Murat Ülker soruları cevapladı: Birçok ülkede işim var ama tek evim Türkiye’de

Murat Ülker soruları cevapladı: Birçok ülkede işim var ama tek evim Türkiye’de

Türkiye’nin önde gelen iş insanlarından Ylıdız Holding Yönetim Kurulu üyesi Murat Ülker, pandemi sürecinde ZOOM üzerinden katıldığı üç ayrı konferansta üniversite öğrencileri ve iş insanlarıyla bir araya geldi. Soruları cevapladı.

KOVID-19 aslında ülkemizde ve dünyada patlak verdiği andan itibaren küresel çapta bir kriz yarattı, birçok sektörü derinden etkiledi. Sizi nasıl etkiledi?

Murat Ülker: 75 yılı aşkın deneyime sahip bir şirketiz. Bu süre içinde pek çok zorluklarla karşılaştık. Zorluklar insanı eğitir. Daha yenilikçi düşünmeye sevk eder. İnovasyon kaslarımız iyi çalışıyor. Sadece pandemiyle alakalı bir durum değil, öncesinde de böyleydi. Çok sayıda gönüllülük esasına dayalı Disruptive (Alt Üst Etme) Çalışma Grupları oluşturmuştuk.  Koronavirüs salgınının ilk günlerinde de tüm Holding şirketlerini yeni duruma adapte edebilmek için yine gönüllülük esasına dayalı global bir çalışma grubu oluşturduk. Yıldız Holding Tele-Çalışma Disruption Grubu adını verdiğimiz bu grubun çağrısıyla tüm dünyadaki şirketlerimizden 82 proje fikri geldi. Daha sonra tüm proje önerileri Çalışma Grubu tarafından derecelendirildi. Burada ilginç olan, Tele-Çalışma Grubu’nun tüm çalışmalarını tele-çalışma yoluyla yapmasıydı. 

Ne tür öneriler geldi?

ŞOK Marketler’den, Bizim Toptan’dan, GODIVA’dan, yani Yıldız Holding’in hemen hemen her şirket biriminden öneriler geldi. Dijital kütüphane oluşturalım dendi; video görüşmelerini daha sahici yapmak için araştırmalardan yararlanıldı; fabrikaları dijital ortamda gezmeye ilişkin projeler geldi. Hatta uzaktan imza, onay, veri analizlerini iyi kullanmak, yani fabrikaya, ofise gitmeden bir şirketi yönetebilmek üzerine bir fikir turnuvası da yaptık.

whatsapp-image-2021-02-24-at-09-56-43.jpg
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi Murat Ülker

Diğer taraftan dijitalleşme zaten çok önem verdiğimiz, üstünde çok çalıştığımız bir konuydu. Pandemiyle birlikte, çalışanlarımızın yanında olduğumuzun altını çizmek için hemen “Nasılsın?” diye bir dijital uygulama geliştirdik. 65 bin çalışanımıza her sabah sağlık durumlarını soruyoruz.

Arkadaşlarımız kendilerini iyi hissetmediğinde işyeri hekimlerimiz, insan kaynakları birimlerimiz devreye girerek gerekli desteği veriyor sunuluyor. Yani Yıldız Holding’de “disruption” kesintisiz devam ediyor. Gerkirse çalışma modellerimizi altüst edip daha verimli modellere ulaşıyoruz. Ama tabii bunu yapabilmek için kurum kültürünü de buna göre uyarlamak, dijital farkındalık oluşturmak gerekiyor. Bunu yapabilmek için üst yönetim dahil tüm kademelere dijital eğitimler de veriyoruz. 

murat-ulker-zoom-003.jpg

Pazara yansıyan gelişmeler nelerdir?

Uluslararası bir holding olarak biz uluslararası üretim, satış ve pazarlama yapıyoruz. Atıştırmalık mallarında fakat işimizin yarısından fazlası imalat ve perakende Türkiye esaslı yani işimizin uluslararası olan kısmı işimizin yüzde 40’ı kadar. Bütün dünyada bilinen kıymetli markalarımız var. Markalarımızın bir kısmını biz yapmışız, bir kısmını Godiva, McVities gibi sonradan satın aldık. Kriz ortamında insanlar markalara sarıldılar tabiri caiz ise.

Onun için satışlarımız daha iyi gitti atıştırmalık işlerimizde, zarar da etmedik. Ama diğer B2B dediğimiz Business to Business veya EDT Ev Dışı Tüketim satış kanalları var. Yani yemek fabrikaları ve restoranlara da mal veririz. Turizm keza, oraya mal verdiğimiz şirketlerin ciroları yarıdan fazla düştü ve oralarda zarar ettik. 

Son bir yılda özellikle Yıldız Holding olarak hangi refleksleri göstermeniz gerekti? Eski ve köklü bir şirket olarak sizde nasıl değişim ve dönüşümlere yol açtı? 

Tarihi günler yaşıyoruz aslında ama  alışıyoruz, insan her şeye alışır. COVID Çin’den geldi ve biz onu daha Çin’de hissetmeye başladık. Yani öncelikle Çin’deki dükkanlar kapandı, bizim orada dükkanlarımız var, işlerimiz durdu. Ben o sırada Hindistan’a ve Sri Lanka’ya gitmiştim. Hatta orada durdurup benim ateşimi ölçüyorlardı.

Diyorum, “Niye böyle yapıyorlar acaba?” Sonra maskeler filan.Türkiye’ye gelince baktık ki her yer kapandı birdenbire, yani biz içinden geçerek geldik. Böyle bir dünya. Dediğim gibi 75 yıllık bir şirket burası, çok tecrübemiz de var. Böyle zorlukları kendimiz de yaşadık, büyüklerimizden de dinledik gördük. Yani bizim eski, köklü bir şirket olmamız aslında bu yeni duruma intibak etmemizi kolaylaştırıyor. Çünkü daha inovatif hareket edebiliyoruz, daha esneğiz.

Yani “bu iş böyle olur” diye asla demiyoruz; bize etraf ne öğretiyorsa, işin tabiatı ne istiyor ise onu yapıyoruz. Ben hep şunu söylerim: “Bizim patronumuz,” derim, herkes bakar ne diyeceğim diye, “iştir” derim. Yani işin gereği ne ise patron odur. İşin gerekliliğini yerine getirmeniz gerekir. Mesela ne yaptık? Yukarda anlattığım Gönüllülük esası ile çalışan “Disruptive Çalışma Gruplar”da  her şeyi alt-üst ediyoruz. Yani iş yapış şekillerimizi nasıl değiştirebiliriz, ne yapabiliriz ve bunu global ya da uzaktan olarak nasıl yapabiliriz?

Bir sual sorarak başlıyorum, anlatıyorum sonra, belki dünyanın her yerinden çeşitli sualler geliyor, çeşitli ekipler oluşuyor. Ve bu ekipler her gruptan, her ırktan, her coğrafyadan bir araya gelebiliyorlar ve sorunlarımızı çözüyorlar. Sonra bunları yayınlıyoruz, best practice sharing yapıyoruz, çok faydalı oluyor.

İşte bunları yaptık, tele-çalışmaya geçtik. Ben buna çok karşıydım, öğrenmiş oldum. Dijitalizasyona geçtik, artık ben de düğmeye basarak imzalıyorum evrakları, gönderiyorum dünyanın öbür tarafına. Bunlar benim yaşımda benim için biraz daha zor olan şeyler çünkü bir prensip vardır meşhur: Ben neyi ellersem bozulur. 

Bu ne anlama geliyor? 

Mesela tesisler çalışır, yeni bir mal yaparlar mesela, derler bak çok güzel oldu. Bisküviler banttan akıyor, milyonlarca bisküvi akıyor. Ben gider bir tane alırım, mutlaka o hatalı çıkar mesela. Ne diyeyim yani… Başka ne yaptık? Mesela, “Dijital Koridor” diye bir uygulama geliştirdik. Çamlıca Kampüsü’müzde eskiden koridorlarda, bahçede, gönüllü kulüplerinde arkadaşlar sık sık karşılaşır, ayak üstü sohbet ederlerdi.

Evlere kapanınca bundan mahrum kalmak istemedik. IT ekibimiz hemen bu uygulamayı geliştirdi. Bir “bot” rastgele iki çalışanı seçip takvimlerindeki ortak bir saatte beş dakikalığına sohbete davet ediyor. Tele-çalışma şimid normalimiz oldu,  doğru kullanılırsa   verimli olabilecek bir yöntem olduğunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. Ama tabii şirket kültürünü de buna göre değiştiriyoruz veya değişiyor, insanlar da buna ayak uyduruyor.

ÜLKER TÜRKİYE’NİN HATIRASI… GODİVA, McVİTİE’S DÜNYANIN DAMARLARINDA GEZİYOR

75 yaşında bir kuruluş olmasına rağmen Yıldız Holding delikanlı gibi davranıyor. Kurumsal esneklik bu şartlarda nasıl mümkün olabiliyor? 

Aynen böyle. Çünkü ben ne gördüm mesela, iki tane odaydı Yıldız Holding, aslında o zaman Ülker bisküvi fabrikasıydı Topkapı’da. Çocukken gider gelirdim, oynardık. Mesela büyük, kapalı kasa kamyonlar vardı, onların içinde biz top oynardık. Hiç top taca çıkmazdı. Tabii kamyon yüklenene kadar oynayabilirdik. Ama neticede ne oldu?

O iki odada beş kişi çalışırken şirket o kadar hızlı büyüyüp gelişiyor ki o beş kişiden sadece bir ikisi kalabildi. Diğerleri aynı yerlerinde muvaffak işlerini yapıyorlardı ama şirket büyüdükçe o insanlar daha yukarı çıktılar. Ben de her sene mesela özel eğitim alıyorum, gayret ediyorum kendimi yetiştirmeye çünkü biliyorum ki ben olduğum yeri muhafaza edemezsem, kendimi geliştiremezsem beni işten atmaları lazım benim işimin selameti için.  

Sahip olduğunuz markalar sizin için ne anlam ifade ediyor?

İşimiz bence mühim, markalarımız mühim. Ülker markası ülkemizin ortak aklı, hatıraları, tarihi. Çok şükür. GODIVA için de aynı şey söz konusu. Uçaktan inerken diyorlar ki hiçbir yiyecek malzemesi alamazsınız Amerika’ya gidince, sanki bir adaya gelmişsiniz gibi. Kurallar öyledir, hatta uçakların içinde kalan yiyecekler de çöpe atılır.

Yani hiçbir yiyecek malzemesi sokulmaz. E bir kutu GODIVA vardı, dedim “Bunu da mı atacağız?”. Adam baktı, “Yok olur mu yahu, GODIVA o, problem yok,” dedi. Yani GODIVA’nın böyle bir farklı algısı  var. Keza İngiltere’de hangi taksiye binseniz, -ben araba kullanmıyorum orada, taksiyle gidiyorum- “Nereye gidiyorsunuz?” Diyorum ki “McVitie’s’e”. “Aa, bak damarlarımda var,” diyor, “çocukluğumdan beri şöyle yedim, böyle yaparım, her gün alırım,” diye adam hikaye anlatmaya başlıyor. Çok şükür, hepsi eğrisi doğrusuna denk gelmiş. Nasıl böyle bir işi önemsemem, kim önemsemez.

mcvities.jpg

ESKİDEN SADECE TÜRKİYE’DE BİRİNCİYDİM… ŞİMDİ İNGİLTERE’DE, MISIR’DA, ABD’DE DE BİRİNCİYİM. 

Siz Ülker’in yönetimini devraldıktan sonra, şirketiniz Türkiye’nin dünyadaki yüzünü de temsil eden Global şirketlerden biri haline geldi. Godiva ve McVitie’s gibi dünyanın çok önemli markalarını satın aldınız.. Bu öyküyü  anlatır mısınız? Global bir şirketi yönetmek için nasıl bir strateji ve yöntem belirlediniz?  

Bu mecburen oldu. Yaptığımız işler çok şükür bunlar ana işlerimiz.  Nelerdir? Yani bir atıştırmalık bisküvi ve çikolata işimiz var, sonra margarin yani yağ işimiz var, sonra da donuk işimiz var. Bütün bu işlerde pazar payımız yüzde 60’lardan fazla. Yani bir piyasanın ekseriyeti sizde olunca daha fazla büyüyemiyorsunuz. Bunun için Türkiye’de bilhassa biraz da gelişmekte olan bir ülke olduğu ve gümrük duvarları olduğu için dikey entegrasyona önem vermiştik.

Yani düşünün tarladan değil ama buğday un yapmaktan, fındık, fıstık işinden, bunları işleyip şekerimizi yağımızı hatta ambalajlarımızı, kolimizi, kartonumuzu, ambalaj filmlerini, matbaaları, yaptığımız ihracat için kamyonlarımıza varıncaya kadar dış ticaret şirketlerimizin olduğu bir sürü işimiz vardı. Böyle çalışıyorduk. Dikey entegrasyon bize tabii kalite güvencesi veriyordu, maliyet avantajı veriyordu, güven veriyordu ve aynı zamanda da büyük bir işimiz oluyordu. Yani Yıldız holding buydu. Dikey entegrasyonla çok büyük rekabetçi üstünlüğümüz vardı. 

Fakat daha sonra Türkiye Avrupa pazarına ve dünya pazarlarına entegre olup liberal sisteme geçtiğinde gümrük açısından ne oldu bütün bu sistemler değişti ve o fabrikaların çok büyük bir önemi kalmadı. Çünkü iç pazarda da rekabet vardı. Ama bir avantaj da o fabrikalar dışarıya mal satabiliyorlardı. Böyle olunca biz de o işlerden stratejik olanları hariç çıkmaya başladık. Stratejik olanlar neydi? Kakaomuzu alıp çikolatamızı yapmamız, fındığımız işlememiz, buğdayı işleyip değirmende bisküvi yapmamız, bunlar stratejiklerdi.

Onun haricindeki bütün işleri dedik ki bunları biz kendi başına ayakta duracak hale getirelim ve muvaffak olduk. Sütte birinci olduk, oluklu mukavva da birinci olduk, polypropylene’de PVC’de birinci olduk sonra bu işlerin satabildiklerimiz sattık, satamadıklarımızı bir araya koyduk, Gözde diye halka açık bir girişim sermayesi fonu oluşturduk ve gene de satıyoruz ama bazı işleri de alıyoruz. Mesela çakmak işi aldık sattık, traş bıçağı işimiz var, makine takım tezgahları yapıyoruz, madencilik işimiz vardı yeni sattık. Yani bu bir iş dünyası bu iş devam ediyor ama öbür taraftan da Türkiye’de biz bu daha fazla bu dikey entegrasyonun cazibesi kaybolup kendi işimizde yani Ülker markası ile büyümeyeceğimizi anlayınca bu sefer başka ne yapabiliriz yani bu öğrendiğimiz el emeğimizi, tecrübemizi, maharetimizi nerede kullanabiliriz diye baktık.

O zaman önümüze dünya açıldı. Godiva’yı niye aldın diyorlar bana? E çok basit bir cevabı var, satılıyordu, ondan aldım. Çünkü 90 yıllık bir marka dünyanın en maruf çikolata markası e satılmaz ki. Ben Godiva’yı satar mıyım, satmam. O zaman demek ki birisi bir satacak olmuş, ben almışım, benim olmuş. McVities, niye aldım? McVities Türkiye’de Ülker neyse, İngiltere’de o. O kadar maruf bir marka. Bu bisküvi markası da uygun bir fiyat buldum aldım, niye almayayım yani. Ben şimdi sadece Türkiye’de birinciyken, Orta Doğu’da da birinciyim, Mısır’da birinciyim, İngiltere’de birinciyim. Premium çikolatada Japonya’da ve Amerika’da birinciyim. Daha ne isterim. Şükür halimize.

SERMAYEM DE EVİM DE TÜRKİYE’DE

Bu satın almalarla sermayenizi yurt dışına çıkardığınız yönünde kamuoyunda birtakım iddialar dile getirildi. Bunlara ne dersiniz? 

İnsanın kendi parası ile iş yapması en pahalı şeydir ve kendi parası kadar iş yapması en verimsiz şeydir. Onun için zaten hep bankalar, ortaklıklar, finansman araçları vardır. Ticaret olsun, sanayi olsun, yatırımlar ve teşebbüs başkalarının parası ile yapılırsa daha verimli olur. Biz bu konuda oldukça tutucuyuz, muhafazakarız. Yani ne demek bu? Paramız kadar iş yapıyoruz, işimizi riske atmıyoruz. Bütün borçlarımızı öderiz. O zaman elimize fabrikalarımız ve markalarımız bila bedel kalıyor. Yani bu kadar borçlanıyoruz.

Bu Godiva işini de alırken borçla aldık. Zaman içinde para kazandık, geri ödedik. Niye bize bu borcu verdiler. Bir bankalar tanıyordu bizi yurtiçi, yurtdışı. Dediler ki bu adamlara borç verebilirsiniz, bir varlıkları var. Karşılığında Godiva’yı verdik. Ve hesap ettik dedik bu işi başaramazsak ne olur, Godiva’yı geri veririz. Çok şükür borcumuzu ödedik. Godiva’yı da aldık. Yani bunun için sermayenizi eksiltin, yurtdışına götürün, orda bir iş yapın, bunun kuralları var, serbest de değil. Bir devletin sermayesini alıp da başka bir devletin sınırlarına götürmek, yatırmak filan. Yani kamuoyundaki böyle bir takım haberler iş yapmayan, eski kafalı, iş adamı bile olmayan kişilerin mülahazalarıdır.

Gerçek değildir. Mesela yurtdışına gidiyorlar müteahhitler; Libya’da mesela şu kadar milyar dolarlık iş alıyorlar. Ne oluyor? Taahhüt ediyorlar. Buradan o kadar milyar dolar götürüp oraya mı yatırıyorlar? Kazandıkları parayı yurtdışında mı bırakıyorlar? Kazançlarını kendi ülkelerine getiriyorlar. Çünkü şirketin aslı burada.

Bizim bilançomuz burada çıkıyor. Malın sahibi de biziz, ailemiz. Ailemiz de buradaki Yıldız Holding şirketi, bütün işlerin de sahibi o. Sermayemiz de Türk sermayesi ve burada. Bütün bunlar böyleyken, efendim adamın yurtdışında işi varmış. E olsun olmasın mı? Biz sadece Türkiye sınırları içinde mi kalalım? Bence yerli, milli olmak bu değil. Olsaydı Arap tüccarlar dünyanın her yerinde, Afrika’da var her yerde var, ta Çin’de var, ticaret yapmışlar oralı olmuşlar. Sermayeyi mi götürmüşler. Dinlerini götürmüşler, inançlarını götürmüşler. 

godiva.jpg

Türkiye dışında başka ülkelerde kapısını açıp içine girebileceğiniz eviniz var mı?

Başka ülkelerde değil, Türkiye’de bile bir tane evim var. Annemden kalan evim, onlar vefat ettiler, biz beraber otururduk, şimdi biz aynı evde oturmaya devam ediyoruz. Dünyanın her yerinde işim var, iş yapmadığım ülke yok aşağı yukarı malımın satılmadığı, para kazanmadığım ülke yok. Ayrıca dünyada çoğunluğu yani üçte ikisi Türkiye’de olmak üzere bir sürü fabrikam var.

Yurtdışında herhalde 15 tane fabrikam var. Neticede fabrikada çalışan insanlar var. Ama hiçbir tane ne evim ne ofisim var. Ofislerimin hepsi kiralık, sadece fabrikaların mülkiyeti bende çünkü üretim aracıdır, çünkü stratejiktir, başka türlü olmaz. Depolarım bile kiralık. Böyle şeylere sermaye yatırmak yanlış olur. 

BAŞARI FORMÜLLERİM AKROSTİŞLERDE GİZLİ

Global bir şirket olan Ülker’de bu bileşenlere ilave edilen yeni ilkeler nelerdir?  

Okuldan arkadaşım olan, babamın da bir dönem danışmanlığını yapmış olan Mustafa Özel Bey   şöyle demiştir: “Sabri Ülker sıradan bir sermayedar yahut kapitalist olmaktan çok, tutkulu bir girişimciydi. Sabri Ülker tarzı girişimci/yöneticiliğin temeli VİZYON, YENİLİKÇİLİK, SABIR, DÜRÜSTLÜK, BİLİMSEL PLANLAMA ve İNATÇI UYGULAMA ‘ya dayanıyordu.” 

Çok doğrudur. Yıldız Holding ve şirketleri hala bu özelliklerle yönetiliyor.  Ben ne diyorum? Ben bir çok şey diyorum çalışırken mesela GOYA diyorum, yani  “Gez Oturma Yerinde Artık” demek yani işinin başında ol. İş nerede oluyorsa, müşteri neredeyse oraya git demek. G0AL21 diyorum. Bu ne demek? İlk harf G,  GOYA demek, bu bir akrostiş aslında yani baş harflerden oluşuyor. O değil 0 (sıfır) demek. 0 (sıfır) hata yap işinde mükemmel ol demek.

A’ya gelince hizalan, Alignment demek. Hepiniz aynı olun demek değil, hepiniz farklı da olsanız aynı amaca doğru gidin yani. A, Amaç Birliği demek. L’ye gelince bunun İngilizcesi, Türkçesi aynı lider ol, 21 değil o. Lider ol ama bu liderliği şöyle tarif edelim. Belli bir coğrafyada, belli bir kategoride, belli bir pazarda mutlaka birinci ol, birinci olamazsan ikinci ol. Niye? Sabri bey bize derdi ki “Oğlum üçüncünün kim olduğunu kimse bilmez ama birinci ve ikinci bilinir, siz ikisinden birisi olun”. Çok şükür bunu başardık. 

Bir de OF COURSE ve MOVERS akrostişleri vardır. OF COURSE’la  bizde nasıl bir lider olunacağını özetledim.  O Organize (Organize ol), F Focus (Odaklan), C Co-Partners (Tüm paydaşlarla işbirliği yap), O Outstanding (Pazarda mükemmeli yakala), U Update (Güncelle, güncellen), R Rejuvenete (Yenile, yenilen), S Set (% 110 Performans Belirle), E Ethics (Ahlaklı Ol). MOVERS’la  ise stratejik  yönetim anlayışımızı anlattım kısaca yine.  M Money (İşin maddi değeri) O Objectives (Hedefler açık olmalı), V Value (Var ettiğimiz değer), E Evaluate (Tehdit ve Fırstalara Hakim Ol), Rivals (Rekabetçi Avantaj Nerede), S Sustainability (iş ve çevresel açıdan sürdürülebilirlik). 

Bir de daha önce IMPACT olan   dijital çağa uygun hale getirmekte olduğumuz, etkili  ambalaj tasarımına yönelik IMPACT*D modelimiz var. O da akrostiş. I Identity (güçlü kimlik), M Maintain (Tutarlı ol), P Product (Ürünü Göster), A Atract (Çekici olsun), C Consumer (Tüketicine odaklan), T (Uygulamayı düşün), D Dijital,(dijitale uyarla).   Niye akrostiş bunlar? Uzun uzun konuşmaya gerek kalmıyor, herkes böyle kısa yoldan anlıyor ve iletişim kuruyor ondan.  

BABAM BEN BÜYÜRKEN ZENGİN OLMUŞTU

Sabri Ülker gibi çok başarılı bir sanayicinin oğlu olarak büyümek nasıl bir histi o dönem sizin için?

O kısmı çok zor değildi, çünkü ben büyürken ben babamın üçüncü çocuğuyum. Ben büyürken babam zengin oldu. Yani işte araba sahibi olmuş, sonra inşaata girmiş, daire sahibi olmuş, ev sahibi olmuş falan. Yani ben büyürken bunlar gerçekleşti, onun için çok şükür. Mesela muz isterdim. Hayır, turfanda daha ucuzlamadı diye alınmazdı, yenmezdi, onları biliyorum yani. Ama şu da var tabii: Babam leyli meccani okumuş, parasız yatılı; hiç şansı yok, başarmak zorunda ve başarmış.

Hayatında bir kere, herhalde bir öğretmen değişikliği olmuş, kötü not almışlar ama ömür boyu bize onu anlatırdı. Biz de okula başlayınca insan biraz şey yapıyor tabi. Şöyle dedi bize: “Oğlum, bu dersler lazım, bunları öğrenmeniz gerekiyor.” “Eee?” dedim. “Ama benim gibi de not almanız gerekmiyor çünkü ben öbür türlü okuyamayacaktım,” dedi. Kötü not alsa bursu kesilecek, eve dönmek zorunda kalacak parasız yatılı okuduğu için. “Onun için bu dersleri öğrenin, notu da yani geçecek kadar alın,” dedi.

Onun için ben mesela teşekkür filan alırdım ama takdir almazdım yani. Öyle bir talebeydim; başka arkadaşlarım takdir alırlardı yani iyiydi. Ama ne oldu mesela, her şeyi olmak istedim. Lisede kimya dersleri vardı, kimyaya başladık, arka bahçede ben şeyler yapardım, balkonda daha doğrusu. Yangın çıkardı, patlardı çatlardı filan, onları denerdim. Gider Mısır Çarşısı’ndan alırdım, barut yapardım evde, bunları denerdim. 

Nasıl bir öğrenciydiniz. Nasıl hayaller kurardınız, sizi ne heyecanlandırırdı? 

İstanbul Erkek Lisesi de Boğaziçi Üniversitesi de hayatımda çok önemli bir yere sahip. Çok güzel anılarım var.  Boğaziçi’nde işletme okudum. Aslında mühendisliğe ilgim vardı. Hatta lisedeyken kimya mühendisi olmayı isterdim, sonra elektrik-elektroniği düşünmeye başladım. Daha sonra elektroniğe merak sardım, elektronik mühendisi olacaktım. Tabii çocukken kamyon şoförü olacaktık, en büyük şey kamyondu. Ama en sonunda işletmeci olduk.

Böyle bir dünya işte, hepsi oluyor hayatta, yani hepsi var ama tabii bütün bunları yaparken de en civcivli zamanıydı memleketin. 12 Eylül öncesiydi, çok elim hadiseler oluyordu, arkadaşlarımız öldü şu oldu bu oldu ve ondan sonra 12 Eylül oldu. YÖK’ten önce mezun oldum ben. Yani YÖK’ü görmedim ben, bilmiyorum ne olduğunu. Ama okulda da Boğaziçi’ni niye yazdım mesela, çünkü başka okul yoktu.

Yani Teknik Üniversite’ye falan gitme imkanı yoktu. Babam “Mühendis ol,” dedi bana ve o zaman mühendislikte de fazla matematik şu bu var; bakıyorum bir zor tarafı vardır bunun diyorum kendimce. Onun için ayıp olmasın diye 1-3-5-7 hep mühendislik yazdım, 2-4-6-8 hep işletme yazdım. Çok şükür 3 puanla mühendisliği kaçırdım, ikinci tercihim işletmeye girdim. 

Siz çok çalışkan bir insanmışsınız. Yani mesela dersten, okuldan çıktıktan sonra babanıza yardıma gidermişsiniz, Sabri Bey’ e, değil mi?

Yani yardım etmek için değil de meraktan. Yoksa O’nun yardıma ihtiyacı yoktu zaten. Mesela bütün bir yaz maliyet muhasebesi yapmıştım. O eski çarşaf defterler vardı, imalat defteri derler. Büyük bir matrikstir o, kurşun kalemle yazar doldurursunuz. Ben oradan hareketle, okulda öğrendiğim maliyet muhasebesini oraya aplike etmiştim. SKU deriz biz çeşit bazında, yani hangi çeşitten kaç para kazanıyoruz.

Onları buldum hesap ettim, götürdüm anlattım Sabri Bey’e. “Evet, buradan para kazanıyoruz biz zaten,” dedi. Bir tane kare gofret vardı, işte burada da bir tost yapar satardık İstanbul’da, onlardan bütün fabrikanın kârı gelirdi. Yani karşılıklı, okulda öğrendiğimiz işte işimize yaradı, işte öğrendiğimiz okulda işimize yaradı. Öyle karşılıklı. Şöyle bir şeydi zaten bizde yorulmak: Mesela yorulursunuz, imtihana çalışmışsınız falan. Babam derdi ki, “Hadi kalk başka bir iş yaparak dinlen”. Yat aşağı uyu falan demezlerdi yani öyle bir adet yoktu. 

BİR ÜLKENİN EN ZENGİNİ BİSKÜVİCİ OLMAMALI!

Siz de hep çalıştınız ve  Türkiye’nin en zengin insanları listesinde sürekli baştasınız. Babanızın tavsiyeleri fene olmamış! 

Liste yapıyorlar, sen en zenginsin diyorlar, bence yanlış hesaplıyorlar. Neticede bir ülkenin en zengin adamı bisküvi, çikolata yapan adam olur mu? Bir ülkenin ağır sanayisi olur, kocaman şirketleri olur, bankalar olur, bunlar büyük şirketlerdir.

Dünyanın en büyük bisküvicisi Amerikalı bir şirkettir ama ne Amerika’nın birinci şirketidir ne de oranın en zengin adamıdır. Bana garip geliyor. Çorak topraklarda bir yeşil ot bir buket çiçek muamelesi görüyoruz. Buna insan üzülüyor. Biz daha çok çalışıp daha az kazansaydık da memleketimiz daha müreffeh olsaydı, herkes daha iyi durumda olsaydı. Neticede hepimiz daha mutlu olurduk. 

Sabri Bey’in bir sözü var. “Her insanın mutlu bir çocukluk geçirme hakkı vardır” diyor. Siz de Türkiye’ye hatta dünyaya “Mutlu Et Mutlu Ol Günü” isminde özel bir gün, aslında kavram armağan ettiniz. Neden böyle bir felsefe? Neden böyle bir gün?  

Evet kutluyoruz. Güneşin doğuşu ile Japonya’dan başlıyor, Hawaii’de bitiyor. Hawaii’de de dükkanlarımız var, onun için söylüyorum. Niye kutluyoruz? Çok basit. Önce biz holding değiliz, insanız. İkincisi yaşıyoruz, yaşarken de bir iş yapıyoruz.

Ama işi yapmaktaki gayemiz ne? Yani insanlara bir iyilik yapmak. Niye? Çünkü iyi bir iş işlerseniz, iyi bir insan olursanız bunun karşılığı var. Yani hayatınızın bir felsefesi olması lazım. Onun için biz de diyoruz ki başkalarını mutlu ederseniz ancak siz de mutlu olabilirsiniz. Yoksa siz beklerseniz ki başkaları sizi mutlu etsin, size sıra gelmeyebilir.

Bu bir açıdan da bir felsefe olarak iş dünyasına mesaj vermeyi mi amaçlıyor? 

Geçmişten gelen bir felsefedir tabi ki, babam ve ailesi Kırım’da Sovyet döneminde çok büyük zorluklar yaşamışlar. Göçün, yokluğun, kaybın ne olduğunu gözleriyle görmüşler. Hatta içlerinde o kadar yer etmiş ki bu zorluklar, seneler sonra babamla amcamı Kırım’a götürmek istediğimde “Orada güzel anılarımız yok” diyerek reddettiler. Yokluğu  gören, varlığın değerini, mutluluğun önemini daha iyi bilir. Babamlarda da durum buydu. Dolayısıyla bizim özümüzde, değerlerimizde mutlu etmek var. 

Bir kişiden bir diğerine yani ‘elden ele’ geçebilecek en değerli şeyin mutluluk olduğuna inanıyoruz. Çalışanlarımızın, iş ortaklarımızın, komşularımızın ve tabii ki içinde yaşadığımız toplumun mutlu olmasını istiyor ve bunun için çalışıyoruz. Küçük ve kıymetli iyiliklerin mutluluğa dönüştüğüne, mutluluğun ise paylaştıkça arttığına inanıyoruz. Buradan hareketle, Mutlu Et Mutlu Ol Günü’nü artık dünya genelinde, tüm şirketlerimizle kutluyoruz. 

Sadece bir kutlama da değil tabii bu. Yardımlaşmaya bir vesile oluyor. Yıl boyunca Yıldız Holding’in, şirketlerimizin, çalışanlarımızın yaptığı bağışları, yardımları, destek çalışmalarını da kutluyoruz. Bu sene mecburen dijital ortamda kutladık. Ama Amerika’dan Hindistan’a kadar her noktadaki çalışanlarımızla buluşma imkânımız oldu.

Üstelik bu yılki etkinliğimizde rahmetli Sabri 
Ülker’i de 100. doğum günü vesilesiyle yad ettik. Şu anda hepimize rehber olan Mutlu Et Mutlu Ol felsefemizin ne kadar güzel bir anlayış içerdiğini bu pandemi döneminde daha da iyi anladık. Bugüne kadar yapılmış mutluluk araştırmalarının çoğu da böyle söylüyor. Örneğin, kendi için para harcayacağı yerde başkasına yardım etmek, insanları daha fazla mutlu ediyor. 

“SABRİ, TANK FABRİKAN OLSA BU KADAR İTİBARIN OLMAZ!”

Niye Kasım ayı peki?

Bizim işimiz böyle  ve  çok güzel. Benim rahmetli büyük dayım -babam ile yaşları da yakındır- “Sabri,” derdi, “bak tank fabrikan olsa bu kadar itibarın olmaz.” Niye? Çünkü herkese bir çikolata hediye edebilirsiniz. Bizim prensibimiz şu: “affordability, availability”. Yani ulaşılabilir, erişilebilir olmak. Bunun için hem dağıtım mühim hem de fiyatının makul olması mühim. Bir gün, Allah rahmet etsin hepsine, rakiplerden biri arıyor.

Ben de dinliyorum, Sabri Bey’in yanındayım. Bir maldan bahsediyor. “Sabri Bey şu malı yapıyorsun, çok satılıyor değil mi?” diyor. “Evet, çok satıyor, çok gidiyor,” diyor babam. “E bunu bir liraya yapıyorsun, olur mu?” diyor. Babam da “E, bisküvidir bu yani, bir lira, başka nasıl olacak?” diyor. “Yahu,” diyor karşıdaki, “çeşme akarken küp doldurulur.” “Ama yani bir bisküvi de bir liradan fazla olmaz ki, ayıptır,” diyor babam. Velhasıl biz hiçbir zaman malları yetiştiremedik, hep böyle bir gailenin içinde uğraşarak gittik çok şükür.

Bir bereket oldu yani. Niye Kasım ayında bunu kutluyoruz? Kasım’da pek yapacak işimiz yok. Yani Ağustos geri dönüş, Eylül öyle, Ekim’de biraz kış başlıyor falan, gelen mallar çok satılır. Aralık’ta yine bir şamata olur da Kasım biraz boşa kalıyor. Biz de Kasım’ın ortasına bugünü koyduk. Orada da biz kendi kendimizi eğlendiriyoruz işte, müşterilerimizle beraber coşuyoruz, iş yapıyoruz, ticaret yapıyoruz iyi oluyor yani. 

murat-ulker-son-001-001.jpg

Böyle bir felsefeyi benimseyip paylaşmanızı  gençleri ve insanları  cesaretlendiren bir hareket olarak görülüyor…

Öyleyse,  olabiliyorsa ne kadar güzel. Çok güzel bir iltifat olur, böyle.  Ülker gerçekten yedikçe  mutlu eden bir marka, bunun da payı olabilir, bu felsefenin tutmasında.. Babam, “Bu ülke bizim ülkemiz. Biz çalışmalıyız, kazanmalıyız, üretmeliyiz. Çalıştığımızı, kazandığımızı da bu ülke ile paylaşmalıyız," derdi. Yani kazandığımızı paylaşmazsak bir anlamı yok. Başkalarını mutlu etmezsek mutlu olmamız mümkün değil.

TEMA Vakfı kurucularından Nihat Gökyiğit’in babamla ilgili bir anısı vardı. 1992’de TEMA Vakfı’nı kurmak için Vehbi Koç’la görüştükten sonra Türkiye’deki en önemli 30 iş adamına gidip görüşmeye, vakfı anlatmaya karar vermişler. Tabii Sabri Bey’i en başa yazmışlar. Bir de özet sunum hazırlamış Nihat Bey. Sabri Bey konunun önemini hemen kavramış ve ziyaretçilerini çok yormadan, “Ben varım” demiş.

Genelde iş adamları, “Bizi meşgul eder bu iş” diyerek girmek istemezler. Sabri Bey konunun çok önemli olduğunu, memleketin faydasına olduğunu görerek kabul etmiş.  Babam STK ve vakıflarda bilhassa görev alır, desteklerdi. Bu faaliyetlerin gönül işi olduğuna inandığı için gönüllü ve uzmanlarca yapılmasını benimsediğinden bizim aile vakfı kurmamıza karşı çıkmıştı. “Siz mütehassıs kuruluşları destekleyin, yardım işleri anonim, isimsiz olmalı” derdi.

Biz de öyle yaptık. Fakat vefatından sonra bizim uzmanı olduğumuz gıda araştırmaları konusuna münhasır babamın adına bir vakıf kurduk. “İyilik devranına” katkıda bulunmak, dayanışma döngüsüne hizmet edecek bir felsefe ile çalışmak hem insana iç huzuru verir hem de içinde bulunduğumuz topluma hizmet etmektir. Gençler artık daha fazla bu felsefeden yana tavır koyuyorlar bence.. 

Bir baba olarak nasılsınız? Murat Ülker’in çocuklarını yetiştirirken benimsediği temel ilkeler nelerdir? Hangi konularda hassassınız? 

Benim babam beni yetiştirirken kendisinin yetiştiği şartları bana şart koşmadı. Bundan dolayı müteşekkirim. Çünkü niye parasız yatılı okumuş ikinci bir şansı yokmuş, hep başarmak zorundaymış. Hatta iş hayatına başlayınca, iş hayatında da hiç yanlış yapmamaya dikkat etmişler çünkü ikinci sefer deneyecek ne paraları varmış ne imkanları. Fakirlikten gelmişler. Bana dedi ki “Oğlum bu okuldaki dersleri öğren fakat çok şükür senin imkanın var. Bunları öğrenmen için ben de sana yardımcı olurum. Bunlar lazım olacak, öğrenmen lazım. Sınıfını da geç, sınıfta kalma”

Ben de çok şükür teşekkür filan alırdım yani onun gibi takdir filan almazdım ama sınıflarımı geçtim. Devlet okulunda da okudum. Kitap parasından başka para vermedim, bedava okudum. Çok şükür.  Ben ne yaptım? Ben çocuklarını serbest bıraktım. Babam da bana öyle demişti. Ne istiyorsan onu oku demişti. Ben bisküvici olmak istedim. Çocuklarım dediler sen işletme okumuşsun, biz de işletmeci olmak istiyoruz. Üçü de işletme okuyor.

Hangi okulda okuyacaklar, ne olacaklar kendileri araştırdılar, buldular, seçtiler. Büyük oğlan Koç’dan mezun oldu, ondan sonraki de Koç’da okuyor, ikizlerin ikincisi de İngiltere’de okuyor. Birmingham’da okuyor. İngiltere’nin bir avantajı var. Hem İngilizceniz gelişiyor hem de 3 yılda bitiyormuş. Ben de bilseydim beniz zamanımda ben de İngiltere’de okurdum çabuk bitsin diye. 

Çocuklara kendimiz nasıl yaşıyorsak onu gösterdik. Onlar için fedakarlık ettik. Yani çocuklarımızı bırakıp bir yere gitmedik. Dersleri var diye başlarında bekledik, onlar erken yatacaklar diye biz de erken yattık. Ama onlara ne askeri disiplin uyguladık ne de böyle yapmanız lazım dedik. Daha bunlar iki yaşlarında filandı, kendi kendilerine yemek yerlerdi.

Doyunca doyduk derlerdi. Ne canları istiyorsa onu yerlerdi. Ondan sonra kendileri ne istiyorlarsa onu giyinirlerdi. Şimdi de belli bir paraları gelirleri var, kendi paralarını kendileri harcıyorlar. Çok harcayan sonra param kalmadı diyor sabrediyor, az harcayan para biriktiriyor istediğini elde ediyor. Yani o konularda çocukları bu yeni devre göre serbest bırakmak lazım. Ama biz mesela her Pazar günü gündemli toplantı yapardık. Gündemi onlar söylerlerdi. Ben de konularımı söylerdim. Konuşurduk, tartışırdık. Neticede arkadaş gibiyiz onlarla halen daha. Eskiden ben onların abisi gibiydim, şimdi onların hepsi benden büyük oldular. Kuvvetli oldular. Onlar benim abilerim gibi geçinip gidiyoruz.
 
1 NİSAN REKLAM FİLMİ BİZE KARŞI BİR KOMPLOYDU… YAPANLAR KAÇTI

2017 yılın 1 Nisan’da yayınlanan reklam filminiz 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkilendirildi ve büyük bir tartışmaya neden oldu. Bu reklamın hikayesi neydi, gerçekte ne oldu?  

Bu bir reklam kampanyasıydı. 1 Nisan şakası üzerine oturtulmuş. Bunun için de bir reklam filmi hazırlanmış. İnsanlar birbirlerine iyi davranır, kötü davranır, ailede kardeşler birbirlerine ağır şakaları yapar ama bunlar 1 Nisan şakası gibi gerçek değildir. Böyle bir reklam düşünmüşler. Fakat bu oynayan ve herkesin ben dahil şaşkınlıkla karşıladığı bu reklam filmi değil, bir korsan reklam filmi yapılmış dijital olarak, oynatılmış.

Acayip sözlerle, acayip görüntülerle ve bu bir komplo olarak yapılmış çünkü niye biz bunu takip ettik bu reklam filmi televizyonda değil sosyal medyada yayınlanmış. Bizimle bir alakası yok bizim hesaplarımızdan yayınlanmıyor. Sonra bu Ülker reklam filmi deniyor. Ardından bunu 150 kişi konuşuyor sonra birkaç yüzbin kişiye mal oluyor. Yani twitter’da yani bu işin arkasında o bot denen robot denen şahsiyetler var, trol ordusu. Bunlar yapmışlar bunu. Ben Amerikadaydım o sıra dükkan geziyordum. Müşterileri geziyordum, duyunca bir kenara geçtim. Ankara Belediye Başkanı Melih bey haber verdi bana sağolsun baba dostudur, ondan öğrendim.

Hemen bunu açıklayan bir tweet attım. Benim attığım tweet 12 milyon kişiye ulaştı. İnsanlar gerçeği öğrendiler ve bundan çok memnun oldular. O işte söndü ondan sonra. Ama bütün bunlar olurken gece yarısı saat 12’ydi Türkiye’de. Amerika’da saat 7 idi. Sabaha kadar bu iş bitti. Ama şöyle bir etkisi oldu tabii. Bundan sonra biz yoğurdu üfleyerek yedik. Savcılığa müracaat ettik, bu konunu araştırılmasını istedik. Takipsizlikle sonuçlandı.

Çünkü bazı kimseler kaçmış, bazısı yokmuş, bazısına da dedi ki savcılık bunlara ulaşmam mümkün değil. Neticede böyle bir komploydu. Biz kendimizi ucuz kurtardık. Demek ki bu devirde böyle şeylere karşı çok dikkatli olmak lazım. Demeden dediler, yapmadan yaptılar deyiverenler çok oluyor. Bunun arkasından ben sosyal medyadaki işimi paydos ettim 12 milyon kişiye ulaşınca. O zaman diyebilirler ki bu konuda niye tweet attın veya bu konuda niye tweet atmadın?  O gün bu gün twitter’da, facebook’da yokum. Instagramda bazen amatör fotoğrafçılığım vardır, fotoğraf çeker koyarım. Bir de Linkedin’de sanatla ilgili makaleler yazarım.  

Ülker grubu; eğitim, spor, sanat, gençlik, STK alanındaki destekleriyle biliniyor. Bu tür sosyal sorumluluk projeleri Murat Ülker için ne anlam ifade ediyor? Bunları Sabri Ülker Vakfı üzerinden değil de neden farklı vakıf ve STK’lar üzerinden yapıyorsunuz?  

Ben şuna inanıyorum. Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli. Ben bunu söylemem ama alanlar istiyorlarsa söylerler veya nasıl istiyorlarsa gösterirler. Ama bu bilinsin diye söylemek olmaz. Şunu söylüyoruz biz. Marka olarak bir şey yaparsak bunu söylüyoruz. Niye çünkü marka bizim değil ki, marka 1 TL verip gofret alan herkesin. Tüketicimiz  gofret benim diyor. Hatta diyor ki 1 lira verip gofret aldım, 1 lirayı ne yaptın? İste gofreti sattık ya diyoruz. Yok diyor o 1 liradan sana kaldıysa kaç lira kalır bana 1 liradan kalsa kalsa 5 kuruş kalır net. O beş kuruşları ne yaptın diye soruyor. Demek ki bu marka hepimizin.

Öyle mi değil mi tartışmaya lüzum yok çünkü algı her şeydir. Algı gerçektir. İnsanlar öyle davranıyorsa öyle olmuş demektir. Tıpkı bu lisanın kullanılması gibi. Biri kalkıyor bir kelime söylüyor, Türkçe’de yok, herkes kullanmaya başlıyor, o kelime Türkçe kelime oluyor, niye, Türkler kullanıyor çünkü.

Onun için de insanların nasıl görüyorlarsa nasıl diyorlarsa gayri ihtiyari bu değişen dünyada gerçek o oluyor. Onun için markalar için yaptıklarımızı, tabii halkımızla konuşuyoruz, tüketicilerimize anlatıyoruz. Bunu yurtdışında da böyle yapıyoruz. Ama Allah rızası için yaptığımız işte fakir peşinden gittiğimiz, onların hakkını teslim ettiğimiz şeyleri kendimize saklıyoruz. Buna lüzum da yok. Benim inancıma göre ümmetin cimrisi zekat verir. 

Bu STK’lara yardım yaparken neyi gözetiyoruz? O toplum kuruluşunun, derneğin, vakfın alanında eksper uzman olmasını gözetiyoruz, ikincisi bunu yaparken anonim olmasını gözetiyoruz. İşte İlim Yayma Cemiyeti Vakfı buna çok iyi bir örnektir. Bunun gibi daha bir sürü var.

1-001.jpg
Ülker'in kurucusu Sabri Ülker (1920-2012) 
 

FRİEDMAN’IN HAKKINI YEMEYELİM AMA… 

Ünlü iktisatçı Milton Friedman, “Bir işin, işletmenin esas sosyal sorumluluğu kârlarını artırmaktır” diyor. Siz ise kârınızın azımsanmayacak bir kısmını yukarıdaki hizmetlere aktarıyorsunuz… 

Şimdi Milton Friedman’ın hakkını yemeyelim. Biz onun dediğini yapıyoruz, kâr ediyoruz. kâr etmediğimiz takdirde, siz bize niye bu işi yapıyorsunuz veya niye kar edemedin diye sorarsınız. Çünkü şirketlerimizin bir kısmı halka açık, neredeyse her şeyimizde ortaklarımız var, onlara karşı da mesulüz. Ama kârı nereye harcayacağımız konusunda özgür irademizi kullanıyoruz. Mesela ben en çok iyi kızarmış çift kaşarlı tost severim.

E şimdi bundan da kaç tane yiyebilirsin? En fazla iki tane. Geri kalanı ne yapacağız? Bence geri kalanı yine hep beraber “Mutlu Et Mutlu Ol” prensibiyle halkla paylaşmak lazım. Mesela, Sabri Ülker Gıda Araştırmaları Vakfı’nda yaptığımız “dengeli beslenme” projesi  var, ben mekteplere kadar gidiyorum, sınıflara katılıyorum. Okul aile birliklerinde ne yapıyoruz? Çocuklara dengeli beslenmeyi öğretiyoruz. 

Biz mesela bunu çok iyi öğrenemedik. Ben hep biraz kilolu bir çocuktum. Halbuki benim çocuklarım çok daha akıllılar bu konuda çünkü bir tabağın içinde neler olması lazım, neleri yemeleri lazım, ben 40’ımdan sonra sağlıklı beslenmeye başladım. Şimdi dengeli beslenme programı uyguladığımız, benim de  gittiğim okulların birinde okul aile birliğinde bir anne anlatıyor. Çocuğu ‘Bugün bize meyve vermedin, çorba yapmadın anne,’ diyormuş. O da şaşırıyormuş, yani böyle şeyler yapmak aslında kendimize, işimize hizmet.

Çünkü bir işin doğrusunu yaparsanız o iş düzgün olur. Mesela biz bir sene dağıtım sisteminde bir değişiklik yaptık, 20 bin kilometrelik tasarruf yaptık ve o kadar da karbon emisyonu azaltmış olduk. Şimdi diyeceksin ki bunu niye yaptın; daha efektif, daha verimli dağıtmak için yaptım. İşinizi düzgün yaparsanız çevreci de olursunuz. Yani bunlar hep kendi kendini doğuran şeyler. Kendi kendini doğrulayan kehanetler.

Onun için düzgün yapmamız lazım. Mesela spor. Bir tek insan vücudu var ki çalıştıkça aşınmıyor, kuvvetleniyor. Başka ne olursa olsun çalışınca aşınıyor ama insan vücudu öyle değil. Hatta yaşlandıkça, takatten düştükçe daha çok hareket edersiniz, daha sağlıklı olursunuz. Böyle değişik şeyler var yani, mantıkları ters çalışıyor. O yüzden biz hep böyle STK’larda, vakıflarda görev almaya, yardımcı olmaya, anonim olması şartıyla gayret ettik. Bir aile vakfı kurmadık mesela, babamız yasakladı. “Hayır,” dedi, “bu işleri yapan, her konuda bir vakıf vardır, ehildir; onlara yardım edin, onlarla beraber olun,” dedi. 

Bunu yapmaya çalıştık. Bir tek gıda araştırmaları konusunda bir eksik vardı, onun için Sabri Ülker Gıda Araştırmaları Vakfı’nı babamızın adına hayırla yad edilsin diye kurduk ama o da sadece gıda araştırmaları için çalışıyor.. Ama babamızın vefatından sonra kurduk. Başka bir vakıf kurmayı da düşünmüyoruz. Ben gençliğimde Bilim Sanat Vakfı kurmuştum. O halen devam ediyor çalışmalarına. 

PERSONELİMİ İŞTEN ATTIM, BABAM GERİ ALDIRDI

Önünüze gelen bir CV’de neye bakarsınız?

Okuldan sonra mutlaka insanın bir piyasa görmüş olmasını arzu ederim çünkü okuldan çıktığınız zaman sanki herkes size muhtaç gibi düşünüyorsunuz. Halbuki siz hayata muhtaçsınız. Yani burada genelde yanlış anlaşmalar, yanlış beklentiler oluyor.

Onun için o CV’nin bir satırı bile dolu olsa çok kıymetli benim için. Görmek istemediğim tabii uzun bir CV yani burada da çalıştın, burada da çalıştım, orada da çalıştım 3 yıl orada, 5 yıl burada derseniz, 2,3 tane iş değiştirdiyseniz 4’üncü, 5’incisi  ben olmak istemem. Demek ki gene bir yere gidersiniz. Yosun tutan taşlar daha makbul. 
Gençliğinizde galiba bir çalışanınıza sinirlenip işine son verme kararı almışsınız ama Sabri Bey sizi bu konuda uyarmış… 

Evet, iyi bir ders almıştım. Uyarmadı. Gittim o adamı tekrar işe aldım. Ben genel müdürdüm ama babam patrondu. Böyle bir şey yapacaksan personel müdürü var, bu işi onları yapması lazım. Sen genel müdür olarak böyle bir yetkin olmaz. Yani genel müdürseniz yetkiniz olabilir ama bu yetkiyi o arkadaşlara delege ederek kullanmanız lazım, dedi. Biz Sabri Bey ile de çok tartışırdık. Genelde bana kızardı. “Bir kere de sus dinle,” derdi mesela. Gençler hep böyle olur biraz normal.

Başarılarla dolu bir hikayeniz var. Ama aynı zamanda “Başarı öyküleri yanıltmasın; başarısızlıklar genelde paylaşılmaz ama öğreticidir.” şeklinde bir mesajinız da var. Başarıların gölgesinde kalan, öne çıkmayan başarısızlıklarınız oldu mu? 

Birçok oldu. Mesela bir kimya fabrikası kurmuştum, tam çalıştıracakken iki tane engel çıktı önüme. Devlet dedi ki seni izin aldın mı? Borik asit  imal ediyordum. Sonra da tam zamanlı  gelip babamın yanında çalışmak zorunda kaldım, amcamdan ayrılmıştı. O zaman o işi paydos ettim. Ama şanslıydım, arsayı binayı sattım. İçindeki makineleri de o sırada dünyada çok ender olan bir paslanmaz krizi olmuştu.

Benim fabrika da 316 L denen çok özle bir paslanmazdan yapılmıştı. Ben de fabrikayı kırptım kırptım hammadde olarak sattım. Fabrikanın parasını geri kazandım. Şanslıydım. Biraz da şans lazım yani… Şansın şartı da tabi azm-ü sebattır. Yani o kapının arkasında hep beklerseniz, bir gün şans kapıyı çalar açarsınız, ama siz hep orada burada dolaşırsanız şans bana tesadüf etsin diye, tesadüf ettiğinde kapının arkasında olmayabilirsiniz. 

Bir  işi yaparken de o kadar inanıyorsunuz ki düzgün olduğuna, sonra yıllar geçiyor, böyle bir şeyi nasıl görmemişim diyorsunuz. Böyle bir sürü mal yapıyoruz tabii bunlar piyasaya çıkıyor. Bir kısmını hatta görüyorum twitter’da diyorlar gece 12’den sonra herhalde insanlar aş eriyor. Ya Alpella’nın şu malı yok, Peki kek niye yok? Hemen yapın ben yemek istiyorum diyorlar. Demek ki yemek isteyenler az olduğu için arık tedavülden kalkmış. Masrafını kurtarmamış, satışlar yeterli olmamış. Onun için yok olmuş. 

ruba.jpg

COLA-TURKA BAŞARILIYDI AMA YİNE DE SATTIM

Bir de Cola-Turka hikayeniz vardı..

2003 yılında Cola Turka’yı piyasaya çıkardık. Müthiş bir hamleydi. İki büyük oyuncunun olduğu global pazara bir de Türk markası çıkıyordu. Çok yoğun reklam kampanyaları düzenledik. Bugün YouTube’da hâlâ izleyebilirsiniz televizyon reklamlarımızı. Çok iyi işlerdi. Ürünümüze, markamıza, tanıtım gücümüze çok güveniyorduk.
 
Çok ilgi çeken, Amerikalı oyuncuların rol aldığı reklam filmlerimizle büyük başarı kazandık. Herkes Cola Turka’dan bahsediyordu. Rekabetçi fiyatlandırma yapıyorduk; 3 litrelik şişe gibi farklı ürün seçenekleri sunuyorduk; moda tabirle yerli ve milliydik.  Sonuç ne oldu peki? Çok başarılı olduk. 2005’te Türkiye’de ikinci sıraya yükseldik, dünya markalarından birini geride bıraktık! Pazar payımız yüzde 20'ye yakındı. Bu durumda ne oldu? Diğer iki global marka, yani rakiplerimiz çok agresif kampanyalar yapmaya başladı.

Promosyonlar, sanki yerli markaymış gibi ürün yerelleştirmeler, Türk geleneklerine sahip çıkmalar, bayilere daha yüksek kârlar, yalan yanlış haksız rekabet iddiaları.
Sanayi Bakanı bir gün “Bak, babanın da arkadaşıyım ama sana bir ceza vermemiz lazım,” dedi. “Niye ceza veriyorsunuz, ne oluyor?” falan dedim, 35 trilyon ceza kestiler bana o zamanın parasıyla. Yani bizim işin hepsi, yatırımımız 5 trilyon değildi ve 35 trilyon cezası var.

Tabii bende de bir hamakat var tabii. Mahkemelerin üzerinde T.C. yazıyor, ben gittim aynı mahkemeye, devleti mahkemeye verdim bana ceza kesti diye. Toplam yedi sene sürdü mahkeme  ben kazandım, 35 trilyondan bir kuruş ödemedim. Ama tabii bir iş böyle yedi  sene muallakta kalırsa 5’e mal olmuş bir işe 35 trilyon ceza kesilirse , ne yaparım ben bunu derseniz o işe de bakamazsınız. Konsantre olup yatırım yapamazsınız. O yüzden Cola Turka işi bitti.

cola-turka-reklam-son.jpg

Peki bu süreçten ne öğrendiniz?

Rekabetin çok yüksek olduğu bir pazara gireceksen, sonunda kazanacağın ödüle değip değmeyeceğini iyi hesaplaman gerekir. Bir de rakipleri çok iyi tanımak, özellikle pazar liderinin benzer vakalarda, benzer coğrafyalarda ve benzer müşteri profilleri karşısında verdikleri tepkileri bilmek lazım. Güçlü rakiplerin olduğu bir pazara yeni oyuncu olarak girdiğinizde neler olabilir, işler ne kadar ileriye gidebilir? Bunları hesaplamak lazım. Yani asıl rakibin, yerleşik düzen ve regülasyon olabileceğini unutmamak lazım. Biz de bunu öğrendik.

ÇALIŞANLAR, İŞİ RÜYALARINDA GÖRSÜNLER İSTERİM

Çalışanlarınıza “rüyalarınızı istiyorum”dediğiniz söyleniyor. Doğru mu? 

Evet doğru. Hatta rüyalarınızı istiyorum derken bunu ciddi olarak böyle söylüyorum. Rüyalarınızı istemiyorum, işinizi rüyanızda görmenizi istiyorum. Yani işinizle o kadar hemhal olabilmelisiniz. Fenafil iş olmalısınız ama fenafil iş olmak demek hayatınızın iş olması demek değil.

Benim de hobilerim var. En çok ben gezerim, en çok benim hobim vardır, en çok benim arkadaşım vardır. Çoluk çocuğumla çok beraber olurum. Nitelikli beraberlik mühim. Yani işte oturalım bütün gün canımız sıkılsın ne yapalım demekten değil de belli bir aktivite yapalım, günümüzü planlayalım. 

Ben Pazar günü de çalışırım, Pazartesi günü de çalışırım. Ama programımı önceden yaparım bunu da herkese ilan ederim. Benim bütün çocuklarım, arkadaşlarım ne gün, nerede, ne iş yapacağımı bilir ve onlarla ne yapacağımı da bilir, bütün programı buna göre ayarlarız. 

Üniversiteye şimdi başlayacak olsanız dört yıllık süreçte nelere öncelik verirsiniz? Genç arkadaşlarımıza önerileriniz neler olur?

Vallahi, şimdi okuyacak olsam bir kere Boğaziçi üniversitesinde okumam çünkü son yıl farkettim bize yurtdışındaki okullarda o zaman okunanların bir miktarını öğretmişler, hepsini öğretmemişler, eksik öğrenmişiz. Diyeceksiniz ki Boğaziçi zor girilen bir mektep daha iyi öğretmiyorlar mıydı? Evet İstanbul Üniversitesi ile mukayese ettim, orda da Boğaziçi Üniversitesinde öğretilenlerden daha eksik öğretmişler.

E zaten biz o zaman engelli başlıyoruz hayata. Yani eksik öğrenerek hayatta ne kadar muvaffak olacaksınız? Ama öğrenmek de hep var. Bir daha üniversiteye başlayacak olsam bilmiyorum, şimdiki aklımla söylüyorum, belki üniversite okumazdım, kendi kendime okurdum. Daha çok okurdum, daha çok öğrenirdim gibi geliyor. 

HER YIL DÜNYADA 1000 YENİ ŞİRKETİ DENETLİYORUZ, 4-5’İNE DE YATIRIM YAPIYORUZ

Genç girişimcileri ve fikirleri destekleyen “Melek yatırımcı” olarak tanımlanan bir yatırımcı türü var. Yıldız Holding’de  yeni fikirlere, genç girişimcilere yönelik ne tür fırsatlar var? 

Genç girişimcilere yönelik Yıldız Ventures diye bir şirketimiz var. Başında en genç Ülker kuşağından Yahya Ülker var. Biz aşağı yukarı Chicago’daki bir şirket vasıtası ile dünyadaki 1000 tane start up’ı her sene denetliyoruz, gözden geçiriyoruz.

Onun içinden birkaç tanesine yani 4-5 tanesine yatırım yapıyoruz. Bunları geliştirmeğe gayret ediyoruz. Birkaç seneden beri bu işi yapıyoruz. Bir de bazı yeni işlerimiz var. Sıfırdan kurduğumuz. O işleri de kurup inkübasyon diyoruz, orada geliştirmeye gayret ediyoruz. Onun için gençlerin de yeni fikirleri varsa, bize uyuyorsa, bunu bize anlatıp da destek isteyecek kadar cesurlarsa dinleriz tabii. 

Gençler iyi bir kariyer için birçok holdingde staj yapmak isterler ama bir Kapalıçarşı tedrisatını öğrenmelerini tavsiye eder misiniz? 

Tabii ki lazım.  Kapalıçarşı değil belki, bizim işlere Tahtakale daha münasip. Bizim oğlan Tahtakale’de kahve dükkânında çalışmıştı. Şöyle bir şey de var. Ben işe başladığımda beni 82 yaşında bir Amerikalıyla tanıştırdı Sabri Bey. Biz birlikte Stanford’a gittik, araştırma enstitülerini dolaştık. Ne faydası oldu? Beyefendi  82 yaşında, ben onun söylediklerinin hepsini alıyorum sünger gibi.

Ben de oluyorum o zaman 82 yaşında, ama içinden benim işime gelmeyenleri eliyorum, o zaman benim tecrübelerim oluyor. Yoksa 80 yaşına kadar yaşa, bu tecrübeleri edin, peki ne zaman uygulayacağız? Böyle bir sistem iyi oluyor ama işte gençler ya sabırsız oluyorlar veya “Ya bırak bu adamı,” diyorlar, iyi olmuyor o zaman. 

sabri-ulker-detay-001.jpg
Ülker’in kurucusu SABRİ ÜLKER

SİNEMAYA TİYATROYA GİDERİM AMA AKLIMDA KALMAZ

Babanızdan dinlediğiniz ve unutamadığınız bir şiir ya da öykü var mıdır? Sizin şiir, türkü, şarkı, hikâye ile aranız nasıldır? Tiyatroya, sinemaya gider misiniz? İş dışındaki uğraşılarınızdan bahseder misiniz? 

Evet bunların hepsini yaparım. Ama çok da anlamam yani, onu söyleyeyim. Güzelden herkes anlar, hoş şeyden herkes hoşlanır. Tamam ama tiyatro şu, artist bu, sinema bu, film şöyleymiş filan o kadar şok anlamam, aklımda kalmaz zaten. Ben seyrettiğin bir filmi bir daha seyrediyorum, sonuna gelince ben bunu seyretmiştim diye anlıyorum. İşte artistlerden kim derseniz benim bildiklerimin çoğu ölmüş zaten veya tanınmayacak hale gelmiş. 

Babamdan da dinledim, ninemden de dinledim öyküler. Ne dinledim? Ninem mesela 93 harbini yaşamış. Tabii Kırım’da Bolşevikliği de yaşamış. Yani Kızıl Devrimi yaşamışlar, Bolşevik ihtilalini Türkiye’de 93 harbini ondan önce yaşamışlar. Her şeylerini kaybedip, çoluk çocuklarına varıncaya kadar yalan yapıldak İstanbul’a gelip cami avlusunda yaşamak zorunda kalmışlar.

Kırım’da sonra gittiklerinde memlekete dönmüşler o zaman orada o zaman barış varmış zaten “Sabri Ülker hayat hikayesi” diye bir kitap var,  orada uzun uzun yazıyor, orda da işte nihayet dedem biraz para kazanmış, bir ev almış ama bir seneye varmadan Kızıl Devrim olmuş, kimsenin evi yok demişler, bütün evler devletin demişler, kendi evinde kiracı olmuş, açlık çekmiş vs işte hayatlarını canları zor kurtarıp Türkiye’ye gelmişler.

Türkiye’ye geldikleri zaman karaya çıkacak, yük gemisi ile gelmişler, şileple başka nakil vasıtası yok, oradan da karaya çıkmak için sandalcıya verecek para yok. Dayımlar duymuş da gelip onları sandaldan çıkarmışlar. Yani böyle hikayeler çok, bunları dinledik. Bunlar acı hikayeler, unutulmasın diye de o kitaba yazdık, hatta o kitabın yeni versiyonunu gençler için yaptık daha kolay okunabilir.  

KOLEKSİYONER DEĞİLİM, HOŞUMA GİDENİ ALIYORUM

Zaman koleksiyoner olarak ünlü sanatçıların eserlerini koleksiyonunuza kattığınızı, önemli sanat organizasyonlarına sponsor olduğunuzu biliyoruz. Sanata nasıl bir anlam yüklüyorsunuz? Sanat eseri seçerken kararları nasıl veriyorsunuz?

Ben koleksiyoner değilim. Bunu defaatle söylüyorum. İnsanlar genel geçer tanımlara bakıyorlar. Niye değilim? Çünkü ben sanat eserlerini topluyorum, şu eserleri topluyorum, şöyle sınıflandırıyorum, böyle şeyler yapmıyorum.

Hoşuma giden şeyler alıyorum. Bana bir şey hatırlatan şeyleri alıyorum. Ama bütün bunları yaparken de o sanat eserlerine soruyorum. Ben mi sizin sahibinizim? Yok yok diyorlar, biz sahiplerimizin koleksiyonlarını yapıyoruz. Çünkü onların çoğu benden sonra da kalacak, benden önce de vardı. Bence sanat eserleri sahiplerinin koleksiyonunu yapıyorlar. 

Global bir iş ağı içinde büyük bir yoğunluğunuz var. Kendinizi nasıl yeniliyorsunuz? Bilgileriniz nasıl güncelliyorsunuz? Düzenli olarak takip ettiğiniz bir ders veya okuma programınız var mı? Vaktinizi nasıl planlıyorsunuz?

Bu çok güzel bir soru. Bunun zaman zaman insan eksikliğini hissediyor. Ben hep bunu yapmaya çalışıyorum. 40-50 senelik arkadaşlarım var. Kimi mahalleden kimi okuldan, kimi çevreden. Bu arkadaşlarımla bir araya geliriz. Biz hiçbir zaman sohbet etmeyiz. Ne var ne yok diye konuşmayız. Hatırlarsınız yeni bir bilgisayar çıkmış dünyada, Temel’e de sor bakalım demişler.

Bilgisayar cevap vermemiş bozulmuş. Ne sordun ya demişler? Ne var ne yok diye sordum demiş. E tabii bütün olanları ve olmayanları sayarsa bilgisayar bozulur. Siz de konu belli olmadan ne var ne yok derseniz ya dedikodu yaparsınız, ya siyaset yaparsınız yani bir hayra vesile olmadan sonunda birilerinin kırılacağı bir takım konuşmalar olur kalkar gidersiniz.

Onun için biz daima bir konu ve bir kitap etrafında konuşuruz. Bilmediğimiz konuları tercih ederiz öğrenmek için. Ben halen haftada bir en azından böyle bir şey yapıyorum. Ayrıca birkaç kitap okuyup onların da özetlerini Linked’ın’de makale olarak yayınlıyorum. Bu beni genç tutuyor. Bu beni güncel tutuyor. Bu ayrıca beni gençlerle beraber bir arada tutuyor, faydası oluyor. Ama bunun haricinde kendimi güncellemek için de yine eğitimler alıyorum.

Bir iki günlük eğitimde fevkalade yoruluyorum ama çok istifade ediyorum. Niye eğitilmeye ihtiyacım var halen? Çünkü yaptığım işte işimin selamet için o işi başarmam, o işi öğrenmiş olmam, daha iyi nasıl yapabilirim geleceğe hazır olmam lazım. Öyle değilse benim işimin selameti için benim adamlarımın beni işten atması lazım ki yerime daha iyi bir adam alsınlar.

Ben de bu rekabete karşı kendimi geliştirmeye gayret ediyorum. Yoksa işler hızlı büyüyor, gelişiyor. Ben Türkiye’de iyi bir bisküvici iken dünya çapında bir bisküvici nasıl olacağım. Biz dünyada üçüncüyüz bisküvide, çikolatada altıncı falanız. Şimdi dünyada 3., 6. olmak kolay bir şey değil. Dünya kültürünü, dünya geleneklerini, insanların, tüketicilerin ihtiyaçlarını arzularını her şeylerini bilmem lazım. İktisadi hayatı bilmem lazım. 

BİSKÜVİLER DEĞİL, BİZ DEĞİŞİYORUZ

Gençlerle aranız  nasıl, sizce ne olacak bu  Z kuşağının hali?

Siz bırakın gençleri, eski Bayramlar da yok nerde eski salıncaklar filan. Hatta genç  yiyor ve diyor ki ne olmuş bu çizi bisküvisi, böyle değildi bu. Değişen biziz. Bisküviler değişmiyor, Bayramlar değişmiyor, gençler değişmiyor, değişen biziz. Bizim ağzımızın tadı değişiyor, biz yaş alıyoruz, olgunlaşıyoruz. Olgunlaşan meyveler biliyorsunuz, tatlanır ama biraz da buruşur.

Hatta biraz daha olgunlaşırsa çürür. Böyle bir durumla karşı karşıyayız onun için gençlere kabahat bulacağımız yerde gençleri anlayıp gençlerin nasıl daha hızlı ilerleyecek önlerini açmamız lazım diye düşünüyorum. Onun için ha Z kuşağı olmuş, harf bitti bundan sonra Alfa kuşağı başlıyormuş, bence hepsinin başımın üzerinde yeri var. 

Seneler evvel Y kuşağı gündeme gelmişti. Ne yalan söyleyeyim, o zaman önyargılıydım. Dünya umurlarında değil sanıyordum. Çok yanılmışım! Onlarla birlikte çalışınca dünyayı umursadıklarını, bir sürü meseleyi düşündüklerini, bunlara çözümler bulunması için gayret ettiklerini gördüm. Y kuşağından ders aldığım için Z kuşağına da çok ümitle yaklaşıyorum.

Geleceğin iş yapma modelini bu nesiller belirleyecek. Mesela bu dönemde uzaktan çalışmak özellikle Z kuşağının çok hoşuna giden bir şey. Z kuşağı ve sonraki kuşaklar belli ki pandemi sonrasında da bizden ofis değil, uzaktan çalışma modeli talep edecekler. Ama şunu da unutmamak lazım Linkedin’de de yazdım.

Her Y kuşağı, her Z kuşağı, aynı yıllar arasında doğdular diye  tornadan çıkmış gibi aynı özelliklere sahip değiller. Dünyanın farklı dönemlerinden doğdukları için dünyaya bakış açılarında bile farklılık olabilir ama dünyanın doğdukların andaki kazanımlarına doğuyorlar ve o dünyayı aşmaya çalışıyorlar. Bu noktayı iyi anlamak gerek.  

Son zamanlarda çok aktif bir sosyal medya kullanıcısınız. LinkedIn paylaşımlarınız hakikaten çok etkili ve okunuyor. Gelecekte ne olur, gençlere  bu konudaki tevsiyeleriniz nelerdir?

Benden bilmediklerimi öğrenmek istiyorsunuz. Geleceği hep beraber yaşayacağız ama ben bundan zerre kadar endişe etmiyorum, niye? Çok basit, çünkü bizim çocuklarımız, yeni kuşaklar, yeni nesiller işleri devralacaklar, onlar aldıkları zaman da onların yaptıkları gibi olacak. Ama burada da hep beraber içinde yaşadığımız için evrilmiş olacak ve çok doğal karşılayacağız bunu, hatta düşüneceğiz eskiden niye böyle yapıyormuşuz, niye böyle oluyormuş diyeceğiz yani. Hatırlıyorum, rahmetli annem derdi ki bana “Amerika çok uzak, Amerika’ya giderken bana söyle.”

Ben de mecburen söylerdim Amerika’ya gidiyorum diye. Bir gün telefon etti, “Ben Japonya’dayım,” dedim. “Ne yapıyorsun orada?” dedi. Yani, niye bana sormadın, diyor. Dedim “Burası Amerika değil, Japonya, sen söyle dememiştin. Bizim burada dükkanlar var,” dedim.

“Oldu artık, ne yapacağız, oldu bir kere,” dedi. Akşam babam geç geldiği zaman meraklanırdı. Babam bana hikaye gibi anlatırdı: Adam hasta olunca çocukları çağırmış. Çocukların hepsi yanında olunca “Dükkanda kim kaldı?” demiş. Şimdi bizim 10 binlerce dükkanımız var dünyanın her yerinde, 100’e yakın fabrika var ,dünyanın her yerinde çalışıyor. Sistem kurdu mu oluyor çok şükür; bunlara biz alıştık, böyle iş yapmayı öğrendik demek istiyorum.

Değişik kültürlerle çalışabiliyoruz, değişik insanlarla çalışabiliyoruz. Ben birçok kağıt imzalıyorum, ne yazıldığını anlamıyorum bile, Çince yazıyor üzerinde. Tercümesi budur diyorlar, eyvallah diyoruz. Yani bizden sonraki çocuklar da bunu dijital olarak yapacaklar, çok daha farklı olacak. Şimdi ben bakıyorum, oğlanlardan bir tanesi çalışıyor. Onun departmanının kullandığı dijital araçlar ve software’ler bile farklı. “Niye böyle yapıyorsunuz, ben bunu bilemiyorum,” diyorum.

“Çok demode senin yaptığın,” diyor. Şimdi böyle olacak diye mecbur öğreniyoruz, adapte oluyoruz. Hayat  böyle yani. Onun için bu kuşaklar gelişecek, nesiller gelişecek ama onların yaptıkları doğru olacak ve daha iyi, güzel olacak. Ben “Vay bu niye böyle oldu?” diye endişelenmiyorum. Mesela biz küçükken Avrupa’da şöyle olmuş veya Amerika’da böyle olmuş gibi şeyler vardı, şimdi öyle değil.

Daha sonra ben fark ettim ve dedim ki oralarda zaten hep öyle oluyor, adamlar öyle yaşıyor, biz de böyle yaşıyoruz. Onlar da bizi görünce, ya bunlar nasıl böyle yaşıyor,  diyorlardır. E biz de böyle yaşıyoruz ama hepimiz de mutluyuz. Bunların içinden acaba rekabetçi üstünlük ne olabilir, özelliğimiz ne olabilir, bunu ortaya koyabilirsek o zaman başarmış olabiliriz. Bu bir avantaj olabilir. 

Yönetim Kurulu Başkanlığı yaparken  sadece alınan  alınan kararları 48 saat içinde  veto hakkınızın olduğu  söyleniyor. Takımına güvenen ve takımının gelişimini sağlayacak bir tarza sahipsiniz. Bu ortamını nasıl yaratıyorsunuz? 

Bu bir kere öğrenip de olması veya karar verip de olması mümkün bir şey değil. Bunu yaşıyorsunuz. Ben mesela gençliğimde her işi kendim yapardım. Daha sonra yetişemeyince, sen de bunu böyle yap derdim ama onlardan önce vakit bulursam yine gider kendim yapardım veya yapanların ne yaptığını, nasıl yaptığını gider kontrol ederdim.

Gece saat 2-3’lere kadar çalışırdım ki o zamanlar işimiz daha küçüktü. Daha sonra dedim ki bu işleri böyle yönetmek mümkün değil, bir genel müdür olması lazım. Şimdi yüzlerce genel müdürümüz var. Yani iş oraya geldi. Tabii bütün bunların masrafı var, iletişimden ötürü yavaşlaması da var. Bütün bunları yapmazsanız da iş yapamazsınız.

Daha sonra şu noktaya geldim: Dedim ki uzmanlarla çalışmam lazım. Her konunun uzmanıyla çalışacağım. Uzman derken, gidelim o adamı bulalım değil. Yani ne derler “alıştırma, temrin ustalaştırır”. Hiç kabiliyetiniz yoksa bile 10 bin kere denerseniz en iyisini yapar hale gelirsiniz. Onun için şuna inanıyorum: Benim bütün arkadaşlarım kendi uzman oldukları konularda 7/24 çalışıyorlar zaten, yani onların işlerini benim onlar kadar bilmem mümkün değil.

Onun için onlara güveniyorum ve her konuda, her işte onların o işi benden daha iyi yapacağına inanıyorum. Eskiden bir de ne yaptıklarını bana anlatırlardı, şimdi ne yazık ki ona da vakit kalmadı. İşin zevkli tarafıydı, anlatırken de çok hoşlarına gidiyordu; şimdi sadece neticeler üzerinden konuşuyoruz, neticeleri değerlendiriyoruz ama çok iyi oluyor.

Mesela veto işi niye var? Ben dünyanın herhangi bir yerindeyim ve bir şey soruyorlar bazen. Yani benim bulup, anlayıp onlara cevap vermem lazım, yoksa hakkım yanıyor, veto edemiyorum. Konuyu anlamam lazım, veto edemiyorum. Böyle yapmazsam bu sefer ben çalışmam, çok basit. Mesela LinkedIn’de niye kitap özeti koyuyorum ben? Kitap okumak için böyle bir mecburiyet olmazsa ben haftada birkaç kitap okumam. Ama okumak lazım. Okumazsak nasıl öğreneceğiz? 

Kurum kültürümüzü değiştireceksek, tüm liderlerin öncülük etmesi gerekir. Her şeyden önce bir lider kendi deneyimlediği değişim yönetimi prensip ve uygulamalarını gözden geçirip içselleştirerek işe başlamalıdır.  En iyi uygulamaları takip edip şirketinde uygulamaya çalışmalıdır. Gelişmeleri takip eden, yeniliklere açık bir lider zaten güven uyandırır. Güven duyulan lider, aynı zamanda güven duymayı da bilir. 

Bir de liderin hedef belirleme, toplantıları verimli yönetme, açık iletişim kurma, ekip üyelerinin kişisel ve kolektif güçlü yanlarını ortaya çıkarma gibi yetenekleri olması gerekir. Siz ekibiniz tanırsanız, güçlü ve zayıf yönlerini bilirseniz, onlara güvenir ve kendilerini geliştirmeleri için alan açarsınız.

Özellikle uzaktan çalışan ekipleri yönetmede en başarılı olan liderler, çalışanlarını etkin dinleyen, güven ve saygı ortamını oluşturan, detaylara takılmadan iş yükü ve performansını sorgulayan ve iletişime fazlasıyla yönelen liderlerdir.  Ve tabii ki samimiyet de beraberinde güveni getirir. 

Yönetim kurulu toplantılarında sözü siz alıyorsunuz. Önce başkalarının konuşmasını talep ediyorsunuz. Neden? 

Tabii ki. Mesela bizim halka açık şirketlerimizin yönetim kurulu başkanları hep profesyonel insanlardır. Hatta şirkette çalışmayan insanlardır. Mesela ŞOK var, halka açık bir şirket; perakende konusunda orada çok tecrübeli, Migros’tan gelen, Koç’tan gelen Cengiz Solakoğlu Bey var. Şirketin yönetim kurulu başkanıdır. Ben bazı şirketlerin yönetim kurulunda varım. Bazısında varım bazısında yokum. Ben arkadan gelerek işlere bakıyorum.

Ne yapmışlar diye takip ediyorum tabii, onu yapmam lazım. Biz toplantılarda “lead director” dediğimiz bir sistem uyguluyoruz. Mesela GODIVA yüzde yüz Yıldız Holding iştiraki, yabancı yok. Yönetim kurulunda da yabancı yok, bu sefer toplantılara farklı arkadaşları alıyoruz. Yani yurt dışındaki iş adamları, profesyonel yöneticiler veya CEO’lar toplantılara dahil olun ve bize fikir verin diyoruz. Onlara bu imkânı açıp, onları konuşturacak olan kim? Orada bir “lead director” oluyor.

Toplantıyı idare eden birisi. Toplantı açıyor, özellikle sunumları yaptırıyor. Tartışılacak konuları ortaya koyuyor, herkesin fikrini alıyor. Hepsi bittikten sonra, CEO bazen kalıyor, bazen kalmıyor; biz yönetim kurulu olarak kendi aramızda toplanıyoruz ve ben onlardan neleri aldım, neleri challenge ediyorum, ne düşünüyorum, onları tartışıyoruz ayrıca.

Yani biz farklı arkadaşları toplantılara çağırıyoruz, bildiklerinden istifade edelim, bizi eleştirsinler, dış göz olarak baksınlar diye. Yoksa bizi alkışlayacak olsalar kimseye niye para vereceksiniz onun için? Genelde sanatta falan biliyorsunuz alkışlayacak olanlar para verirler.

ALİ BANA, “DAYI SEN DAHA ÇALIŞIRDIN” DEDİ…

20 yıl boyunca Yıldız Holding’in Yönetim Kurulu Başkanlığını yaptınız, bu sürede de birçok önemli başarı elde ettiniz. Geçtiğimiz sene başında, genç sayılabilecek yaşta  bayrağı Ali Ülker’e devrettiniz. Türkiye’de çok alışık olduğumuz bir davranış değil. Bu kararı nasıl verdiniz? 

Ali de bana bunu sordu. “Dayı, sen daha çalışırdın, niye?” dedi. “Bu yaşta seni onursal başkan da yapamayız,” dedi. “Haklısın ama ben bunu  çalışabilmek için yaptım” dedim. Bu soru karşısında genellikle “Ben bu görevi devralmıştım, o yüzden de devrediyorum” diyorum. 2000 yılında Sabri Ülker Bey'den aldığım başkanlığı, kesintisiz 20 yıl sürdürdüm. Hatta babam bana 15 yılda devretmişti Yönetim Kurulu Başkanlığını. Baktım Rahmi Koç da 20 yıl kalmış. E diyeceksiniz 60 yaşındasın daha niye emekli oluyorsun? Aslında ben geç bile kaldım. Üstelik sadece Yönetim Kurulu Başkanlığından ayrıldım. Doğru olanı yaptım, normal olanı yaptım. 

Çünkü kurumsallaşmış, benim kadar bu işleri bilen, yapan insanlar var etrafımda; şirketlerin, grupların başında CEO’lar var. Ali Bey de onların hepsini idare edebilecek kabiliyette bir arkadaş. Onlar bu işleri yaparlarsa ben de daha ihtisasım olan işleri yaparım. Mesela bazı yeni işler geliştirmek, oluşturmak daha çok hoşuma gidiyor. Diğer taraftan ne yapıyorum, yeni trendleri takip ediyorum. Şirket içinde disruption yapıyorum. Yani bir activist shareholder gibi davranıyorum.

Öbür taraftan inovasyon, yeni çeşitler, yeni ürün yönetimi  dediğimiz iş. Ben aşağı yukarı her sahada bunu yapmaya gayret ediyorum.  Çok hoşuma gidiyor ve bana da bir heyecan katıyor. Onun için ben kendi ihtisasım olan işleri yapayım diyorum. Ama onlar da ne derse aynı. Yönetim kurulundayız, ben de orada üyeyim, zaten çalışırız. : Bence belli bir yaşta herkesin benim yaptığımı yapması lazım.  Sonra yaptığınızda posanız çıkmış oluyor. Bir kenara koyuyorlar, duruyorsunuz. Eskiler öyle derdi eliniz ayağınız tutuyorken bunları yapmakta yarar var. 

Herkese bilhassa tavsiye ederim, STK’larda olanlar, gönüllü olanlar da bunu böyle yapmalılar. Bir işin çalışmak o işin içinde olmak mühim, başında olmak değil. Şu anda yönetim kurulunda üye olarak çalışıyorum, iş hayatıma da Holding’e bağlı şirketlerde devam ediyorum. Hâlâ aktifim yani. Ben çalışmadan duramam, hasta olurum.

Bu iş bir bayrak yarışı.. Rahmetli babam ve amcam bir yelkenli yaptılar ve donattılar. Her şey hazırdı. Ben de yelkenleri açılmış bir teknenin dümenine oturdum, rüzgâr da uygun esince yol aldık. Şimdi de bayrağı güvenle Ali Ülker'e devrettim.  Bizim hem kurum kültürümüz hem de aile kültürümüz belli bir çizgidedir. Usta-çırak ilişkimiz kuvvetlidir. Dolayısıyla Yıldız Holding’in temel değerlerinden taviz vermeden, yenilikçi bir bakış açısıyla hareket etmek başarıyı da beraberinde getiriyor. 

aliulker-2.jpg
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı ALİ ÜLKER

BABAM VE AMCAM BİZE MİRAS BIRAKMADI, PAYLAŞTIRDI

Siz başkanlıktan ayrıldınız ama arkadan da Ali Bey geliyor, oğullarınız geliyor, üçüncü nesil geliyor. Bu bazen risk olabilir. Yıldız Holding’de nesiller arası sürekliliği sağlamak ve başarıyı devamlı hale getirmek için nasıl bir yol izliyorsunuz? 

Böyle bir plan yapmıyoruz ki. Ailede baba, oğul, amca, yeğen, dayı… Bütün bu ilişkileri aile şartları içinde yaşıyoruz ama işte de patronumuz işin gereği. İşin gereği neyse, işin lazimesi neyde o bize yol gösteriyor. Onun için bizde aile anayasası yok ama kurumsallaşmış bir şirket kültürü yasası var. İşlerin nasıl yapılacağını gösteren var; yani siz hissedar olabilirsiniz, yönetim başkadır. Profesyonel yönetim bu şekilde davranıp hareket eder.

Biz yönetici isek onlardan birisiyizdir. Yok, hissedarsak o zaman genel kurulda, yönetim kurullarında bulunuruz. Bunlar da kurumsal şirketlerin yapısına göre dünya çapında söylenen şeylerdir. Onları da zaten INSEAD’dan, Harvard’dan öğrenir, onlara danışırız. Mesela ünlü yönetim gurusu Ram Charan bizim yönetim kurulu üyemizdi, uzun zaman beraber çalıştık.

Onlar çok faydalı oluyorlar çünkü ne yapmak lazım? Ne demişler, Mersin’e gidenden değil, tersine gidenden öğrenmek lazım. Böyle yaptığımız zaman iyi oluyor. Tabii içinde merak olanlarla beraber çalışıyorsa, insanlar o zaman kendiliğinden de öğreniyor, yani illa öğretmek gerekmiyor usta çırak gibi. Kimi merakından öğreniyor kimi başına gelenden öğreniyor ama işin içinde öğrenilmiş oluyor. Coaching kendi içinde yaşıyor. Hatta ben reverse mentoring yapıp gençlerden bile öğreniyorum. Daha iyi oluyor diye düşünüyorum. 

Herkesin kabiliyeti neyse onu yapsın diyorsunuz yani?. 

Mesela benim babam, amcam hiç miras bırakmadılar, vasiyet de etmediler. Çünkü hayatlarında bütün mallarını çocuklarına paylaştırdılar. Hatta alın bakalım yapın, bizim elimiz, ayağımız tutarken yapın bakalım da görelim dediler. Öldüklerinde de üzerlerinde miras yoktu. Yani onlar bizi planlamak yerine, biz nasıl yaşıyorsak, kabiliyetimiz ne ise, neyi başarabileceksek o konuda bize destek oldular.

Mesela babam bana gel Ülker’de çalış falan demedi, hatta “Sana tavsiye ediyorum, doktor ol,” dedi. “Niye doktor olacağım?” dedim. “Çok güzel bir meslek, bir altın bilezik, dünyanın neresine gidersen git seninle, kimse elinden alamaz,” dedi. Sermayen olsa, dükkânın olsa istimlak ederler gider yani. Ben doktor olmadım, babama da “Doktor olmayacağım,” dedim. “Niye?” dedi. “Doktor bir hata yaparsa maazallah çok pahalıya mal olur, biz batarsak çalışır borcumuzu öderiz inşallah,” dedim. Ben çocuklarımın hiçbirine gelin burada çalışın demedim. Hatta Yahya bizimle çalışıyor, Yahya’ya birkaç sene başka şirketlerde çalışmasını tavsiye ettim.

Çünkü masanın diğer tarafını başka türlü göremeyecek. Herhangi bir insan olduğun, bir malik olmadığın, patron denilmeyen bir yerde çalış, o şartları gör. Mesela babam bana bunu yapmıştı. Aşağı yukarı fabrikanın her yerinde çalıştım. Kamyon yüklemek, kamyon indirmek de dâhil. Onun için bir işçiye bir iş söyleyince adamın ne hissettiğini, ne yapabileceğini ezbere bilirim. 

HALA HAYALLERİM VAR, ÖMÜR YETMEZ

20 yılın sonunda Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinden ayrıldınız. Şimdi planınız nedir? Henüz ulaşamadığınız veya ulaşmak istediğiniz bir hayaliniz var mı? 

20 uzun yıl diyorsunuz. 20 yıl değil tabii, 40 yıl demek lazım çünkü 1980’den beri çalışıyorum. Okulun son sınıfındayken aktif olarak çalışmaya başlamıştım. Daha önce de devamlı işle alakam vardı. Uzun yıllar çeşitli kademelerde, çeşitli coğrafyalarda görev yaptım.  Hatta Genel Müdür olduğum dönemi bile bir çıraklık dönemi olarak adlandırıyorum. Sabri Bey’le beraber çalıştık. En azından rapor edebileceğim, sorabileceğim birisi vardı. Bu benim için çok önemliydi.

Yönetim Kurulu Başkanı olduktan sonra bir müddet kendi başıma çalıştım, kendi işlerimi yapmak zorundaydım. Bugünse üçüncü merhaledeyim; yani çıraklık ve ustalıktan sonra herhalde daha iyi bir durumdayım. Hala aktif çalışıyorum ve çalışma hayatımın bir sonu olacağını düşünmüyorum. Hedeflediğim, ulaşmayı düşündüğüm pek çok hayalim var.

Ama bunların hepsine bir ömrün yetmeyeceği kanaatine vardım. Hatta epey önce hayallerimi bu hayatta gerçekleştiremeyeceğimi anladım… Mesela şimdi sağlıklı gıdalar diye bir şey var, ben diyorum gıdanın bir kabahati yok ama tabii daha sağlıklı olabilecek, daha farklı fonksiyonlara sahip olacak gıdaları da yapıp koymamız lazım.

Hatta bunları belki mevcut pötibörün, digestive’in, Çokomel’in içine yedirmemiz lazım. Onların biraz daha kılıklarını değiştirmemiz, modernleştirmemiz lazım. Böyle şeyler yaparsak insanlar herhâlde daha çok mutlu olurlar. Bakın hala kafam yeni projeler için çalışıyor. Kendimi mutlu edeceksem bu şart…

 

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN