firmaların ve orta sınıfın servetleri artıyor, yaşam standartları yükseliyordu. Evlerin, otellerin, arsaların, alışveriş merkezlerinin, iş merkezlerinin, lokantaların, okulların ve hastanelerin sağlaması beklenen gelirler, dolayısıyla da fiyatları arttı.

20.jpg40 yıldır kişi başına gelirde dünya ortalamasının altında kalmış olan Türkiye, 2005 yılından itibaren dünya ortalamasının üzerine çıktı (Grafik 3).

21.jpg
Sağlanan bu görece istikrarlı ekonomik zemin üzerine inşa edilecek binanın planları, 2013’te hazırlanan ve TBMM’de kabul edilen Onuncu Kalkınma Planı ile çizildi. Adalet ve yargıdan eğitime, araştırma-geliştirmeden içişlerine, sanayiden finansa kadar çok kapsamlı bir dizi yapısal reform öngörülmüştü. İlgili bütün bürokratik kurumların teknik çalışmalarıyla çerçevesi hazırlanan, iş dünyasından, emek örgütlerinden, sivil toplum kuruluşlarından ve akademiden olabildiğince geniş bir katılımla geliştirilen bu yapısal reformların amacı gayrisafi yurt içi hasılayı 1,3 trilyon dolara, kişi başına düşen geliri 16.000 dolara çıkarmaktı ve bunlar ulaşılabilir hedefler haline gelmişti.
Sonra her şey birden bozuldu…

GELİŞME

Bugün, başlangıçta “değili” olduğu ne varsa onu temsil eden bir AK Parti iktidarıyla karşı karşıyayız. En küçük bir muhalefete bile tahammülsüz hukuk dışı baskı ve yıldırmalar; parti kapatma girişimleri; milletvekili dokunulmazlığını belki de en anlamlı olduğu alanda, düşünceyi ifade alanında ortadan kaldırma; TBMM’yi fiilen işlevsizleştiren, siyasetin alanını daraltan, özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamalar; sadece güvenlik odaklı bir anlayışa indirgenmiş otoriter devletçilik; sıradanlaşan kayyum atamaları; adil yargılamanın, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının hiçe sayılması; yürütmenin, hatta İttifak ortaklarının yargıya müdahale etmesi ve talimat vermesi; Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararlarının uygulanmaması, seçim sonuçlarına müdahale girişimi, Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yasalara aykırı işlem tesis edilmesi ve hukuk devletinin işlevsizleştirilmesi; hukuksuz tutuklamalar ve gözaltılar; adliyede herkesin bildiği FETÖ borsası; aile değerleri kılıfına sokarak kadını ikinci sınıflaştırma ve eve kapatma; üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün yok edilmesi; basın ve yayın organlarının iktidarın güdümüne ve kontrolüne tâbi kılınması; sadece retorik düzeyine indirgenmiş milliyetçiliği, slogandan ibaret içi boş bir yerliliği işlenen her cürmün mazereti haline getirme; üzerinde düşünülmeden ve etki analizi yapılmadan alelacele çıkarılan düzenlemeler ve hemen ardından bunların değiştirilmek ya da iptal edilmek zorunda kalınması; şeffaflıktan uzak kararlar; ayyuka çıkan ve her alana yayılan kayırmacılık ve yolsuzluk; devlet ve siyaset ile suç örgütleri arasındaki ilişkiler...

Ekonomi alanında yaşanan çöküş ise çok daha acıklı. Bütün ekonomik göstergeler krize işaret ediyor. Hayat pahalılığı dar gelirliler için katlanılmaz düzeyde. Yoksulluk artık bir ekonomik sorun olmanın çok ötesinde.

AK Parti’nin bunca başarıya rağmen, işler yolunda gider, her seçimde oy oranını artırarak iktidarı korurken böylesine akıl dışı bir yola sapması, kendi siyasal ikbaliyle birlikte Türkiye’nin geleceğini de tehlikeye atmasının altında yatan zihniyet sorununu göremezsek sağlıklı bir analiz yapamayız. İrrasyonalitenin bu düzeyi, bireyde olsa ancak şizofreni ya da disosiyatif bozukluk gibi akıl ve ruh sağlığı sorunlarıyla açıklanabilir. Ancak içlerinde bayağı aklı başında insanlar da bulunan bütün bir iktidarın, geçmişi yarım yüzyılı bulan bir siyasal hareketin topyekûn çılgınlığa sürüklenmesinden ve dahası bunun toplumda kitlesel psikojenik bir duruma yol açmasından bahsediyoruz. Bozulmayı, çok uzun süre iktidarda kalmaya, aile üyelerinin yönetime karışmaya başlamasına bağlayanlar olabilir. Tarihsel değişime rastlantısal olayların ya da büyük insanların eylemlerinin mi yoksa toplumsal altyapıyı etkileyen nesnel koşulların mı yol açtığı üzerine derin bir tarihsel yöntem tartışması bu yazının ölçeğini aşar. Sadece şu hususu vurgulamakla yetinelim; kuşkusuz tarih kendi kendini yapmaz, tarihi yapan insanların iradesidir. Ama toplumsal gelişmeler keyfi ya da rastlantısal şekilde değil, nesnel tarihsel koşullara uygun gerçekleşir. Dolayısıyla iktidar partisi yöneticilerinin kişisel durumlarının, aile ve sosyal çevrelerinin ya da bireysel psikolojilerinin yaşanan kırılmadaki etkisini yok saymasak da daha derinlikli bir analize ihtiyaç olduğu açık. Bugün yaşananları anlamak kadar geleceğe yönelik ders çıkarmak için de böyle bir analiz gerekli. Aksi takdirde; “Osmanlıların yükseliş devrinde iyi padişahlar vardı, sonra kötü padişahlar gelince imparatorluk çöküşe geçti” diyen anlatıya benzer bir açıklama getirmiş oluruz. Bu bozulmayı getiren doğuran yapısal etkenlerin neler olduğunu araştırırken de zülfüyâre dokunmayı göze almak gerekiyor.

2008 Ekonomik Krizi sonrası değişen küresel koşulların etkililerini kuşkusuz dikkate almak gerekiyor. Bir ABD Başkanının, hem de BM Genel Kurulu’nda “Küreselleşme doktrinini reddediyoruz” ifadesini kullanmış olması, aşırı sağcı siyasal partilerin yükselişi, ekonomi alanındaki krizin etkilerinin çok daha geniş olduğunun göstergesi. Küresel ekonomi-politik kırılmayı göz ardı ederek yapılacak analizler eksik kalır.

Türkiye özelinde de önemli kırılmalar yaşandı. 30 yıla yakın zamandır bürokraside, iş dünyasında ve toplumda örgütlenen ve sonunda 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunarak FETÖ’ye dönüşen Fethullahçılar belki de bu kırılmalardan en büyüğüne sebep oldu. Zihinsel olarak benzer bir havuzdan beslenseler de AK Parti iktidara gelene kadar yolları kesişmeyen bu iki damarın başta ortak tehdide karşı zorunlu olarak kurduğu ittifak ilişkisi, bu tehdit gücünü yitirdikçe Fetullahçıların iktidara el koyma girişiminde bulunması sonucu çatışmaya dönüştü. Benzer biçimde; Ortadoğu’daki gelişmelerin, DAEŞ’in yarattığı depremin, Kürt ulusal hareketini rehin alan PKK terörünün maksimalist hezeyanlarının da etkileri yadsınamaz. Ancak şunun altını çizmek gerekir; karşınıza çıkan ve bir kısmı kontrolünüzün dışında olan gelişmeler, maruz kaldığınız şoklar dışsal etkilere yol açar. Sonucu belirleyen ise bu etkilere verdiğiniz tepkilerdir. Tepkilerinizin niteliğini ve yönünü içsel dinamikleriniz ve öznel tercihleriniz belirler. Aynı dışsal etkiye iki aktör tamamen farklı tepkiler verebilir ve bunun sonucunda gelişmeler apayrı yönlerde seyredebilir. İçsel dinamiklerin başında, yaşamla ilgili tercihleri de belirleyen dünya görüşü ve bunun da altında yatan zihniyet gelir.
Türkiye’nin yaşadığı krizlerin de AK Parti’nin geçirdiği başkalaşımın da temelinde, büyük çoğunluğu ortak bir dünya görüşünün kodlarını paylaşan AK Parti yöneticilerinin ve kadrolarının zihniyeti yatıyor. Bu noktada hareketin lideri Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’de ve AK Parti iktidarlarında ne ölçüde belirleyici olduğunu bir kere daha anımsamakta yarar var. Başlangıçta kurucu aktörler arasında gücün bir ölçüde daha dengeli dağıldığı bir yapı olmuş olsa da, özellikle 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilip parti ile ilişkisini zorunlu olarak kesmesiyle birlikte AK Parti giderek Tayyip Erdoğan ile özdeşleşti ve 2011’den sonra da onun kişiliğinde mündemiç hâle geldi. Ahmet Davutoğlu’nun tasfiye edildiği 2’nci Olağanüstü Büyük Kongre’nin Divan Başkanı Bekir Bozdağ, AK Parti’yi son derece mütevazı adımlarla kurumsallaştırmaya teşebbüs eden ve bunun bedelini ödeyen Davutoğlu’na şu sözlerle cevap verirken bu gerçeği en çıplak biçimde ifade etmişti: “AK Parti’yi dünyanın en büyük siyasi markalarından biri haline getiren ustaların ustası Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. AK Parti’yi kuran, başarıdan başarıya koşturan Recep Tayyip Erdoğan’ı bütün gönüldaşlarımız adına dua ile anıyor ve Allah’ın selamıyla selamlıyorum; ‘Selamun Aleykum’. Fiziken aramızda olmasanız da manen aramızdadır. AK Parti Tayyip’in partisidir ve öyle olmaya devam edecektir. Kurumsal olarak devam ettikçe Cumhurbaşkanımızı AK Parti’den, AK Parti’yi Cumhurbaşkanımızdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Tek neferi vardır o da Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.”

Benzerine ancak Stalinist partilerde rastlanabilecek, demokratik siyasette, hatta az biraz ilkeleri olan kurumsallaşmış herhangi bir siyasal harekette yadırganacak bu liderlik kültü, AK Parti’nin 2016 gerçekliğinde hiç de abartı değildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile de bu “tek millet-tek devlet-tek lider” yapısı siyasal yaşamın her alanında egemen hâle geldi. Bu tespiti yapmış olmakla birlikte, AK Parti iktidarında “bozulma” olarak adlandırdığımız süreci bu “tek adamlaşmanın” ötesinde, daha kolektif bir zihniyet sorunu olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan süreci “Erdoğan tek karar verici oldu, AK Parti’nin gerçek yüzü ortaya çıktı” yargısı ile açıklamak sığ, yüzeysel ve yanıltıcı olsa da lider baskınlığı ile İslamcı siyasal tercihlerin birbirini beslediğini ve süreci hızlandırdığını ileri sürmek büsbütün yanlış olmayacaktır.

AK Parti bir ideoloji ya da İslamcı kavramla “dava” partisi olmasa da yönetici kadrosu ve politikalarının düşünsel temellerini kuran elitleri tereddütsüz bir şekilde İslamcı siyasal gelenekten geliyordu. Ama siyaset yapımında ve giderek kamu alanında İslamcı atıfların baskın duruma gelmesi 2012’den sonra daha hissedilir oldu. Bunda AK Parti’nin kendi içindeki dinamikler kadar Türkiye siyasetine ilişkin güç dengelerinin iktidar lehine değişmesinin de etkisi vardı. AK Parti 10 yılı aşkın süredir, kendilerini ülkenin gerçek sahibi, sosyo-ekonomik değişimin çevreden merkeze taşıdığı aktörleri ise işgalciler olarak gören zinde güçlerle mücadele ediyordu. 1997’de 28 Şubat darbesinde, 2002’de Erdoğan’ın genel başkanlığının ve milletvekilliğinin önlenmesinde, 2007’de 367 Krizinde ve Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 2008’de parti kapatma davasında demokrasiyi de hukuku da ayaklar altına alarak siyaset alanına müdahale etmeye ve siyaseti kendi tercihlerine göre şekillendirmeye çalışan bu çevrelerle girişilen zorlu kavga, sonunda AK Parti’nin kesin zaferiyle sonuçlandı. Bu süreçte karşıtlarının ne denli acımasız olduğunu, iktidar mücadelesinde her yolun mubah görüldüğünü öğrenen AK Parti, kendi güvenliğini sağlamak adına bürokraside, sermayede ve kitle iletişiminde yığınak yapmaya yöneldi. “Düşmanlarını” öğretmen edinmesi, kaçınılmaz olarak AK Parti’yi kendi varlık sebebine ihanete sürükledi. Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüştü, yok etmeyi amaçladığı çarpık sistemin bizatihi sahibi ve işleticisi oldu, geçmişte kınadığı ne varsa hepsini yaptı. Ve bütün bunlar İslamcı siyasetin hanesine yazıldı...

Devamı yarın...

YORUMLAR (36)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
36 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir