Görüşler

Korona günlerinde dilimiz açıldı

Korona günlerinde dilimiz açıldı

‘Devler Geçti Bu Yollardan’ kitabının yazarı A. Yağmur Tunalı “Şu korona günlerinden sonra doktorlarımızın göğsümüzü kabartan fedâkârlıkları hayatımızda olumlu izler bırakırken bazı kelime işgallerine de engel olamayacak gibiyiz” diyor.

Salgınla dünyanın tadı iyice kaçtı. Gergin ve tedirginiz. Önümüzü göremez haldeyiz. Sanki bir dünya savaşının psikolojik yükünden daha ağır bir baskıyla her yer çalkalanıyor. Ancak, biliyoruz ki insanlık aynısı değilse bile böyle çok salgınlar gördü. Elbet bu da geçecek. Ve üzerinde binbir araştırma ve yorumla tarih olacak. İletişim çağı avantajıyla şimdiden bazı sonuçlar tahmin ediliyor. Teknik tarafını bilenlere bırakalım. Sosyal hayat ve insanlık açısından olumsuz yönlerine bakanlar yanında olumlu tarafına bakanlar da az değil. Salgın geçince bu korona virüsüne bazı bakımlardan minnet ve şükranlarını sunacak benim gibi çok kişi tanıyorum. Şüphesiz, bizi perişan eden bu büyük belanın böyle nimet sayılacak bir tarafı da var.

Bir kere, Trump başta, başına buyruk hareket etmeye çalışan ve virüs karşısında da bu tavrını devam ettirmek isteyenler fena çarpıldı. Böyle bir felaket gelmese bunu başka türlü nasıl görecektik? “Ben varsam kanun nizam kenarda duracak, neyiniz varsa bendendir ve herşey benden sorulur..” diyecek noktaya gelen dünya liderleri delilik etmenin manasızlığını galiba biraz olsun anladılar. Çünkü deliden deli görünenleri geçtik, görünmez ne deliler bulunacağını da gördüler. Güçlerine güvenenler, başkalarını sinek zannedenler, görünmez virüsün darbesiyle önce sendelediler, sonra her biri bir türlü yere çakıldı.

Tabii, şunu da akıldan çıkarmamalı: İnsanoğlu tuhaftır. Politikacılar, hele bu türden olanlar daha tuhaftır. Bunların salgınla bozulan durumlarını düzeltebilmeleri elbette garantili bir sonuç değil. Bizimkiler belki bunlara örnektir. Bağış toplamadan tutun da sağlık çalışanlarını şiddetten koruma kanununa kadar “Ben yapacağım, ben teklif edeceğim” derdinde çelik çomak oynamaya devam ediyorlar. Özellikle bizde böyle. Diğerleri de bu süreçten yine akıllanmadan çıkabilirler. Fakat şurası muhakkak, fiyakaları iyiden iyiye bozuldu.

Bizde de olumlu değişmeler tabii var: Pek çoğumuza, her kanalda aynı yüzleri günde üç, bazen beş sefer canlı konuşur görmekten hafakanlar basıyordu. Siyaset böyle bir tek tipleşme ile boy gösterirken tartışma programlarında da aynı yüzler, sanki aynı merkezden aldıkları talimatla konuşur gibiydiler. 1984 yazarının kurgusuna benzer bir yapıyı özler gibi konuşanlar ve benim tabirimle “hipnoza uğrayanlar” ağırlıktaydı. Virüsten sonra en azından bu “sahibinin sesi korosu” dağıldı. Kenarda nasıl beklediklerini tahmin etmek zor değil. Bazı şeyler henüz değişmemiş görünse de değişeceği kuvvetle söylenebilir.

Bu tür sebeplerle benim gibiler televizyonlara mesafeliydik. Virüs her temasa mesafe koydururken bu mesafeyi kaldırdı. Dünya meselesi, sağlık meselesi ve ülke meselesi deyip bizi ekrana döndürdü. Daha çok televizyon seyreder hale geldik. Virüs sayesinde bütün televizyonların vazgeçilmez aktörleri değişti. Doktorlar, her gün her saat üçü beşi bir arada konuşuyorlar. Aynı şeyleri tekrar tekrar dinlemekten yoruluyoruz. Bunun başka bir yolu da yok. Siyasetçilerin ve kör siyasetin ekranlarda işgal ettiği zaman azaldı deyip teselli bulabilenlerimiz az değil.

DOKTORLARIN GÜZEL TÜRKÇESİ

Günlerdir dikkatimi çeken bazı hususlar var. Yıllar yılı vaktini ve dikkatini Türkçe’ye vermiş bir kimse sıfatıyla iyi şeyler gördüm. Doktorların konuşmalarına ve özellikle üsluplarına bayıldım. Hemen hepsi düzgün ve akıcı konuşuyorlardı. “Ne desem, nasıl desem?” diye düşünmüyorlardı. Konularına hâkimiyetleri belliydi. Aynı konuda kimbilir kaç defa ve kaç türlü düşünüp konuştukları da belliydi. İyi öğrenmiş, iyi uygulamış oldukları da belliydi. Dahası, iyi anlattıkları da apaçık bir gerçekti.

Bu, öyle söyleniverip geçilecek bir tesbit değil. Türk doktorları öteden beri neden iyidir, bütün bozulmalara rağmen neden böyledir, üzerinde düşünmek zorundayız. Diğer sosyal bilimlere mensup hocalarımızın ve uzmanlarımızın neden doktorlar kadar düzgün konuşamadıklarını bir çok yönden bilmeyi istiyorum. Böyle bir araştırma okumadım. Böyle bir dikkati okuduğumu da hatırlamıyorum. Doktorların meslekleri dışında bir sanatla veya başka bir işle meşgul olduklarını hepimiz biliriz. İnsan ve hayat üzerinde çalıştıkları için, el attıkları işlerde başarıları yüksektir. Bunu da şöyle böyle biliyoruz. Fakat neden böyle olduğunu benim burada söyleyeceklerimden daha derinlikli analizlerle ortaya koyacak çalışmalara ihtiyacımız var.

TABABET DİLİ

Doktorlarımızı dinlerken Türkçelerinin birkaç açıdan takdire şayan olduğunu belirtmek yanında başka diyeceklerim de elbette var. Bizde, kavramları oturmuş alanların başında “tabâbet” gelir. Tıbbıye-i Şâhâne’den epey ce sonra yer yer değişse de uzun zamandır şimdiki batı kavramları kullanılıyor. Osmanlı Türkiyesi, batıdan yeni okullar, yeni eğitim-öğretim usulleri alırken Türkçe’yi muhakkak gözetiyordu. Okul açmakta acele edildiğinde Fransızca tedrisat başlatılıyor ama hedef de konuyordu: Bir dönem sonra bütün derslerin kitapları Türkçeye çevrilecek ve yabancı dil bırakılarak Türkçe devam edilecek. 1773’de Mühendishane( İtü’nün ilk hali) de böyle kuruldu ve sonra gelen her okul için aynı anlayış uygulandı. Osmanlı zamanında, özellikle son asırlarda açılan eğitim-öğretim kurumlarında Türkçeden başka bir dille eğitim-öğretim düşünmezlerdi. Çünkü, milletin, devletin dille ayakta durduğunu ve kendisi kalabildiğini bilirlerdi. İki Gözüm Türkçe kitabımda dikkatlere getirmeye çalıştığım hususlardan biri de buydu.

Tıbbıye 1827’de açıldığında, kavramlar, hastalık adları dâhil Türkçeleştirilmek istendi. Şânîzâde Atâullah, bir tıp lügati hazırladı. Birçok hastalığın adını da Türkçeleştirdi. Halk tabirlerini de kullandı ama daha çok Arapça’dan faydalanarak yeni kelimeler buldu. Onlardan bugüne kadar gelenler var: Mesela pnomöni’ye zâtürre dedi. Sonra bu isimler ve kavramlar terkedildi ve batı literatürü benimsendi. Doktorlarımız hemen her konuşmalarında bu kavramları bolca kullanıyorlar. Beğendiğim konuşmalarda da en çok dikkati çeken ve eleştirilecek husus budur. Üstelik bu tıp terimleri yanında bazı açıklayıcı yabancı dillerden alınma kelimeler de sıkça kullanılıyor. Mesela sürveyans. Bu Fransızca kelimeye ne gerek var diye düşünürken bir de baktım, meğer bu da bir kavram gibi yerleşmiş. Sürveyans kiti ve yönetmeliği bile var. Artık, öyle anlaşılıyor ki, her kavram uluslararası hale gelmiş.

Bunu bir dereceye kadara kabul etsek bile kavramlar dışında da rastgele bazı yabancı kelimeleri kullanan doktorumuz çok. Açıklama demiyor, eksplikasyon diyorlar. Bulaşma ve bulaşmış demiyorlar, kontaminasyon ve kontamine diyorlar. Bir de Türkçe “bulaş” kullanıyorlar, o da kavram olarak tam oturmuyor. Ayırma, ayrılma, uzaklaşma, uzaklaştırma, mesafe gibi onlarca kelimeyle ifade edilecek duruma izolasyon diyorlar. İletişim çağının yeni terimleri de ağızlarda. Bakan Bey “aplikasyon geliştirildiğinden” bahsediyor. “Genetik materyal’e bakmaktan söz ediliyor. Gün boyu böyle halkın, hatta okumuşun bile anlamayacağı onlarca tabir üzerinden güya aydınlatılıyoruz.

Doktorlarımızın Türkçelerini överken bu sıkıntılı durumu da mercek altına almak lazım geldiğini düşündürmek için söylüyorum. Gerçi onlar, hastalarına konuyu basitleştirerek anlatmaya alışık oldukları için bize o kelimeleri değişik şekillerde anlatıyor, düşündürüyorlar. Çünkü anlaşılmayacağını onlar da biliyorlar. Buna rağmen ortada bir dil probleminin varlığını ve yeni nesillerdeki Türkçe zaafının artışı dolayısıyle de giderek ağırlaşan bir anlatım ve anlaşma derdini görmemiz lazım. Bir aylık sürede, yüz kelimenin hatta daha fazlasının günlük dilde yerleşmiş gibi duyulduğunu görmek lazım. Bu şu demektir: Bizim dillerini Osmanlıca diye aptalca bir cehaletle ittiğimiz 150 yıl önceki doktorlarımızın dilinden daha fazla Türkçe asıllı olmayan kelime kullanılıyor. Bu noktaya özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Söylenenlerin ve yaygın kabulün aksine, bir bakışla Osmanlı dönemi Türk doktorunun dili daha sadeydi. Biz bugünün kaç ihtilal görmüş diline bakarak hüküm veriyor ve o dili ağır buluyoruz. Bunu her alan için düşünebiliriz.

YİNE GELDİK TASFİYECİLİĞE

Buraya dokunmuşken yeni yaşadığım bir dil meselesini de anlatmak isterim: Feysbuk’ta bir dostumun açıklamasını vermiştim. Başlığı “Zorunlu bir açıklama” idi. Ben de üzerine “ ….. ın tavzih metni” yazarak aynı başlıkla paylaştım. Bir romancı dostumuz “Tavzih nereden çıktı?” diye bir yorum yazdı. Arkasından eski bir kültür bakanımız da “Açıklama dururken tavzih de ne?” deyince artık durulacak yerde değildik. İki isim de önemli. Dikkat buyurun, bu dostlarımızın, Allahın günü, onlarca yeni tıp terimi veya batı kelimesi, kavramı, sesi duyarken hiçbir itirazları olmuyor, belki bin yıldır kullandığımız “tavzih”le uğraşıyorlar. Bu psikoloji dilde gafletin ve yıkıcılığın önünü açan en çarpıcı ve yeni bir örmektir. Batıya gümrük yok. Her geleni hiç bilmediğimiz, anlamadığımız halde bağrımıza basıyoruz. Devamlı itibarda bir konuk gibi baş köşede ağırlıyoruz. O da istediği gibi istediği kelimeleri kulağından tutup atabiliyor. “Ağanın bir bildiği var” diyoruz. Bizim olana ve kendimize itibarımız bu derece zayıf. Dil karşısındaki tutumumuz bizi ele veriyor. Kendimizi sevmede ciddî arızamız var ve dil üzerinden böyle örneklerle iyice açığa çıkıyor. Bu sözlerim ağırsa da ağır, ama doğru demez misiniz?

Şu korona günlerinden sonra doktorlarımızın güzel Türkçeleri, tedavi edici bilgileri ve göğsümüzü kabartan, can pahasına giriştikleri fedâkârlıkları hayatımızda olumlu izler bırakırken bazı kelime işgallerine de engel olamayacak gibiyiz. Yüzyıl kullandığımız İntâniye’yi beğenmeyip enfeksiyon’u aldığımız gibi poziitif-negatif başta olmak üzere, semptom, semptomatik, partikül, enfekte, dezenksiyon, dezenfekte, viral, bakteriyel, popülasyon, immunite, sekonder, ace reseptörü, enflamasyon, vantilatör ve daha onlarca kelime günlük dilimize girecek gibi. Dikkatinizi çekerim, bunların çoğunun Türkçesi var. Plazma gibi, televizyon özelliği sanarak şaşırdıklarımız da var. İyileşen bir hastadan yeni hastalara şifa için kullanmak üzere plazma almak istemişler, o da gidip plazma tv alıp vermiş. Vatandaş kan plazmasından bahsedildiğini anlamamış. Böyle esprili durumlar da mizaha gün doğan salgın günlerinin tebessümle düşündüren yanlışlarına yol açıyor. Unesco’nun öncülüğüyle yıl boyu anacağımız büyük hikâyecimiz Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey’ini hatırlatan bir örnek demez misiniz?

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir