Görüşler

Tanpınar ile Oğuz Atay arasında 'Gömleği Yalnız'

Tanpınar ile Oğuz Atay arasında 'Gömleği Yalnız'

Öykücü ve akademisyen Hale Sert 'Mustafa Şahin’in ilk öykü kitabı Gömleği Yalnız’ın Türkiye’nin ruhunu anlamak, onunla yüzleşmek gibi bir derdi var. Bu hesaplaşmayı tutunamamış bir anlatıcının alaycı diliyle yapıyor' diyor.

Mustafa Şahin’in yıllardır biriktirdiği, sancısını çektiği metinler hakkında bir şeyler söyleyebilmek hiç de kolay değil. Mustafa Şahin ağabeyle sohbet edersiniz, yemek yersiniz, çay içersiniz, siyasetten, edebiyattan konuşursunuz ama ayrıldığınızda kendi konuşmalarınızın anlamsızlaştığı, onun edebinden az söylediği hissine kapılırsınız. Uzun yıllar güneşin, yağmurun, fırtınanın altında bir dağı tırmanmış hâlâ da yürüyen birine dağdan, kuşlardan, dağdaki hayvanlardan, rüzgârdan bahsetmiş gibi hissedersiniz. Umarım bu yazı da aynı kapıya çıkmaz...

Mustafa Şahin’in ilk öykü kitabı Gömleği Yalnız’ın Türkiye’nin ruhunu anlamak, onunla yüzleşmek gibi bir derdi var. Bu hesaplaşmayı tutunamamış bir anlatıcının alaycı diliyle yapıyor. 1979’da 19 yaşındaki anlatıcının tanık olduğu söylemler, acılar yıllar sonra sinek vızıltısı gibi geliyor, anlatıcı geçmişine tutunamıyor. Kitaba hâkim bir güzergâh, istikamet söylemi var. Lakin geçmişte tutulan ‘doğru’ yol şimdiye varıldığında kısmen geçersizleşmiş, aldığı çöküntülü hal nedeniyle istenilen, arzu edilen, hayal edilen güzergaha da çıkılamıyor. Şimdiye, geleceğe tutunamıyor yalnız gömlekli kahraman.

Kitabın açılış hikayesi “Hiçbir Nisan”, Mustafa Şahin’in edebi muhayyilesinin, dilinin, tasvir gücünün Tanpınar’la çok benzeştiği bir metin. Kaldı ki öykünün mekânının İstanbul olması, birbiriyle ayrılmaz bir bütün gibi duran öykü kahramanları Nisan ve Yağmur’un Mümtaz ve Nuran’ın ayrılığına benzer biraraya gelemezlik üzerinden kurgulanması da cabası. Metnin şiirsel, yalın betimlemelerle derdini anlatmadaki gücü, Türkçe’nin kelime zenginliğini, söyleyiş imkanlarını genişleterek kullanması ise biz okurlar için heyecan verici: “O öyle kolay bir kadın değil. Onun her yanı Nisan. Her yanı sedef düğme. Yağmur yanında evet ama onun izin verdiği kadar. Yanında ama astara dikilmiş, koptu kopacak bir düğme gibi duruyor.”

Tanpınar’ın mistifiye ettiği İstanbul’a benziyor “Hiçbir Nisan”ın İstanbul’u da. Öykü, İstanbul’un tarihinden, mitlerinden ve edebiyatından dokunmuş bir metin. Üst yüzeyde hep uzak, hep muhayyel Nisan, bir kadın, ile Yağmur’un hüzünlü aşkını alt metinde ise kadim İstanbul tarihini, kültürünü okuyoruz. Piyanoda sol el bitimsiz aşkı çalarken sağ el geçmişe başka hikayelere gidip geliyor.

Şahin, tarzı, üslubu, tutumuyla; divan şiirine, şairlerine yaptığı atıflarla da geçmişle gelenekle ciddi bir bağ kuruyor. Yazarın bu bir yanı Tanpınar’a yaslı edebi tavrı diğer yanıyla Atay’ın ironik diline uzanıyor. Bu iki farklı yönelimi, iki farklı dili kendi üslubuyla harmanlayıp 80’lerin Türkiye’sinden günümüz Türkiye’sine taşıyor. Hüzün ve ağır bir yenilmişlik duygusu Şahin’in üslubunu farklılaştıran yanı denilebilir.

Kitaba ismini veren “Gömleği Yalnız” öyküsünde bürokrasiyi yakından tanıyan, ona bir süreliğine maruz kalmış bir anlatıcıyı dinliyoruz. ‘Bürokratik akıl’ın akıl vermeleriyle hesaplaşan, klişe söylemleri ters yüz eden bir dil. Öykü boyunca kendisini devlete yamamış, orada daim kalacağına inanan bunu hayatın tek gerçekliği, doğrusu kabul eden ve öykü kahramanını bu yolun aksine gittiği için kınayan temsili bir memur nam-ı diğer “devlet böceği”yle içten içe tartışır anlatıcı.

Oysa öykünün kahramanın “tarih”, “tecrübe” gibi görkemli kelimelerle kurulu söylemlere karnı tok, bunlardan yorulmuş. Bir üst neslin söylemlerinden bıkkın, onların günahlarının ceremesini çekmek istemiyor. Bu sorunlu karakterlerle aynı mahalleden çıkmış olduğu için meseleleri çok iyi irdeleyebiliyor. Sanırım tam da burada Nurdan Gürbilek’in Oğuz Atay için yaptığı saptamaya denk düşüyor Şahin’in ironisi de. Atay’ın ironisi “alay ettiği nesneyle, isyan edilenle, acı çektirenle ortak bir kadere sahip olduğunu fark ettiği an”larda başlıyordu. Gömleği Yalnız’daki şu cümleler de bu kader ortaklığından bıkkınlığın ifşası olarak okunabilir: “Demem o ki, artık pişmanlıklarınıza beni mazeret kıldığınız yeter. Beni yalan bir çünkü olarak da kabul etmeyin. Ben bir hüküm cümlesi değilim. Ben bir savunma cümlesi değilim. Ben bir sanık ya da tanık cümlesi değilim. Tarihle bugün arasında ne idüğü belirsiz bir bağlaç değilim. Olmak istemiyorum”. Ya da şu cümle: “Size, hatıranıza, mirasınıza, servetinize saygı duyuyorum ama artık sizi dinlemek, bu nohutlu temcit pilavını yemek, kimseyi ululamak istemiyorum."

Benzer temalarla kitaptaki diğer öykülerde de karşılaşıyoruz, “Kördüğüm” öyküsünde “Mahallemiz namustu bize” diyen anlatıcı bir zamanlar “Ayasofya açılacak. Türkiye zincirlerinden kurtulacaktı” rüyasını birlikte gördüğü topluluktan kopuşunu, retoriklerin nasıl sahteleştiğini, mahalleden kopuşun zihni süreçlerini ve bunun hüznünü okuruz.

“Gömleği Yalnız” öyküsüne dönersek, öykü kahramanı hayatının on yılına mal olan devlet aygıtıyla tanışıklığını kurtulmak istediği kir gibi görüyor: “İnsan bazen kendi hayatındaki küçücük bir şeyi, bir cezveyi, bir fincanı saklayamazken ben bu koca on yılı nereye nasıl nerede saklayayım?” Öykünün kahramanı devlet gömleğini giymek istemeyen, giydiyse de anca gömleğinin yakasını kirletecek müddet giymiş sonra gerisin geri çıkarmış, gömleğin maruz kaldığı devlet ki
rini yıkadığında yalnız bir balkon ipinde yalnız bir gömlek simgesine dönüşüyor.

Mustafa Şahin’in üslubunu Tanpınar’la Atay arasında konumlandıran en belirgin öykü ise “Sayın Efendim”. Şahin’in ironisini, alaycı dilini bir ordunun sert, ritmik, şaşmayan adımları gibi kurduğu bir dille karşı karşıyayız. Öykü baştan sona, metnin içinde kalmış, kuvveden fiile çıkamamış, yarım bir roman kahramanın devletin en yüce erki karşısında kürsüde yaptığı konuşma olarak tasarlanmış. Devletin, devletlilerin, devrin adamlarının konuşmacının ait olduğu mahallenin yerden yere vurduğu, iplik iplik söküldüğü bir metin. Konuşmacı devlet erkiyle aynı mahalleden, hücrelerine kadar tanıdığı insanları, ruhları, sosyal dokuyu, bu “gayyayı”, “kara deliği” çok iyi analiz ediyor. Devlete bu kadar yakın ama devlet terbiyesi almamış. Kaldı ki bu terbiyeyle hiç yol alınamayacağını düşünüyor: “Devlet fidanlığında yetişen bitki zinhar meyve vermez”.

Seslendiği Efendi’nin, kendini nasıl yaratıcıyla neredeyse denk konuma getirişini anlatmak istiyor kürsüdeki yarım kahraman. Kral çıplak diye bağırıyor başka başka söylemlerle fakat Efendi bunun farkında değil. Efendi bu yarım kahramanı değil, parlak önerilerini dikkate aldığı büyükleri, kabilenin ileri gelenlerini dinliyor. Bu adamların “CV’leri her künyeye uygundur. Her danışma, yönetim kurulunda onlar var”dır. Kaldı ki bu yeni toplumsal yapıda, “Din bile müteal bir hakikat yahut bize dokunan bir gerçek değil, çok katlı çok katmanlı sosyoloji iş merkezinin çimentosudur. Yürüyen merdivendir sayın efendim.” Bu camianın “Tezleri intihal. Cüppeleri bilimler akademisinden çalıntıdır.

Sayın Efendim’de, kitabın geneline sinen o sesini duyuramayan, dışından sessiz ama içinden çok konuşan, itiraz eden, kavga eden karakterin aksine kürsüye çıkmaya cüret eden kahramanla birlikte diğer öykülerdeki kahramanların da sesi yükseliyor. Kahraman muhatabının onu dinleyip dinlemediğinden emin değil. Biz okurlar ise bu sesi, şikayetini duyuyoruz, sesi büyütmek, yankısını çoğaltmak bize düşüyor.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir