Eleştirel şuurun yokluğu
Bunda elde edilen konumu kaybetme veya geçmişteki baskılara tekrar maruz kalma korkusunun bir rolü elbette vardır. Ama özeleştiri yokluğunu sadece bu korkulara bağlamak eksik bence. Dindar kitlede bir mesele dini kisveye büründüğünde veya toplumda dini/mülki bir âmir tarafından dile getirilince pek sorgulanmaz, genelde söylenene sorgulanmaksızın tâbi olunur. Dolayısıyla dinî veya idarî/mülkî ‘muteberler’in Müslüman kitle üzerinde epeyce etkili olduğu bir vâkıadır. Dünyadaki tüm elitistler gibi onların da hâkimiyeti ellerinde bulundurmak, halkı istedikleri gibi yönlendirmek/ yönetmek istemeleri doğal. Bir de Osmanlıdan beri gelen bir gelenek var sanırım: Yahya Kemal’in “Siyasi Hikâyeler” adlı eserindeki “Damad Mehmed Paşa” başlıklı yazısında dediği üzere devlet bizde ‘uslu ve uysal bende’ler, yani Sükûtî Mehmed Paşa gibi susan, sorgulamayan, tâbi olan vatandaş istiyor, eğitim politikası bunun üzerine kurulu. Oysa Baki’nin vasfettiği üzere “Ferman-ı aşk’a, -biz buna Hakikat’e diyelim- canı ile bağlı olan bir mümin, edanîye/ alçaklığa, haksızlığa, yolsuzluğa karşı susmaz, gücün, makamın altınla süslü bastonuna dayanmaz!.. “Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün” mısraı bu itibarla müminin ana vasfıdır.
Ama yok! Tarihsel korkular, elde edilen konumu muhafaza isteği ya da mevki ve makam arzusu, inançlı kitleyi -sadece inançlı kitleyi değil o büyük halk kitlesini de- Hakikat aşkından, o ‘soylu isyan’ duygusundan, sorgulamadan, eleştiriden uzaklaştırıyor.
Bütün bunları Paulo Freire’in “Eleştirel Bilinç İçin Eğitim” (Çev. Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı, 2021) adlı kitabını okurken tekrar düşündüm. Onun Brezilya için yaptığı tespitlerin bir kısmı, maalesef Türkiye’deki dindar kitle için de geçerli. Önce şunun altını çizmek gerek: İnsanın dünya ile münasebeti, edilgen değildir; kendine göre düzen vermek için yaratılanlara müdahale eder, bu itibarla değiştirme doğal bir refleksidir. Bu sebeple toplumlar sabit kalmaz, tekâmül eder. Ayrıca insanda, kıyas, muhakeme, mülahaza gibi akletme becerisi -dolayısı ile tahkik yani sorgulama- ve sonuçta da seçme hürriyeti/ irade bulunur. İşte bunlar sayesinde bir şahsiyet olur. Freire’in dediği üzere insan “Seçim yapma yeterliğini kaybettiği ölçüde…” (s. 27) hayatla bütünleşemez, tekâmül akışına katılamaz, “dış talimatların” ürünü olur, uyum sağlar, uyarlanır, artık bir özne değil, güdülen bir nesnedir… Güdülmekse, hayvanlara özgü bir davranış. Oysa insan, bu tür bir nesneleşme, uysallaştırma ve tâbi kılınmaya ancak “bir eleştirel tavır geliştirerek” (s. 28) karşı koyabilir. Kalabalık, sürü vasatlığın sığınağıdır. Sadece dindarların değil modern insanın en büyük trajedisi, birtakım mitler, ideolojik ya da sistemli reklâmlar veya psikolojik operasyonlarla kolaylıkla manipüle edilebilmesi, seçme yeteneğini kaybetmesi, efendisinin -Freire buna elitler diyor- buyruklarına sorgusuz sualsiz tâbi olması ve nihâyet Hakikat’i yitirmesidir. Freire, Brezilya gibi kapalı toplumlarda, elit üst tabakanın yönetme, halkın ise sadece onları takip etme ve denilenlere uyma görevi olduğunu söylüyor. Bence Türkiye’de de dindar halk üzerinde, onları kitleselleştiren, aynîleştiren, böylece eleştirel zihniyetin gelişmesine engel olan bir elit dinî/ mülkî, idarî tabaka var. Bu tabaka, nispeten söz konusu kitleyi “hareketsiz ve sessiz” (s. 33) tutuyor.
Ama en tehlikelisi, bu “hareketsiz ve sessiz”, eleştirel şuurdan giderek uzaklaşan kitlenin sekter bir bataklığın içine düşmesi, hatta kendi durumunun dahi farkında olamaması…