Gerçek Ertuğrul Bey

“Gerçek” Ertuğrul Bey hakkında bildiklerimiz çok sınırlıdır. İşin doğrusu şu ki babasının adının Gündüz, oğlunun adının Osman olduğundan, 13. Yüzyılın ikinci yarısının sonlarında vefat ettiğinden ve mezarının Söğüt’te olduğundan başka elimizde sağlamca bir bilgi yok gibi. Tabii ki Osmanlı kroniklerinde bunlardan çok daha fazlası var ama onlarda geçen rivayetleri başka kaynaklardan teyit edemiyoruz. Üstelik bu rivayetlerde ortak noktalar olmakla birlikte birbirlerinden ayrıldıkları da vakidir.

18-07/14/ekran-resmi-2018-07-14-235903.png
Süleyman oğlu Ertuğrul, Subhatu’l-Ahbar

Kuşbakışı ve biraz da cömertçe bakarsak bu ortak noktaların kabaca şöyle bir görüntü oluşturduğunu söyleyebiliriz: Aralarında Ertuğrul Bey, babası ve diğer yakınlarının olduğu, “Oğuz neslinden” bir grup Moğollardan kaçarak Anadolu’ya göç etmiştir. Bu, Moğolların Anadolu’ya ulaşmasından öncedir. Ertuğrul’un babasını kaybettiği ve bazı üyelerinin tekrar geriye, İran’a / Türkistan’a döndükleri bir süreç sonunda sayısı iyice azalan bu gruba, Ertuğrul’un Konya sultanıyla girdiği iyi ilişkilerden dolayı Bizans ucunda yurt gösterilmiştir. Giderek bir beylik şeklinde burada örgütlenen grup, Ertuğrul’un değilse de, oğlu Osman’ın zamanında bağımsızlığa kavuşmuştur.

Dediğim gibi biraz cömertçe bakarak oluşturduğum bileşik bir resim bu. İyice hasisleşmek ve kroniklerin hepsinde birden olmadığı gerekçesiyle bazı unsurlarını dışarıda bırakmak işten bile değil. Mesela, Ahmedî, Anadolu’ya bir göçten hiç bahsetmiyor, Âşıkpaşazâde göçten bahsediyor ama Moğolları bir faktör olarak göstermiyor… Eleğin aralıklarını bir miktar dar tutmuş olsak bile üstünde kalanlar yine de fazla bir şey sayılmaz. Bu ortak (veya nispeten ortak) noktaların diğer tarihî kaynaklar tarafından teyit edilmiş olmadığını da göz önünden hiç ayırmamalıyız.

Kolektif olarak geleneği oluşturan rivayetler arasındaki farklı noktaları ise saymakla kolay kolay bitiremeyiz. Ertuğrul’un Osmanlı kronik geleneğindeki en büyük rakibi oğlu Osman olarak görünüyor. Şöyle ki, bazı kroniklerde Ertuğrul’a atfedilen faaliyetler, diğerlerinde Osman’a atfediliyor. Nadiren de Ertuğrul’dan önceki nesle; babasına ve amcalarına… İşte bunları ayıkladığımızda elimizde yukarıdaki bileşik resmin oldukça yavan “bilgileri” kalıyor. Bazıları “haberci rüya” görmek gibi menkıbe kabilinden olsa ve tarih bilgimiz açısından pek bir şeyi değiştirecek nitelikte bulunmasa bile bazıları da belli bir yerin fethedilmesi gibi somut ve dolayısıyla Ertuğrul Bey’in siyasî kariyerini ve tarihî kişiliğini yeniden inşa etmeye yarayacak “bilgileri” otomatik olarak onun hanesine yazamıyoruz.

Yine de modern Osmanlı tarihçiliğinin (aslında genel olarak tarihçiliğin) kaynaklarını eleştirel olarak döne döne, yeniden okumaktan ve onların söylediklerini niye söylemiş olabileceklerini düşünüp tarihî bağlamlara oturtmaya çalışmaktan başka bir çaresi yok. Söz konusu kişi Ertuğrul ise ve hayatı Osmanlı beyliğinin kökenleri, kimliği ve kuruluş öyküsüyle çakışıyorsa bunun defalarca yapıldığından ve hâlâ da yapılmakta olduğundan emin olabiliriz. Modern Osmanlı tarihçilerinden iki örnek versem kifayet eder sanırım.

Feridun Emecen, Osmanlı kroniklerinde Ertuğrul ve babasının Anadolu’ya gelişiyle ilgili söylenenlerin, Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin El-Evâmirü’l- Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye adlı eserinde anlatıldığı üzere, 1230 Yassı Çimen yenilgisinden sonra Selçukluya sığınan Harezmli emirlerden Kayır Han’ın öyküsüyle paralellik gösterdiğini belirtiyor. Bununla birlikte Emecen, Osmanlıların gerçek atalarının teşhisi açısından tam bir Harezmli – Selçuklu bağlamı kurmuyor ve İbn Bibi’de Harezmli emirlerle ilgili anlatılanlarla “Batı Anadolu Türkmen beylikleri” arasında ilinti sağlayacak sağlam delillere sahip olmadığımız uyarısını yapıyor.

Halil İnalcık ise Osmanlı klasik çağı üzerine yazdığı eserlerinde Ertuğrul Bey’e hemen hiç yer vermemiş ama daha sonra konuya müstakilen eğilerek “Son Araştırmalarla Ertuğrul Gâzî’nin Gerçek Hikâyesi” başlıklı bir makale kaleme almıştır. Merhum İnalcık, burada, bazı kroniklerde Ertuğrul Gazi ile iyi ilişkileri olduğu söylenen Sultan Alaeddin’i, I. Alaeddin Keykubat olarak teşhis etmiş ve Ertuğrul’u, İznik Laskarî İmparatoru III. John Vatatzes ile I. Alaeddin’in 1230’a kadar süren mücadelesinin tam merkezinde konumlandırmıştır. İnalcık için, “Osmanlı kronik geleneğinin hiç değilse bir damarını ibra etmiştir” de diyebiliriz. Bir “Sultan Alaeddin” ile beraber Karacahisar’ı fethetmeye girişen sonra da onun Tatar tehlikesinden dolayı geriye dönmesinden dolayı bu işi tek başına yapanın Osman Gazi olduğunu söyleyen diğer damar içinse bu imkân söz konusu değildir.

Bu arada, rivayetlere eleştirel bakarak bazılarını tasfiye eden ve kalanını tarihî bir bağlama oturtma girişiminde bulunanların münhasıran günümüz tarihçileri olduğu düşünülmemelidir. Âşıkpaşazâde, “ Er Dunrıl Gazinün Rûma geldüğüne bir nice rivayet vardur. Essahı bu fakir zikr etdüğümdür” diyor. Ertuğrul’un soyundan olduğunu söylediği bir Sultan Alaeddin’i, Ertuğrul’dan sonra Anadolu’ya getirterek fütühat yaptıran ve padişahlığa yükselten Âşıkpaşazâde, “Bunun tafsili çokdur. Fakir ihtisar etdüm. Anun içün kim Âl-i Osman menâkıbını beyan edem” diyor. İnsan merak etmiyor değil, ihtisar ettiği hâliyle bile söyledikleri Selçuklu tarihi açısından züccaciye dükkânındaki fil gibi, acaba ihtisar etmese daha neler söyleyecekti?

Neşrî ise, Âşıkpaşazâde’ye göre çok yüksek olan Selçuklu tarihi bilgisiyle Osman Gazi’nin çağdaş olduğu Alaeddin’in, I. Alaeddin Keykubat olamayacağını görüyor ve onun Feramürz oğlu Sultan Alaeddin olduğunu söylüyor:

“[İ]simde müşârik olmağın, Osman Gazi, Sultan ‘Alaüd-Dîn Keykubad bin Keyhüsrev-i evvel’e yitişdi sanılur, ammâ yitişmedi. İştirâk-ı lafızdan galata varılur. Ve bu Sultan ‘Alaüd-Dîn-i evvel’e Ertuğrul Gazi yitişmişdür ve anun zamanında nice işler itmişdür ve Osman Gazi yitüşdüği Sultan ‘Alaüd-Dîn-i sâni’dür.”

Neşrî’nin, kaynağı Âşıkpaşazâde’yi tashih ederek anlamlandırmaya çalışmasına rağmen onun da bir hata yaptığını ve Feramürz oğlu Alaeddin’in, II. değil III. Alaeddin olduğunu not edelim ama konumuz açısından çok daha önemlisi, Ertuğrul’un I. Alaeddin döneminde çok faal olduğunu söylemesidir.

Osmanlı kroniklerinde Ertuğrul Bey ile ilgili olan bütün rivayetleri bir anda ele alamam. Dolayısıyla diyorum ki yazının kalanında sadece belli bir konuya, Ertuğrul Bey’in gaza yapıp yapmadığı yani bir savaşçı kariyeri izleyip izlemediği meselesine gireyim. Görebildiğim kadarıyla Ertuğrul hakkında birbirleriyle en çok tezat teşkil edecek rivayetler bu meseleden çıkıyor çünkü.

Elimizde bulunan en erken tarihli kaynak olan Ahmedî’ye soracak olursak Ertuğrul çok gaza yapmıştır. Onun kurgusuna göre bir gün Sultan Alaeddin cihat etmek ister ve Konya’dan Sultan Yüki’ne (Sultanönü, Sultan Höyüğü) gelir. Ahmedî, Ertuğrul’u bu gazada, Alaeddin’e yoldaşlık edenlerden biri olarak tanıtır:

“Leşkerini cem’edüb girdi yola

Gündüz Alp, Er Duğrıl anunla bile

Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi

Olmış idi- ol yolda anun yoldaşı”

Osman Gazi’nin sikkesi sayesinde Gündüz Alp’ın Ertuğrul’un babası olduğunu söyleyebiliyoruz. Gerek eski, gerek yeni bazı tarihçilerin Gök Alp’i de böyle aileden biri olarak görmek istediklerinin farkındayım. Bazen Gündüz’ün babası, bazen de kardeşi oluyor Gök Alp. Ben ise farklı düşünüyorum ve Ahmedî’nin gerçek bir kişiden bahsetmektense Ertuğrul ve Gündüz’ün Gök Alp / Gök Han kolundan Oğuzlar olduğunu söylemek istediğini sanıyorum. Gök Alp’i Ertuğrul zamanında yaşamış ve onunla sefere çıkan gerçek bir kişi olarak değerlendiren tarihçilerin Oğuz’a da böyle bir rol biçmemeleri manidardır.

Neyse, Ahmedî, ordunun Sultanönü’nde tam olarak ne yaptığını söylemez. Karacahisar veya başka bir kalenin kuşatıldığından bahsetmez. Yalnız Ertuğrul çok çalışır, çok uğraşır. “Urdı bîhad El ü aldı genc ü mâl” dendiğine göre onun bölgeyi yağmaladığı ve çok ganimet aldığı, dolayısıyla akıncılık ettiği anlaşılıyor. Fakat heyhat, Alaeddin ile barış halinde olan Tatarlar fırsatı kaçırmaz ve barışı bozarlar. Alaeddin geri dönmek zorunda kalır ama gitmeden önce o yöreyi Ertuğrul’a verir. Ertuğrul da kendisiyle kalanlarla birlikte yürür ve Söğüt Eli’ni kılıç ile alır.

Evet, Ahmedî’de Ertuğrul’un gaza kariyeri sadece bu kadardır. Daha sonraki Osmanlı kroniklerinin Sultan Alaeddin’in bu Sultanönü seferi hikâyesini Ahmedî’den (veya onun kaynağından) aldıkları ama çok daha ayrıntılandırdıkları görülüyor. Mesela, her ikisi de 15. Yüzyılda eserlerini veren Şükrullah ve Nişancı Mehmed Paşa, kuşatılan kalenin Karacahisar olduğunu, Alaeddin’in dönmek zorunda kalmasıyla kaleyi Ertuğrul’un fethettiğini söylüyorlar. Eserini daha önce yazan Şükrullah, ayrıca Söğüt’ün de Ertuğrul tarafından fethedildiğini söylüyor. Her ikisinde de, Karacahisar’ın fethi sonrasında Ertuğrul’un gazaya başladığı vurgulanıyor. Şükrullah, bu faaliyetin iki yıl üç ay dört gün sürdüğünü söylerken, Nişancı dört gün eksik söylüyor. Her ikisinde de Konya’daki “Sultan Alaeddin” Ertuğrul’un ölümünü öğrenir… Yani, Ertuğrul’dan sonra hayattadır.

Sorun şu ki her iki kaynakta da Ertuğrul’un 93 yaşında vefat ettiği bilgisi var! Söylemiyorlar ama Sultan Alaeddin ile gazaya çıkan Ertuğrul’un genç olduğunu varsaymak durumundayız. Herhalde 90-91 yaşlarında olduğunu düşünmemek gerekir. Öte yandan her iki kroniğin anlatımında da bir kopukluk yok. Şükrullah ne kadar gaza yaptığını söyledikten sonra “Ansızın Tanrının buyruğu erişip öldü”, Nişancı Paşa ise daha kararlı bir ifadeyle, “Emir Ertuğrul kâfirlere karşı muzaffer oldu (…) Bundan sonra Emir Ertuğrul yüce ve her şeyi bilici Tanrının takdiri olan, kaçması ve kurtulması imkânsız hadisenin vukuuna kadar iki yıl, üç ay gazâ ile uğraştı” diyor. Buna göre Ertuğrul, ölümüne kadar gazayla uğraşmış, gazayla ne kadar meşgul olduğunu da söylediklerine göre ortaya imkânsıza yakın bir durum çıkıyor. Şimdi bu durumu nasıl yorumlamalıyız? Ertuğrul, Karacahisar’ı aldıktan sonra gazaya devam etmek için yarım asır beklemedi ya. İki küsur yıl uğraşarak Söğüt’ü aldıktan / gazada muzaffer olduktan sonra ölümüne kadar sakin bir hayat sürdüğünü ileri sürmek tabii ki akla daha yakın geliyor ama metinler bunu söylemiyor.

Ertuğrul’un bir şekilde “gaza” ettiğini söyleyen başka bir kaynak ise Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’dır. Yalnız bu kaynakta Ertuğrul’un gazaları çok muğlaktır. Ona göre, Ertuğrul’un babası “Süleyman Şah”, Fırat’ta boğularak ölüp Caber Kalesi önünde defnedildikten sonra Ertuğrul, Sunkurtekin ve Gündoğdu adlı kardeşleriyle önce Pasin Ovası’na sonra, Sürmeli Çukur’a (Iğdır tarafında) gitmişler. İki kardeş oradan Acem’e dönmüş. Geriye sadece Ertuğrul kalmış ve oralarda “çok gazalar” etmiş. Ertuğrul için, oğulları aracılığıyla da olsa ikinci gaza referansı bundan biraz daha iyidir. Hiç olmazsa kime karşı olduğunu söylüyor… Bir süre sonra Alaeddin’den yer isteyen Ertuğrul’a, Sultan Karahisar ile Bilecik arasında “Tomalic Dağı ve Ermenek Dağı’nı” yurt göstermiş. Sonra Sultan Alaeddin, üzerine Tatar Baçu Han yürüyünce, kendisi “ol tarafa” gitmiş, “bu tarafları” ise Ertuğrul’a ısmarlamış. Ertuğrul’un oğulları Saruyatı ve Osman, Ankara’ya gitmiş ve orada durmuş, “Rum tarafına çok gazalar” etmişler. Akıbet Ertuğrul vefat etmiş.

Bitmedi tabii ki. Başlayabildik mi ondan bile emin değilim. Daha Oruç Bey gibi hiç dokunmadığımız kaynaklar var. O da Ertuğrul’un gazalarından bahsediyor. Şu ana kadar aktardığım tüm kaynaklar öyle veya böyle Ertuğrul’un gazalarından söz ettiğine göre, rivayetlerdeki o büyük ayrılık nereden çıkıyor diye sorulabilir. Sahi, kim Ertuğrul’un zamanında savaş olmadı diyor ki, hiç olmazsa onu söyleyeyim de o noktadan devam edelim. Bu tarihçi, Âşıkpaşazâde’den başkası değildir. Üstelik Ertuğrul’a “gazi” unvanını vererek aynen şöyle diyor: “Er Dunrıl Gazi zamanında ceng ve cidâl ve kıtâl olmadı. Yaylakların yayladılar ve kışlakların dahi kışladılar.”

YORUMLAR (12)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
12 Yorum