Açlık ve yoksulluk kıskacında süren hayatın derin bir yoksunluk üretmesi kaçınılmazdır. Sosyal, siyasal, kültürel vs. maliyeti etraflıca ele alınması gereken bu mesele; teknik, mekanik bir iktisat düzenlemesi olarak düşünülemez. Öğrencilerin açlık veya yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenememesi bu hususlarla bağlantılı önemli bir mevzudur. Hiçbir mesele kaynaklandığı yerle sınırlı kalmıyor çarpan etkisiyle hayatın diğer tüm alanlarını etkileyen bir hüviyet arz ediyor.
Türk-İş Nisan 2025 verilerine göre “dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 24.035,59 TL, gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 78.291,84 TL”dir. Açlık ve yoksulluk sınırının ikisi de, adlarından da anlaşılacağı üzere, insanların hayatlarını idame etmeleri için sahip olmaları gereken zorunlu miktara işaret etmektedir. Dolayısıyla açlık sınırı aç kalmamanın, yoksulluk sınırı da tabiri caizse açıkta kalmamanın sınır hattını çizer. Sınır, sınırda olma, sınıra yakın olma; doğası gereği diken üstünde olma halidir. Çünkü sınır, aynı zamanda sınırın altı ve üstü arasındaki mesafenin oynak olduğu bir zeminin mevcudiyetiyle mümkündür ancak. Hele hele sosyo-ekonomik hayatın kronik bir şekilde istikrarsız olduğu bizim gibi ülkelerde sınır boylarında yaşam sürmek çoğunlukla sınırların hayli altında zorlu bir hayata mahkûmiyet anlamına gelmektedir.
Nisan ayında dört kişilik bir ailenin aylık sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için ihtiyaç duyulan ücret yaklaşık 24.000 TL iken ülkemizde geçerli olan asgari ücret 22.104 TL’dir. Üstelik asgari ücret aylık beslenme giderlerini değil tüm harcamaları içeren bir ücret olarak yürürlüktedir. Açlık, yoksulluk meselesi maalesef ülkemizde yerli yerine oturtulamadığı için istatistikî veri olarak dile gelmenin ötesinde bir anlama bürünemiyor. Çoğunlukla açlık-tokluk düzleminde lokalleştirilerek tüketiliyor mesele. Elbette özünde açlık-tokluk var ancak ne mesele ne de meselenin özü bununla sınırlı tutulabilir.
Açlık ve yoksulluk kıskacında süren hayatın derin bir yoksunluk üretmesi kaçınılmazdır. Sosyal, siyasal, kültürel vs. maliyeti etraflıca ele alınması gereken bu mesele; teknik, mekanik bir iktisat düzenlemesi olarak düşünülemez. Öğrencilerin açlık veya yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenememesi bu hususlar bağlantılı önemli bir mevzudur. Hiçbir mesele kaynaklandığı yerle sınırlı kalmıyor çarpan etkisiyle hayatın diğer tüm alanlarını etkileyen bir hüviyet arz ediyor.
Veriler ekonomik durumun nasıl yakıcı bir boyutta olduğunu gösteriyor. Çalışanların neredeyse yarısına yakınının asgari ücretle çalıştığı gerçeği bile tek başına sosyal-siyasal alarm zillerinin çalması için yeterli. Okul öncesini dışta bıraktığımızda yaklaşık 17 milyon öğrencimiz örgün eğitim içinde. Ekonomiye ilişkin verilerin eğitime yansımalarına özenle bakmakta zaruret var. Çünkü bu alanın doğrudan yansımasından örgün eğitim sistemi içindeki çocuklara, kelimenin gerçek anlamıyla açlık düşmektedir. Doğrudan açlığın, yakıcı bir yoksulluğun beraberinde ne tür eşitsizlikler getirdiğini zaten hesap etmekten bile aciz durumdayız. Öğretmenin niteliği, veli takibi, öğrenci motivasyonu, teknik donanım, materyal vs. üzerinden giden eğitim-öğretim yapılanması bütün bu hususların etkisini doğrudan etkileyen sosyo-ekonomik gerçekliği dikkate alan bir okumadan ısrarla kaçıyoruz. Bunun eğitimi nasıl bir başarısızlık girdabına sürüklediğini görmek bile istemiyoruz. Tartışmaya dâhil edilmeyen bu alanın yerine bir kandırmacadan öte anlamı olmayan ideolojik, sembolik bir takım gerilimler takviye etmeyi seçiyoruz.
Okul yemeği üzerinden kamuoyunun gündemine gelen meseleye değinmekte yarar görüyorum bu vesileyle. Öğrencilerin açlığı gerçekten de çok önemli ve kritiktir. Okul yemeği bu açıdan okulun işleyişi ile ilgili bir probleme değil içinde bulunduğumuz hayatın tanzimi ile ilgili ekonomi-politik soruna işaret eder. Dolayısıyla çözüm, okul içindeki palyatif bir tedbirden öte ve önce insanca yaşam ve adil-eşit bölüşümle doğrudan ilintilidir. Ana odağa bunu yerleştirdikten okul yemeği ile bağlantılı olarak şu hususların altını çizmekte fayda var. Birincisi öğrencilerimizin önemli bir kısmı okula aç gelmektedir. Aç gelenlerin bir kısmı okul düzeni ile bağlantılı olarak, örneğin kahvaltı yapmayarak, gelmekte. Diğer önemli bir kısmı ise zaten açlıktan gelmekte, açlığı giderecek bir varlıktan yoksun olarak okula aç gelmekte, sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenememekte. İkinci önemli husus ise bu şekildeki bir beslenmenin öğrencilerin dikkat süresinden öğrenme güçlüğüne, davranış bozukluğundan devamsızlık süresinin fazlalığına ve dolayısıyla üzerinden geleceğin şekillendiği okul başarısının azalmasına varan bağlantılı ve birbirini tetikleyen sonuçlara yol açtığı görülmektedir.
Bunun önüne geçmek ve eğitim-öğretim faaliyetlerini sağlıklı bir şekilde yürütmek için düşünülen okul yemeği esasında eğitimin zorunluluğu dikkate alındığında zaten devletin bir çözüme bağlaması gereken önemli bir gündem başlığıdır. Bilindiği üzere dünyada olduğu gibi ülkemizde de eğitim-öğretim, öğrenim çağındaki tüm öğrencilerin zorunlu katılımını esas alır. Devlet, belirli yaş aralığındaki tüm nüfusun, sağlık vs. gibi geçerli bir mazereti yoksa fiili devamı üzerinden sistemi yapılandırmıştır. Okula gitmemek gibi bir seçenek söz konusu değildir ve hangi okula gideceğiniz, ne zaman gideceğiniz, ne öğreneceğiniz, kimden öğreneceğiniz, nasıl öğreneceğiniz ayrıntılı bir şekilde belirlenmiştir. Sizin katkınız, eleştirileriniz ve talepleriniz çoğunlukla dikkate alınmaz, meşru görülmez. İstenilen şekilde katılımınız beklenir, ona uygun davranmanız istenir. Görüldüğü gibi zorunlu eğitim hak ve özgürlüklerle, meşru bilgi tekelinin kim(de) olduğuyla, öğrencilerin nasıl konumlandırıldıklarıyla, sosyo-ekonomik gerçekliğin vaziyetiyle vs. doğrudan bağlantılı. Eğitim bahsindeki herhangi bir problemi layıkıyla konuşmaya başlamak doğrudan hayatın yapı sökümüne girişmek demektir.
Türkiye’deki mevcut ekonomi-politik gerçeklik (yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik, işsizlik, güvencesizlik, yüksek enflasyon, vs.) ve yaşam organizasyonunda okulun konumlanması (öğrenciler ilkokulda günde 6, ortaokulda 7 ve liselerde de türüne bağlı olarak en az 8 ders saati okulda kalmaktadırlar)dikkate alındığında sağlıklı ve besin değeri yüksek gıdalara erişim önemli bir sorundur. Eğitim nasıl hak olarak değerlendirilmekteyse aynı zamanda sağlıklı beslenmenin de temel bir hak olduğu ve bu haktan sorumlu olanın doğrudan devlet olduğu belirtilmelidir. Yetersiz beslenen, beslenemeyen, okula aç gelen milyonlarca çocuğumuzun sorumluluğu tıpkı tüm öğrencilerimizin sağlıklı, başarılı bir şekilde geleceğe hazırlanmasında olduğu gibi devletin üzerindedir.
Okul yemeği programı bu yüzden bazı ülkelerin öğrencilerin beslenmelerine yönelik hayata geçirdikleri bir uygulamadır. Uygulamanın “çocuklar için sosyal destek işlevi göreceği, özellikle toplumun kırılgan kesimlerine bir sosyal koruma ağı sağlayabileceği” belirtilmektedir. Doğrusu okul temelli çözümlere şüpheyle yaklaşan birisi olarak okul yemeğinde de anlamlı bir çözüm ile karşı karşıya olup olmadığımızdan emin olamıyorum. Öğrencilerin açlığını, sağlıklı beslenme haklarını mutlak surette koruyarak, önceleyerek konuşmamızda yarar var şüphesiz. Okul yemeği bu açıdan çocukların yaşadığı derin soruna ilişkin lokal bir çözüm sunması açısından tartışmaya açıktır. Çünkü yapısal bir şekilde devam eden soruna kalıcı bir çözüm üretmek yerine bürokratik bir müdahaleyle adeta kalıcılaştırmakta, bağımlılığı pekiştirmektedir. Oysa ana çözüm odağı öğrencilerin ailelerini de içeren sosyal, ekonomik, politik alanlardır ve bu alanlardaki yeniden yapılanmadır.
Bugün okullarda beslenme ve su ihtiyacı gerçekten de kritik bir konudur. Çocukları zorla okula toplayan devlet onların fizyolojik ihtiyaçlarının ne olduğuyla, ne kadar giderildiğiyle ilgili görünmemektedir. Tıpkı ailelerinin ne halde olduğuyla ilgilenmediği gibi. Okul yemeği bir sorunu göstermesi açısından çok önemli ancak bir çözüm olarak yerindeliği tartışmaya açıktır. Çünkü okullarımızın kahir ekseriyeti böyle bir hizmetin verileceği fiziksel koşullara sahip değil. İkincisi, ısrarla belirttiğim gibi, bu tip çözümler mevcut okul düzeneğini tartışma dışı bırakan bir okuma üzerinden dile geliyorlar. Okulu, ne zaman ne mekân ne ilişki ne de içinde yer aldığı genel ekosistem ile etkileşime sokarak tartışmaya açmaya yanaşmayan bu çözümler açıkçası statüko dostu arayışların yansımalarıdır.
Özellikle temel eğitimde beslenmenin aynı zamanda bir eğitsel faaliyet olarak yapılandırılması gerekli fiziksel koşullar sağlandığında önemli ve makul görünmektedir. Bunun bile mevcut fiziksel koşullar ve yardımcı personel durumları gibi hususlar dikkate alındığında kaş yapalım derken göz çıkarmaya dönüşmesi çok da ihtimal dışı görünmediğini de not etmeliyiz. Ancak anlamlı ve kalıcı bir çözüm için temelde karşımızda iki seçenek bulunmaktadır. Birincisi ve en önemlisi Türkiye’de yoksulluğun, gelir dağılımındaki eşitsizliğin, işsizliğin, güvencesizliğin, ekonomi-politik istikrarsızlığın giderilmesi ve herkesin insanca yaşamasına imkân veren maddi koşulların sağlanmasıdır. İkincisi, bu yapıldıktan sonra mevcut okul gerçeğinin öğrencilerin fizyolojik, psikolojik, duygusal, bilişsel ve sosyal gereksinimlerine karşılık verebilecek şekilde baştan aşağı tartışmaya açılmasıdır. Ülkeyi fakir bırakıp çocukları okullarda yemekle, vatandaşları yardım mekanizmalarıyla bağımlılaştırmak; giderilmesi için uğraştığımız açlıktan kesinlikle daha az tehlikeli değildir.