Senaryolaştırılan edebiyat yapıtlarından oldum olası haz etmemişimdir. Okurun hayal gücüne saldırı sayarım bunu. ‘Anayurt Oteli’, ‘Karılar Koğuşu’ gibi uyarlamaları ne kadar başarılı bulsam da birçok aktarım hayal kırıklığı yaratmıştır bende. Bu serzenişimde yalnız olmadığımı sanıyorum. Pek az kitap okurun imgelemini örselemeden ‘görselleştirilebiliyor’ ne yazık ki.
ÖMER FARUK
Belki en doğrusu sinema filmini/televizyon dizisini romandan ‘apayrı bir şey’ olarak düşünmek ve kabullenmek. Yıllar önce TRT’de, Doğan Hızlan Yusuf Atılgan’a ‘Anayurt Oteli’ filmini nasıl bulduğunu sormuş ve şöyle bir yanıt almıştı: “Film kendi başına hoş bir film fakat tam roman değil... Roman benim yazdığım romandır, film Ömer Kavur’un filmidir.” Ne kadar yerinde bir cevap: roman Yusuf Atılgan’ın romanıydı, film Ömer Kavur’un. Elbette aralarında birtakım farklılıklar olacaktı. Ama bu yazıda Reşat Nuri Güntekin’in ‘Yaprak Dökümü’ romanı üzerinde duralım istiyorum.
‘Yaprak Dökümü’ ilkin 1923’te ‘tiyatro için’ kaleme alınmış. Reşat Nuri üzerinde çalıştığı metni romana dönüştürüp 1930’da bastırmış. 1943-44 ve 73 yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen oyun ‘senaryolaştırılarak’ 1958 ve 1967’de beyaz perdede de gösterilmiş. İki kez de (1987 ve 2006) televizyon dizisi haline getirilmiş. 2006-2010 arasında Kanal D’de yayınlanan ‘174 bölümlük versiyonu’ bugün bir fenomene dönüşmüş durumda. Hem YouTube’daki kayıtlar hem televizyondaki tekrarları hâlâ ilgiyle seyrediliyor. Yusuf Atılgan’ın ‘Anayurt Oteli’ hakkında yaptığı yorumu yeri gelmişken ‘Yaprak Dökümü’ için de tekrarlayalım: Dizi kendi başına hoş bir dizi fakat tam roman değil... Roman Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı romandır, dizi Melek Gençoğlu/Ece Yörenç ikilisinin...
Peki neden? Yusuf Atılgan aynı programda Zebercet’in biraz ‘muallakta kalmış olduğunu’ da söylemişti: “Romanda onun geriye dönüşlerle anlatılan bir geçmişi var. Bunlar filmde olmayınca Zebercet muallakta kalmış gibi geldi bana...” ‘Yaprak Dökümü’ dizisinin romanla arasındaki ‘açı farkı’ bu kadar kısa değil maalesef. Reşat Nuri Güntekin kendi eserini şöyle değerlendirmiş: “İnkılâbımızın ilk yıllarında Türk ailesi çetin bir imtihan geçirmiştir: Haremlik selamlık usulü birdenbire kalkıyor, Erkek birkaç gün evveline kadar ancak kafes ve perde arasından gördüğü, anahtar deliği ve tahta perde aralığından titreyerek gözlediği komşu kadını şarabın ve tangonun ateşli rüyası içinde yarı çıplak kollarına teslim edilmiş buluyor. (…) Harp sonu dediğimiz dünyanın esasen bulanık bir zamanında bu pek birdenbire olan eskiden yeniye geçiş hareketlerinin birçok muhafazakâr aile çocuklarında sarsıntılar, çöküntüler yapması kaçınılmaz bir zarurettir. Yaprak Dökümü bu çöküntülerden birinin adıdır.” Yazarının da açıkça belirttiği gibi, ‘Yaprak Dökümü’ batılılaşmayla sarsılmış toplumdaki aile kurumunun geçirdiği değişimi ve yıkımı konu ediniyor. Geleneksel dünyanın ve değer yargılarının hızla çözülüşü: hikâyenin ‘yirmili/otuzlu yıllarda’ geçmesinin bir anlamı var yani. “Eski terbiyenin” temsilcisi Ali Rıza Bey namuslu ve olumlu bir tip olarak çizilirken, bütün kötülüğün kaynağı, aileye hiç istenmediği halde dahil olarak Ali Rıza Bey’in evini ‘Batılılaştıran’ zenginlik ve gösteriş düşkünü kötü gelin Ferhunde’dir.
Televizyon dizisinde de ‘ana izlek’ değişmez. Olaylar 2000’li yılların başında/günümüzde geçse de Ali Rıza Bey yine geleneksel olanı, ‘hırslı gelin’ Ferhunde (ve damat Oğuz) ‘moderniteyi’ temsil etmektedir. Fakat vahim hata tam olarak burada yapıldı ve yazarın eseri ‘bağlamından’ kopartılarak katledildi, ‘kadük’ oldu. Yirmili/otuzlu yıllarda kocasıyla ayrı bir eve çıkmak isteyen kadın ‘Batı özentisi’ sayılabilir belki ama iki binli yıllarda hiç kimse büyük bir köşkte ‘kocasının ailesiyle birlikte’ yaşamak istemez. Ve daha neler neler... Günümüz dünyasında Ali Rıza Bey’in birçok davranışının ‘karşılığı’ yok. Geleneksel değer yargıları fazlaca arkaik.
Bu nedenle YouTube yorumlarına bakıldığında ‘çoğunluğun’ artık Ali Rıza Bey’e değil Ferhunde’ye (ve hatta Oğuz’a) hak verdiği, ‘Tekin Ailesi’ni’ benzer gerekçelerle (kibirli, tutucu, bencil olmak) kıyasıya eleştirdiği görülüyor. Gerçi yayınlandığı zamanları anımsıyorum; toplumda hâlâ sempati duyuluyordu Tekin Ailesi’ne. İnsanlar Ferhunde’ye kızıyorlardı. Türk toplumunun ‘yirmi senede’ değişen sosyolojisi seyircilerin diziler üzerine yaptıkları yorumlardan, yaklaşımlardan da rahatlıkla okunabilir özetle.
‘Yaprak Dökümü’ artık Ali Rıza Bey ve ailesine üzülenlerin değil, Ferhunde ve Oğuz’u haklı bulanların dizisi. Türkiye giderek ‘aşkının’ peşindeki ‘özgür kadın’ Bihter’in de anlayışla karşılandığı bir ülkeye dönüşüyor. Ha gayret; ‘modernleşmeye’ pek de bir şey kalmadı.