Ahmet Güneştekin: 'Alfabe insan sözünün haritası ve sesin portresidir'

Ahmet Güneştekin: 'Alfabe insan sözünün haritası ve sesin portresidir'

Güneştekin ile Artİstanbul Feshane’deki ‘Kayıp Alfabe’ sergisini konuştuk. Eserlerinde yok edilen ve korunmaya muhtaç dilleri odağına alan sanatçı, ‘geçmişle hesaplaşmanın gerekliliğine’ inanıyor. Güneştekin, "Alfabe benim için insan sözünün haritası ve sesin portresidir" diyerek, şunları söylüyor: "Kaybolan alfabe de sözün ve sesin buharlaşması anlamında. Harflerle ilgili çalışmalarımda alfabeyle birlikte potansiyelindeki kültürel bağlamın buharlaşmasının yaratacağı kayıplarla ilgileniyorum."

SALİHA SULTAN

Sanatçı Ahmet Güneştekin’in ‘Kayıp Alfabe’ sergisi, 17 Ocak’ta Artİstanbul Feshane’de açıldı. Çalışmalarında hafıza ve göç gibi temalara odaklanan, toplumdaki kırılma noktalarına çarpıcı bir bakış açısıyla ışık tutan sanatçının, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ev sahipliğinde, İBB Kültür’ün katkılarıyla sanatseverlerle buluşan sergisi iki aydır ziyaretçi akınına uğruyor. Sanatçının disiplinlerarası işlerini bir araya getiren sergisi, 20 Temmuz’a kadar görülmeye devam edecek. Yurt içinden ve dışından binlerce sanatsevere, Artİstanbul Feshane’nin 8 bin metrekarelik alanında renkler, sesler ve görüntüler arasında unutulmaz bir deneyim yaşatan sanatçı Güneştekin ile KARAR okurları için konuştum.

Artistanbul Feshane’deki Kayıp Alfabe serginizin ‘kişisel tarihinizin en büyük sergisi’ olduğunu söylüyorsunuz. Diyarbakır’daki Hafıza Odası, İzmir’deki Gavur Mahallesi sergileriniz de çok geniş görünüyordu. İstanbul’daki serginizin farkı ne?

Kayıp Alfabe sergisini sanat pratiğimde bir eşik olarak tanımlıyorum. Hafıza üzerine işlerimden nesnelerle çalıştığım enstalasyonlara kadar farklı disiplinlere genişleyen bir kapsamda kurguladığım bir sergi. Kişisel dünyamı ve onunla örtüşen kolektif unsurları yansıtıyor. Benim için malzeme kullanımları açısından öncekilerden daha farklı bir analiz ölçeğine sahip. Makro ve mikro yaklaşımlarla iç içe geçen, nesnelerin mikro unsurlarına müdahale ederek öznel bir karşılaşmaya dönüştürdüğüm bu işler mekân üzerinden birleşiyor.

Serginiz bir sanat fuarından, hatta bienallerden neredeyse daha kapsamlı. Böylesine büyük bir sergiyi nasıl hazırladınız? Christoph Tannert ile nasıl bir araya geldiniz? Hazırlıklar ne kadar sürdü?

Serginin hazırlıkları iki yıl sürdü. İstanbul ve dışında yedi farklı stüdyoda yoğun bir çalışmayla uluslararası standartlara sahip bir sergi ortaya çıkardık. Düşünce aşamasından gerçekleşmesine kadar çok sayıda kültür çalışanının serginin yapımına katkısı var. İlk aşamada Tannert ile mekânı gezdik ve bazı planlamalar yaptık. Serginin küratöryel düzenlemesini benim, sanatsal ve teorik düzenlemesini ise kendisinin yapacağı konusunda fikir birliği sağladık. Berlin ve Dresden’deki sergilerimde de birlikte çalışmıştık. Bu sergi için bir araya gelmeye karar verdik. İBB Miras ve Güneştekin Art Refinery ortaklığıyla yaklaşık 200 kültür emekçisinin çalışması sonucu bir ayda sergi kurulumunu tamamladık.

Kayıp Alfabe’ye dönersek, birçok serginizde hafıza ve göç temaları etrafındaki sorgulamalarınızı izledik. Harflere ise özel bir ilginiz var. Harfler sizin için ne ifade ediyor?

Alfabe benim için insan sözünün haritası ve sesin portresidir. Kaybolan alfabe de sözün ve sesin buharlaşması anlamına gelir. Harflerle ilgili çalışmalarımda alfabeyle birlikte potansiyelindeki kültürel bağlamın buharlaşmasının yaratacağı kayıplarla ilgileniyorum. Harf formlarından oluşan heykeller, kitap ve taşları birleştirdiğim yerleştirmeler, dili ve ona bağladığım hakikati hem nesnel hem de öznel olarak daha geniş bir şekilde yansıtmanın ve mikro hikayeleri toplumsal bağlamlara yerleştirmenin bir yolu. Seslerle iç içe geçmiş harflerden oluşan bu çalışmalar, benim için yasaklanmış, kurgusal ve hayali evren ve düşünceleri, insan müdahalesiyle yok olmuş dilleri ve tehlike altındaki korunmasız dilleri ifade ediyor.

‘İNKILAPLARA KARŞI DEĞİLİM AMA MODERNLEŞME TRAVMASININ SONUÇLARINI DA GÖREBİLİYORUM’

Alfabelerin, harflerin dünyada olduğu gibi ülkemizde de ideolojik gölgeleri var. Tarihimizde bir Harf İnkılabı hikayemiz var örneğin, sonrasında elimize alıp okuyamadığımız birçok Osmanlı Türkçesi metin... Günümüzde Türkiye’nin resmiyette kabul etmediği Q, W, X gibi harflerle ilgili tartışmalar da var mesela, ancak bu harfler geçen yıl ‘Ortak Türk Alfabesi’nde kabul edildi. Bu size ne düşündürüyor?

TDK, bu harflerin bizim kullandığımız Türkiye Türkçesinin alfabesine eklenmesi anlamına gelmediğini açıklamıştı. Alfabenin doğasına ait değil, bir dilde olmaya sesleri alfabesinde göstermenin anlamı da yoktur. Bu ortak alfabe uygulaması esasında tüm lehçelerin ortak kullanımı için çerçeve bir alfabe oluşturmak ve coğrafi yakınlıklar üretmek üzerine bir girişim. Genel olarak da Türkçeyi Kiril alfabesinin etkisinden uzaklaştırma çabasına yönelik. Bahsettiğiniz ideolojik gölgeler burada da karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan yabancı bir alfabenin insanın anadiline dayatılması ise çok farklı bir konu. Bizim harf devrimimiz Türkçenin yararına olmuştur olmasına ama yolu yordamı ve sonuçlarını tartışmaya devam edeceğiz elbette. Diğer dillerin buharlaşmasını konuşacağız. İnkılapçı değişimlere direnen bir anlayışa sahip değilim ama bu dilsel yerine geçmelerin verdiği hasarı, modernleşme travmasının sonuçlarını görebiliyorum.

Sizin en sevdiğiniz harf peki? Neden?

Tek bir harfi daha çok sevdiğimi söyleyemem ama her harfi farklı nedenlerle seviyor olabilirim. Alfabe basit bir yapı değil, her birimizin karşılaştığı, öğrendiği ve kendi özgün yollarımızla kullandığımız bir şey. Yani alfabenin biyografisi kendi biyografimizle iç içedir. ‘E’ benim için evimdir, ‘C’ sözcüklerim, ‘N’ bir nar olabilir belki, ‘Y’ de gittiğim yollardır. Kişisel tarihlerimiz ve duygularımız, harflerin her birimiz için ne anlama geldiğini de belirler.

ESERLERİM ARASINDA BİR HİYERARŞİ YOK

Ahmet Bey, içeride yaralarla dolu tarihimiz, dünya üzerinde süren katliamlar, kişisel hayatlarımızda yalnızlığa savrulduğumuz bu modern zamanda ruhu sıkışanlar olarak nasıl gezmeliyiz bu sergiyi? Bir sanatçı olarak bize uzattığınız bu eli nereden tutmalıyız ki, iyileşmeye bir adım daha atalım?

Sergi alanında eserler arasında hiyerarşi gözetmeyen bir planlama çalıştık. İzleyicinin izleyeceği rota ve yapacağı okuma da kendine özgü olacaktır. Etrafında dolaşırken beklenmedik şekillerde değişen, bazen dar ve geniş, bazen de mütevazı ve yüksek, ama her zaman beklenmedik mekân geçişleri görebilirler. Belki bazen sıralı olmayan bir izleme yapmaları gerekecek, bu da patikalarını oluştururken ileri geri hareket etmelerine ve yeni çağrışımlar kurmalarına olanak tanıyacak. Hepimiz dünyayı bir dizi karşılaşma olarak deneyimleriz ve etki bu karşılaşmaların sonucunda oluşur. Sergide de nesnelerin etkileme kapasitesine izin veren bir sergileme stratejisi uygulamak istedim. İşlerin her biri benim için duygusal bir müdahale olduğu kadar tarihsel ve öznel referansları içeren anlatımlardan oluşuyor. İzleyicinin duygusunu ölçebilecek değişkenler, sanat eserinin sosyal bir nesneye dönüşmesiyle bağlantılı. Bu da eserin izleyiciler hakkında olmaktan çok onlar için olabilmesine bağlıdır. Esas olarak bunu yapmak istedim.

Sanatçılar bize hep yüzleşmeyi vadeder. Haklısınız da, çünkü yüzleşmekten kaçınıyor insanlar, toplumlar, devletler. Peki sizin yüzleşmekten kaçtığınız bir konu var mı? Yani sırada ne var?

Geçmişle hesaplaşma deneyiminin gerekliliğine inanıyorum ama bunun zorluğunun da bilincindeyim. Bu yüzden yorumlama gücümü çoğunlukla insanlarla ilgili olayları düzenleyen güçlerin etki alanına nasıl taşıyabileceğimi düşünürüm. Sanatsal uygulamaların süregiden şiddetin koşullarıyla yüzleşmemize katkısı olacağını biliyorum. Ne iç dünyamda ne de toplumsal düzeyde yüzleşmenin alanına taşımamaktan çekindiğim bir şiddet biçimi olduğunu da düşünmüyorum. Ama insan duygusu söz konusu olduğundan bugünden yarına çözülecek sorunlar da değiller. Burada esas olan, geçmişle gerçekten ancak geleceği kurma süreci içerisinde hesaplaşılabilir. Bu hesaplaşmanın sanat pratiğindeki karşılığı hafızayla uğraşmak. Sanatsal tanıklığı kurmaya çalışan bu işler, güncel travmatik olaylar üzerinden, bizi geçmişle ilişkimizi yeniden tanımlamaya iten, yeniden düşünmeye zorlayan, şimdiki zamandan bu geçmişe bakmamızı sağlayan bir kavrayış sunar.

20kr02-yeni.jpg

SANAT MEDYASINDAKİ GÖRÜNMEZLİĞİ İZLEYİCİ KIRDI

Sergi açılışınıza 100’ün üzerinde yerli ve yabancı basın mensubu katıldı. Özellikle İtalyan basınından 15 kişilik bir İtalyan gazeteci grubun katıldığını biliyoruz. Yabancı basında çok geniş yer buldu. Sanat tarihimizin belki de en çok ziyaret edilen sergilerinden biri olmasına rağmen, bizde ise açılış haberleri dışında pek haber göremedik. Gündemimizden düşmeyen konulara, Türkiye sosyolojisine ışık tutan bu serginin görmezden gelinmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Anlamın oluşmasında serginin esas alıcısının yani izleyicinin çok temel bir pozisyonu olduğunu düşünüyorum. Sergi pratiğini bu nedenle bir kültür formu olarak tanımlıyorum. Şimdiye kadar gözlemlediğim, Kayıp Alfabe sergisinin izleyicisine oldukça görünür olduğu. Editoryal kararlara müdahale edemem ama sanat medyasındaki görünmezliğin izleyici tarafından kırıldığını görüyorum. Yaşadığımız coğrafyanın travmalarının onarımına dair umudumu güçlü tutmamı sağlayan, çalışmalarımın izleyicide yarattığı bu etki. Bu durumun söylediği şeyler benim için çok önemli. Ürettiğim işlerin sunduğu deneyim ve bir yüzleşmenin olanağına dair şeyler beni ilgilendiriyor. Türkiye’nin özgül geçmişine bakmaktan çekinmeyen bir alanın açılabilmesi, sergilerin ve onların etrafında gelişen tartışmaların buna katkı sağlamasını umuyorum.

20kr02-res1.jpg

RENKLERİ VE MALZEMELERİ DİLİN AYNASINDAN GÖRÜYORUM

Sergilerinizde sorguladığınız temaların ağırlığının yanı sıra, eserlerinizde kullandığınız capcanlı renkler, ortaya çıkan bu çatışma her zaman ilgimi çekmiştir. Artistanbul Feshane’deki serginizi gezerken Ahmet Kaya’nın meşhur şarkısındaki ‘Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe’ şarkısını mırıldandım mesela... Neye göre belirliyorsunuz bu renk ve malzeme kullanımını?

Nesnelerin, eşyaların tekrar tekrar kullanıldığı bir kültürün içinde büyüdüm. Bu farkındalık pratiğime de yansır. Sadece nesneler değil, renkler, imgeler, kelimeler ve dokuları da tekrar tekrar kullanırım. Tüm bu unsurların kavramsal potansiyeli üzerine düşünürüm. Heykelsel alan çalışmalarım bu düşüncelerle ortaya çıktı. Deneyimlerden, gözlemlerden, doğaya yakınlık duygumdan etkilenen tüm bu çalışmalar kültürümün yansımaları. Kullandığım her malzemenin bir hafızası olduğunu tahayyül ederim. Benim için taş, bir malzeme olarak geçmişi, bugünü ve geleceği birbirine bağlar, yani geçmişin maddi tezahürüdür. Akdeniz’in yumuşak sarısıyla Ege’nin kiremit rengi taş oluşumlarını, özgün renkleri ve formunu koruyarak minimum müdahaleyle kullandığımda, bu seçim malzemeyle ve onun coğrafyasıyla kurmak istediğim ilişkiyi de gösterir. Büyük ölçekli işlerimde, katman seviyelerine bağlı olarak farklılık gösteren taşların renklerinin ve dokularının belirginliğinden müdahalemin derecesini anlayabilirsiniz. Yeni işlerimde Gavur Mahallesi sergisinde kullandığımız taş formları yeniden kullandım. Malzeme seçimlerimde her zaman dönüşüm ve yeniden kullanım anlayışıyla hareket ediyorum. Çünkü renkleri ve malzemeleri dilin aynasından görüyorum. Sergi bağlamında renk ve malzeme yaklaşımımı oluşturan unsurları bu şekilde açıklayabilirim.

SERGİYİ ARTİSTANBUL FESHANE’NİN RUHUYLA İLİŞKİLENDİRDİK

Mekân seçiminiz de dikkat çekici. Neden Artistanbul Feshane?

Artİstanbul Feshane şu anda şehrin en büyük sergi mekânı. Yapısal özellikleriyle büyük ölçekli üretim gerektiren işlerim için en uygun mekân. Bunlar taş oluşumları kullandığım heykellerden nesne enstalasyonlarına kadar izleyicinin hareket ve algısı üzerinde farklı etkiler yaratmak üzere birçoğu mekâna özgü çalıştığım işler. Ayrıca Feshane endüstriyel bir miras, çelik ve cam fabrika modelinin ilk örneklerinden. Böyle tarihsel açılımı olan yerlerde daha hassas bir çalışma yapmak ve ona göre bir sergileme stratejisi belirlemek gerekiyor. Bu yaklaşımla 8 bin metrekarelik alan içinde çelik konstrüksiyondan oluşan tarihsel yapıyı baskılamayan bir yöntemle sergileme alanları çalıştık. Eserleri mekânın ruhuyla ilişkilendirmenin yöntemini aradık. Gösterim öğelerinin etkileşimiyle hareket ve görüntüleri kaotik bir modelde harmanlayan, işlerimdeki çeşitliliği yansıtan, kavramları tartışan ve karşılaşmalara odaklanan bir sergi yapısı ortaya çıktı. Böyle bir ilişki içinde farklı boyutlarda ve iç içe geçmiş dairesel metal karkasların örttüğü mermer taş oluşumlarla çalıştığım heykeller sergiyi Feshane’nin endüstriyel tarihiyle ilişkilendirmenin de bir yoluna dönüştü.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN