Habeş iklimi de boşuna durur

Penah Efendi’nin “Güney açılımı” projesi Mısır ve diğer Osmanlı Arap vilayetleriyle sınırlı değildi.

Kuzeyinde Hapsburglar ve Romanoflar gibi kendine benzeyen iki eski tip imparatorlukla sınırdaş olan Osmanlı İmparatorluğu her iki devletle de, çoğu zaman ikisiyle birden, 18. Yüzyıl boyunca defalarca savaşmıştı. 1739’da Belgrad antlaşmalarıyla Belgrad’ın Avusturya’dan geri alınmasını ve Rusların Karadeniz’den uzaklaştırılmalarını sağlayan 1736-1739 seferi gibi Osmanlıların başarılı olduğu savaşlar da vardır ama bu kuzey seferlerinin genel sonucu komşularına göre onlar için daha ağır olmuştur. Özellikle 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla sonuçlanan 1768-1774 Osmanlı- Rus seferi, Osmanlı İmparatorluğu için çok yıkıcı olmuştu.

Küçük Kaynarca, Kırım Hanlığının 1774’te şeklen bağımsız olmasını getirmiş ve Rusya’yı, Osmanlıdaki Ortodoks Hristiyanların resmî koruyucusu olarak tescil etmişti. Osmanlıların daha önceden de ciddî toprak kayıpları olmuştu ama Kırım’ın önce bağımsızlık ve 1783’te de Rusya’ya ilhakıyla elden çıkmasını Osmanlı seçkinlerinin önemli bir bölümü ta 1856 Paris Barış Antlaşmasına kadar kabullenememişti. Bunda Kırım nüfusunun ağırlıklı olarak Müslüman olmasının, halkının ve yöneticilerinin Türk dilli olmalarının, Osmanlılarla benzer bir kültüre ve özellikle Kuzey Anadolu ve İstanbul ile yakın ticarî ve sosyal ilişkilere sahip olmalarının rolü büyüktür.

Öte yandan, Osmanlı seçkinlerinin bir kısmının da, başlıca, elde işe yarar bir merkezî ordu olmaması ve Osmanlının merkez ve taşralardaki yönetim ve organizasyon bozukluklarını ileri sürerek Kuzeyde herhangi bir maceracılıktan uzak durulması yolunda görüşler geliştirdiğini görmekteyiz. İlginç olanı şu ki bu ikinci gruptaki bazı kişiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi zamanlarına kadar gelen örgütlenme şeklini tamamen değiştirmeyi, merkezî “yeniden” ve belki de geçmişte hiçbir zaman olmadığı kadar etkili kılmayı, imparatorluğun özellikle Güney’de “içeriye doğru” yayılmasını öneriyorlar, kısaca bir maceracılık yapılacaksa Kuzey’de değil Güney’de olmasını savunuyorlardı. Tabii ki onların da asıl vurgusu Osmanlı devletinin kendi içinde ve Güney’de güçlendikten sonra Kuzeyli güçleri daha güçlü bir şekilde dengeleyebileceği idi. Her hâlükârda Güney’deki maceraların Kuzey’dekilere göre daha az riskli olduğunu hesaplamış olmalıdırlar.

Osmanlıların bütün hikâyesi sonuna kadar yaşandığına göre, gerçekleşen tarihî hadisatın hangi tarafı haklı çıkardığı konusunda artık bir şeyler söyleyebiliriz: Mısır’da çok sert bir kayaya çarpmalarına ve sonuçta neredeyse “bütün projeyi” tehlikeye atmalarına rağmen “Güneyciler” kazandı! Mesela 19. Yüzyıl ortalarında bir noktadan Osmanlı İmparatorluğu’na bir nazar gezdirirsek 18. Yüzyıldan çok farklı bir Osmanlı görürüz. Irak’taki Gürcü memlukler yönetimine son verilmiş, Suriye’nin özellikle kuzeyi merkeze sıkıca bağlanmış, Yemen’de ikinci Osmanlı devri başlamış, 1835’te bir filo gönderilerek Trablusgarp’taki Karamanlı hanedanı ortadan kaldırılmıştı. Belki çok daha önemlisi, Anadolu ve Rumeli’deki âyanların hepsinin siyasî ve askerî gücü bitirilmiş, ayakta kalabilenleri birtakım eşraf aileleri hâline gelmişti. Merkezde de artık yeniçeri ordusu yoktu ve onun yerine kurulan nizamî ordu 600.000 kadar askere sahipti ki komşu İran’ın, o da çok daha sonra, ancak 3.000 kişilik bir merkezî ordu oluşturabildiği düşünülürse bu rakamın önemi belki daha iyi anlaşılabilir. Bütün bu gelişmelere kısaca Tanzimat diyoruz ve tabii ki bu kadarla sınırlı değil, bunun daha polisi, jandarması, posta teşkilatı, kanunları, mülkiyesi, diğer okulları var ama müsaadenizle oralara kadar gitmeyelim ve bunlar olmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nda neler düşünüldü, konuşuldu ona bakmaya devam edelim.

Kırım’ın 1783’teki ilhakından sonra Rusya ile çatışma ciddî bir ihtimal olarak belirmişti. Sonradan Avusturya’nın da Rusya’nın yanında yer almasıyla iyice çetrefilleşen savaş, Rusya’ya göre çok kötü bir performans sergileyen Avusturya ile 1791’de Ziştovi barışının yapılmasıyla, Rusya ile de 1792’deki Yaş antlaşmasıyla sona ermişti. Başlıca Fransız Devrimi’nin dalgaları sayesinde Osmanlılar kendileri için genelde kötü giden bu seferden az kayıpla kurtulmuş, savaşta yitirilen Belgrad kalesi bir kez daha istirdat edilmişti. Ama Kırım geri alınamamış ve Osmanlı ordusu da takatinin sonuna gelmişti.

Şimdi, bu seferin 13 Ağustos 1787 tarihinde açıldığını göremeden hayata veda eden Penah Efendi’nin imparatorluğun güneyindeki vilâyetler için önerilerine yakından bakalım. İleride göreceğiz, başka Osmanlı düşünürleri de bu savaştan sonra onunkilerle örtüşen görüşler serdetmişlerdi. Kısaca hatırlatayım, Penah, Osmanlı ülkelerinin vaat edilmiş topraklar olduğunu, buralardaki zulüm giderilirse, başkaca bir fütuhat yapılmasına gerek olmadığını ve kendi topraklarının nizama sokulmasıyla devletin gelirinin de artacağını söylüyordu. Ona göre sınırlar iyi korunursa, bütün orduya ve donanmaya nizam verilirse etrafın krallarının “ser-fürû‘ edecekleri” (boyun eğecekleri) gün gibi ortadadır. Açıkça söylemiyor ama dedikleri yapılırsa bu boyun eğdirme işinin savaşmaya gerek kalmadan olacağı kanaatindedir. Ama bir de bu nizamların ciddiye alınmaması durumunda devletin hiç “adalet” temalı fermanlar yayımlamamasını istiyor! “Filan şeyi etmesünler” demenin hiçbir faydası olmadığını, nizamların arkasında durulmasını ve uygulanmasını söylüyor.

Penah’ın projelerinde Güney’in yerine gelince, “memalik-i mahrusaya adalarına varınca” nizam verildikten sonra sıra Mısır’a gelecektir:

“Badehu Mısır’ın nizamına himmet oluna, tariki bulunur kıyas ederim. İbtidâ-yı emrde suhulet ile nizamına teşebbüs oluna, olmadığı hâlde kahr ile olsun. Ancak ümerâ-yı Mısır misüllü mecnunlar dünyada yoktur, dağdaki haydutlar kadar rahat ve emniyetleri yokdur. Birisi birini katleder yerine oturur, oğulları bî-kes (kimsesiz) kalur…”

Çok açık bir şekilde görülüyor ki Penah, önce yumuşaklıkla ve barışçıl bir şekilde Mısır’a nizam verilmesini öneriyor ama olmazsa güç kullanılmasını istiyor!

Mısır’ın kölemen beylerinin bazılarına “hâkimâne” bir surette yaklaşılmalı, birazının gönlü alınmalı, şimdi içinde yaşadıkları sistemin sakıncaları kendilerine anlatılmalı ve “sonra olacak rahatlarını ifade ile celb olunmaları imkânı” bulunmalıymış. “Bulunmadığı hâlde, kahr ile olduğu hâlde” bunların Mısır taşrasında sığınacakları Arap şeyhleri ele alınmalıymış ki sıkıştırıldıklarında gidecekleri bir yer kalmasın. Öyle veya böyle, beyler bir şekilde nizama konduktan sonra, Mısır’ın askerlerini de külliyen nizama koymalıymış.

Biraz karışık anlatıyor ama Penah’ın “Güney açılımı” projesinin Mısır ile sınırlı olmadığı anlaşılıyor. Mısır’da nasıl bir nizam getirileceğini ayrıntılandırmadan Basra’dan Bağdat’a epey bir mesafe olduğunu ve Bağdat havalisinin de “birkaç paşalığa tahammülü” olduğunu söylüyor. Bu geniş bölgenin de nizamına himmet olunursa “mirîye dahi irâd” olacakmış. Mısır’dan sonra Bağdat tarafları ele alınmalıymış. İstenirse olurmuş. Kafasında ise ilginç bir model var. Bu yöreler nizam altına alınırsa devlete gelir geleceğini ve o gelirin de Avrupa tarafındaki orduyu finanse etmekte kullanılacağını düşünüyor. Kendi ifadeleri şöyledir: “İnayet-i Hakk ile zikr olunan nizamlara himmet olunca yalnız Rumeli askeriyle iki üç krala sefer vermeye kâfidir.”

Sonrasında ise Penah’ın en şaşırtıcı ve kendi, “Osmanlı devletine sahip olduğundan fazla ülke gerekmez” görüşüyle sanki biraz çelişir vaziyetteki görüşleri geliyor: “Ve iklim-i Habeş dahi boşuna durur, edna himmet ile teshir olunur.” Evet, tabii ki merhum Cengiz Orhonlu’nun araştırmaları sayesinde Osmanlıların 1555 yılında bir “Habeş Eyaleti” kurduğunu biliyoruz ama bu eyaletin valileri hiçbir zaman Habeşistan krallarına askerî olarak tam bir üstünlük sağlayamamışlardı. 18. Yüzyıla gelindiğinde ise eyaletin, Afrika yakasında Masavva iskelesi ve Sevakin Adası’ndan başka bir toprağı kalmamıştı. Eyalet artık Cidde sancağı ile birlikte bir valiye veriliyor, o da Cidde’de oturuyor, görev yerine bile gitmeyerek bir vekil ile Afrika tarafındaki araziyi idare etmeye çalışıyordu.

Penah’ın “iklim-i Habeş” derken hâlâ teknik açıdan Osmanlıya ait olan Masavva ve Sevakin’i kastettiğini belki düşünebilirdik. Ama Habeş ikliminin az bir çaba ile zapt edileceğini söylemesinden ve dahası ele geçirilecek yerlerde “sancak sancak” bir teşkilatlanma yapılacağını anlatmasından dolayı daha şümullü düşündüğünü anlıyoruz ki, işte bu da bana imparatorluk dâhilinde yayılmaktan daha fazla bir şey olarak görünüyor. Penah’a göre Habeşistan sancaklara ayrılmalı, her sancak mâlikâne usulüyle ve kayd-ı hayat şartıyla birine verilmeli, o öldüğünde de aynı şekilde “ekber ve erşed” oğluna verilmeliydi. Her “sancağın” ödeyeceği vergisi her sene belirlenmeli ve yerinde teslim alınmalıydı. Merkez tarafından bir miktar asker gönderilmeli, ayrıca yerlilerden de süvari ve piyade asker tertip edilmeli ve hepsine başbuğluk etmek ve üç veya beş seneden önce azledilmemek şartıyla vezirlerden biri vali olarak atanmalıydı.

Penah’ın, bu Habeşistan projesi için epeyce kafa yorduğu anlaşılıyor. Ona göre Nil Nehri de temizlenmeli ve Mısır tarafından kayıkların gidip gelmesine ihtimam olunmalıydı. Habeşistanlıların bu projeye sıcak bakmaları için ne gibi bir sebep vardı bilmiyorum ama diyelim ki eski Osmanlı Habeş Eyaleti’nin ihyası gibisinden bir gerekçelendirme yapılsın, Penah, başından beri gelirleri valisinin maaşına bile yetmeyen bu bölgeden Osmanlı devletine bir gelir geleceğini nereden çıkarmıştı? İşte bunu hiç bilmiyorum ama Penah Efendi’ye göre malî duyargaları çok daha hassas olan Avrupalı kolonicilerin de zaman zaman bu tür temelsiz beklentileri olduğunu hatırlatmakla yetineyim.

“Önce Güney” diyen risalecimizin tasarılarında Mısır’ın tabii ki çok ayrıcalıklı bir yeri vardır ve orada da temel kaygısı Mısır’daki büyük beyleri devreden çıkarmaktır. Aslında mutasavver Habeşistan idaresi için ne önermişse Mısır için de aynısını öneriyor. Burada da toprak “malikânelik” ile verilmeli, köyler ve kasabalardan “sancaklar” oluşturulmalıdır. Bu sancakların eski Osmanlı idarî birimiyle pek bir alakası olmadığı, Penah’ın onlar için “mukataa” kelimesini kullanmasından da anlaşılıyor. Bütün Mısır’da böyle 100 kadar mukataa olmalıymış. Gerekçesi de basittir:

“[B]undan menafi nedir sual vârid olur ise yüz âdem olunca ittifak edemezler. Sâniyen mukataaları külliyetlü olmamağla şimdiki beyler misüllü kuvvetlü âdemler olamaz, daima havf (korku) üzere olurlar. Sâlisen böyle olunca servet sahibleri olamadıklarından Mısır ve Habeş ahalileri zir-i taht-ı kahrlarında olmazlar, daima Devlet-i ‘Aliyye[yi] bilürler.”

O sırada Osmanlıda ve daha pek çok yerde “vatandaş” kavramı henüz bilinmiyordu ama hemen her modernleşme örneğinde ıslahatçılar halkın arada bir aracı olmaksızın devletle muhatap olmasını isterlerdi ve Penah da bunun bir istisnası değildi.

Asıl dikkat çekici nokta ise, Osmanlı devleti, Kaptan-ı Derya meşhur Cezayirli Gazi Hasan Paşa komutasında bir donanmayı 1786 Haziran’ında gerçekten de Mısır’a göndermiş ve Mısır’daki büyük kölemen beylerini, özellikle de bunların en önemlisi olan ve sadakatinden hiç emin olmadığı Murad Bey’i tasfiye etmek istemişti. Risalesini 1200’de yani 1785-86’da kaleme aldığını söyleyen Penah bu olaydan hiç bahsetmiyor ve Gazi Hasan Paşa’nın Murad Bey’i yenerek Temmuz 1786’da Kahire’ye girmesi gibi büyük bir olaydan bile habersiz görünüyor. Bu durumu nasıl yorumlamalıyız acaba? Risalesini Cezayirli’nin Mısır fütuhatından önce mi yazdı sonra mı? Dahası bu risalenin yazımıyla ve içerdiği Güney hakkındaki projelerle bu Mısır seferi arasında herhangi bir bağlantı var mıydı?

Vebaya yakalanan Penah’ın ölüm tarihini 10 Zilkade 1200 / 4 Eylül 1786 olarak kesin bir şekilde biliyoruz. Onun, Cezayirli’nin Mısır fütuhatından haberdar olması teknik olarak tabii ki mümkündür ama risalede buna dair hiçbir işaret yok. Öte yandan tam da Osmanlı merkezinin Mısır’a doğru bir hamle yaptığı yıl Penah’ın Mısır’ın ve güneydeki diğer yerlerin nizam altına alınmasından söz etmesi doğrusu ilginç. Moralı olan Penah, kaptan-ı deryalıktan başka Mora muhassılı da olan Hasan Paşa’yı, Arnavutları Mora’dan çıkarmış olmasından dolayı övüyor. Acaba, risalesinin yazılmasında Mısır’a sefere çıkmadan önce onun mu bir dahli olmuştu?

Seferin kendisine gelince, Cezayirli, memlukleri yenmiş fakat tamamıyla ortadan kaldıramamıştı. Osmanlı devleti de, onların gücünü törpülemek için Mısır’a köle ticaretini bile yasaklamıştı. Ama 1787’de Rusya ve Avusturya ile savaşın başlaması üzerine Hasan Paşa geri çağrıldı. Murad Bey de İbrahim Bey ile ittifak kurarak 1791’de Mısır’a tekrar hâkim oldu. Napoleon’un 1798’deki istilasında Mısır hâlâ bu ikisinin elindeydi. Penah ve onun gibi düşünenler merkezin etkisini güneyde yayarak kuzeyde direnç kazanmak peşindeydi ama Kuzey, daha doğrusu Osmanlının kuzeyde giriştiği sefer buna izin vermemişti.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum