Yazar, dış müdahalelere boyun eğerse...
Sanat eseri, siparişle, buyrukla ya da okurların isteği gözetilerek vücuda getirilmez. Eser üzerinde zamanın, mekânın, siyasi, sosyal ve psikolojik ahvalin etkisi yok mudur? Vardır elbet! Onu üreten zihin, dış faktörlerden de etkilenir ve bunlar şöyle ya da böyle sanata yansır. Ama son kertede özne sanatkârdır, eserine dışarıdan yapılan her müdahale, doğal yapısını, bütünlüğünü, anlam ve ahengini bozar, his, fikir ve hayali âdeta öldürür. Oysa sanat eseri canlı bir organizmadır, kendisine temas eden herkese farklı şekillerde ve derecelerde akmak, değmek ister.
Neşet Ertaş’ın bir türküsündeki gibi -aşkta olduğu üzere- eserle muhatap arasında “gönülden gönüle gider” bir “gizli yol” vardır. Eserdeki his, fikir, hayal, işte bu yol vasıtasıyla muhatabın kalbine akar. Ama samimiyet ve doğallık olmadığında, o yol kesilir, eser ölü doğar. Sipariş, buyruk veya okurun isteğine göre yazmak, işte buna sebep olur; sanatkârın rahmindeki çocuğun ölü doğmasına, bütünlüğün ve anlamın bozulmasına, dolayısıyla muhatabın gönlüne değmemesine.
Haldun Taner’i okuyucularımın çoğu bilir. Ben onun hikâyelerinde hep Osmanlıya özgü zarif, ama yeri geldiğinde keskin bir dil, ince bir nükte, yine yeri düştüğünde zalim bir hiciv kudreti bulurum. İnsanın bir şekilde örttüğü, gizlediği zaaflarını, ikiyüzlülüklerini, şehevi arzularını, takıntılarını deşmekte ustadır. Hikâyelerindeki gülünçlüklerin ana kaynağı da bence bu zaaflar ve takıntılar. Aklıma hemen “Made in Usa”, “Bir Motorda Dört Kişi” gibi hikâyeleri geldi. Sonra yozlaşmış, snop, görgüsüz üst kesime karşı acımasızdır, bu tipleri eserlerinde yerden yere vurur. Bir de Taner’in neslinin çoğunda gördüğüm bir “İstanbulluluk”, İstanbul’a özgü letafet ve nezaket, hikâyelerinin kahramanlarına, dillerine, davranışlarına, mahallelere, sokaklara yansır. Mesela Sebati Bey’in İstanbul Seferi”ndeki Sebati Beyin zarafetini hiç unutamam.
Bunlar bir yana Haldun Taner’in “Ayışığında Çalışkur”u (Yenilik Yay., 1954) kurgu tekniği açısından çok farklı bir hikâyedir. Yukarıda sipariş, buyruk ve okurun arzusuna göre eser yazılmaz demiştim ya, tam da bu konuyu ele alır. Cins bir kafa Taner. Eserde aynı hikâyenin iki varyantı var. Birincisi yazarın kaleme aldığı asıl metin, ikincisi okur ve eleştirilerin isteğine göre değiştirip yeniden yazdığı hikâye. Tabii bu iki metne ek olarak, hikâyelere gelen okur, bürokrat, eleştirmen tepkileri… Neler yok ki!.. İlk metinde -yazarın metni- Çalışkur Apartmanı’nı odağa alarak, yozlaşmış kişileri, ahlâk dışı ilişkileri teşhir ediyor yazar. Hicivlerinden doğal olarak, mahalle bekçisi, rüşvetçi müteahhitler, ahlâk dışı ilişkide bulunan alt ve kesime mensup insanlar nasibini alıyor. Çalışkur Apartmanı ‘yozlaşmış toplumu’ simgeliyor. Sonra bu metne gelen tepkiler var:
Kimileri kötülükleri teşhir etmesini, kimisi Osmanlıca ve yabancı kelime kullanmasını -Öz Türkçeciler- kimileri bazı karakterler vasıtasıyla kendisini ima ettiğini, kimileri bekçileri kötülediğini söyleyerek tepki gösteriyor, yazarı adeta hizaya ve sigaya çekiyorlar. İşe devlet kurumları da karışıyor, onların da metinle ilgili raporları var. Tam da yukarıda belirttiğim ‘sanata müdahale’ durumu. Taner, zeki yazar. Hikâyeyi bir de gelen tepkiler doğrultusunda değiştirip yeniden yazıyor ve eski metinle yeni metni yan yana yayımlıyor. İkisini yan yana okuyunca gülmekten yıkılıyorsunuz. İsteğe göre yazılan metin, zıvanadan çıkmış bir deli saçmasıdır. Böyle bir dünya yoktur!
Okuyun “Ayışığında Çalışkur”u. Bir yazarın metninin dışarıdan müdahalelere maruz kaldığında nasıl deli saçmasına, komik bir metne dönüştüğünü, yapaylaştığını, anlamını, âhengini ve etkisini nasıl yitirdiğini göreceksiniz.
Muhtemel avantajlara göz dikilerek yazılmış her metin sahtedir!.. Kelâm, insanın cevheridir.