KAFESTEN BİR NİDÂ
III. Selim’in, diğer çağdaşlarından daha fazla bir şekilde olağanüstüne, sihre veya büyüye inandığını kendi şiirlerinden göremediğimi söylüyordum. Onun elinden çıkma hatt-ı hümâyunlarda da bu konuda bir işaret yoktur. Dahası sihri, Müslüman olmayanların bir faaliyeti olarak gördüğüne dair bir dörtlüğü bulunuyor:
“Küffār İslām üstüne sihrini saçar
Okuyalım ism-i a‘zamı efsūnı bozar
Kāfir elinde kaldı bunca Tātār
Kırım gibi yüce şehr kalsın mı böyle”
Peki, diyelim ki düşman yapsa da sihre inanıyor; ama gördük, Âsım da o kadarına, hatta daha fazlasına inanıyordu. Hatta önerilen reçete bile aynıdır…
Kafes hayatının Selim’in şiirlerindeki yansımasına gelince, III. Selim, rahat ve serbest bir çocukluk yaşarken, babası III. Mustafa’nın 1774’te ki ölümü üzerine, 13 yaşındayken amcası I. Abdülhamid tarafından kafese konmuştu. I. Abdülhamid’in yeğenine, olağandan daha yumuşak davrandığı söylenebilir. Kemal Beydilli’nin dikkatimizi çektiği gibi, Selim’in annesi Mihrişah Sultan’ın (ve herhâlde kız kardeşlerinin de) yerleşik Osmanlı uygulamasından farklı olarak Eski Saray’a hemen gönderilmeyip, bir süre daha Topkapı Sarayı’nda kalmasına izin verilmesi bu yumuşaklığın tezahürlerinden sadece biridir.
Selim’in kafesteyken tam bir tecrit hâlinde olmadığı anlaşılıyor. Sadece amcasının imamlarından Kırımlı Kâmil Efendi’den musiki dersleri almakla kalmamış, bazılarını çocukluğundan beri tanıdığı Çuhadar Hüseyin Ağa (sonra kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa), Ebubekir Râtib Efendi, İshak Bey ve Hekim Lorenzo gibi kişilerle görüşmesine izin verilmiş veya göz yumulmuştur. Hatta 1785’te sadrazam Halil Hamid Paşa’nın, Selim’i tahta çıkarmak için bir darbe yapacağı gerekçesiyle idam edilmesinden sonra bile Selim, kısa süren bir sıkı denetimden sonra olabildiği kadarıyla kafesteki eski hareket serbestisine kavuşmuştur. 1786’da Fransa elçiliği ve kendi adamı İshak Bey aracılığıyla Fransız kralı XVI. Louis ile mektuplaşması bu döneme rastlar. Bütün bunlar, kafesteyken Selim’in aşırı bir şekilde üzerine gidilmediğini gösteriyor. Ama yine de Selim’in, özellikle amcasının oğulları Mustafa ve Mahmud’un 1779 ve 1785’teki doğumlarıyla birlikte kendi hayatı hakkında kaygıya kapıldığı tahmin edilebilir. Ne var ki, şiirlerinde böyle bir endişenin de görünür bir izi olduğunu söyleyemiyoruz.
Aslında, şiirlerinde kafes kelimesi oldukça sık geçmekle birlikte, Selim’in kafesteki hayatını doğrudan anlattığı söylenemez. Belki de, yine Beydilli’nin işaret ettiği gibi, Selim’in kafes hakkındaki serzenişleri, 1785’te Halil Hamid Paşa’nın idamından sonra “daha sıkı gözetim altında” kalması ve “dairesinden dışarı çıkmasının yasaklanması gibi olumsuzlukların etkisini aksettirir.” Nihayetinde Selim’in divan yazmaya koyulması da aynı yıldadır. Yine de bir padişahın, en azından büyük kısmını kafes döneminde kaleme aldığı manzum bir metindeki kafes göndermelerine bakmak, hiç olmazsa onun kendi kafes hayatı hakkındaki duygularını görmemize yarayabilir ve faydadan bütünüyle uzak değildir.
Selim, divanının gazeller kısmının başlarında neden şiir yazmaya başladığını açıkça söylüyor:
“Külbe-i ahzān içre def‘-i gam kılmak içün
Eyledim tertīb-i dīvān ‘ārifāne ibtidā”
Bir köşesinde yaşadığı sarayı kulübe olarak nitelemesi hadi, şiirin gereğiydi diyelim ama yaşadığı yerin bir gamlar, hüzünler evi olduğu onda çok tutarlı bir temadır. Zaten kendisini de “mahpus” olarak tanımlıyor ve divanının başındaki münacatlarda kurtarması için Allah’a yalvarıyor:
“Bu ben mahbūsa ya Rāb eyle imdād
Ki etdi Yūsufu zindandan āzād”
(…)
“Sana her-demde muhtācım şükür sıhhatde mizācım
Ne bī-ābım ne hod ācım senin lütfun bana çokdur”
(…)
“Eden derdlilere imdād kılan mahbūsları āzād
Kılıp gamgīnleri dil-şād senin lütfun bana çokdur”
(…)
Selim, kafesteki hâlini Hz. Yusuf’un hapisteki hâline benzetiyor. Yusuf’u hapseden firavun olduğuna göre böyle bir telmihte de bulunuyor mu, bilmiyorum ama “müseddes der-münacat”ında şu ifadeler var:
“Olub mahbūs kaldım ben misāl-i Yūsuf-ı mahbūb
Hemişe Beyt-i ahzān içre oldum gūyiyā Ya‘kūb”
İlginç, kendisini hem Yusuf’a hem de onun hüzünler evinde yaşayan babası Yakub’a benzetiyor… Altılıklardan birisi ise, kafes hayatının rutinini anlatmasa da, kafeste beklemekten sıkılan, daralan ve bir “nefes” önce dışarı çıkmak isteyen Selim’in halet-i ruhiyesini iyi yansıttığı için hepsini alıyorum:
“Der İlhāmī ki haddimden ziyāde verdiğin devlet
Nice māl ü menāl u nice ikbāl ü nice ni‘met
Husūsā nakd-i ‘ömr ihsān edip verdin bana sıhhat
İlāhī kūşe-i gamda bana güç geldi bu müddet
Düşer mi saye-i lütfunda ben böyle kalam mahzūn
İlāhī bir nefes ihsān ü lutf eyle olam memnun”
Verdiğim örneklerden başka, Selim’in, daha pek çok, kafes- bülbül mazmunlarını kullanarak yazdığı mısraı bulunuyor. Bunlardan bazılarının, benzerleri hapiste- kafeste yaşamayan divan şairleri tarafından da yazılabilecek şiirler olduğunu kabul etsek bile bazılarının da onun kafesteki hayatının yansımaları olduğunu düşünmek durumundayız. Her hâlükârda Selim’in 15 yıl süren kafes hayatına alışmış olduğunu veya bir şekilde bu hayatla uzlaşık olduğunu söylemek imkânsızdır. Böyle olması da çok doğal görünüyor. Bununla birlikte Selim’in divanındaki her şiirin hüzün dolu olduğunu ileri süremeyiz, bazıları enikonu hayat dolu, aşk temalı şiirlerdir. Ama asıl divan edebiyatı kalıp ve mazmunlarını bu şiirler için kullandığını düşünmeliyiz. Kafesteki Selim, Tophane’de, Beykoz’da, Beşiktaş’ta, Göksu’da veya Sadabad’da dolaşamayacağına göre… Bu gözlemlerin de ötesinde, kafes hayatının, III. Selim üzerinde kalıcı bir hasar bırakıp bırakmadığı hususunda bir hüküm vermek çok güçtür.
Böyle bir sıkıntılı bekleyişten sonra kafesten kurtulmanın ve tabii ki kurtulmakla kalmayıp emirleri ve arzuları ikiletilmeyen bir hükümdar olmanın, eski kafes sakini üzerinde bazı istikrarsızlaştırıcı etkileri olabileceği de tabii ki akla geliyor. Yalnız, Selim’in özelinde, Âsım’ın, saltanatının başında onun çok coşkulu olduğuna dair pek muğlak bazı ifadeleri hâriç, kaynaklarda bu hususta somut anlamda bir kayıt görmedim. Beydilli’nin dikkat çektiği gibi, tahta çıktığında “aslında kılıç kuşanma merasimine öncelik verilmesi gerekirken, ilk işinin annesini yanına getirmek olması” ve daha sonraki haftalarda da sırayla kız kardeşleri Şah Sultan, Hatice Sultan ve Beyhan Sultan’ı ziyarete gitmesi, Selim’in kafesteyken onlardan ayrı kalmasıyla kolayca açıklanabilir. Öte yandan, çağdaşlarınca “ümmü’l-müminin” (müminlerin anası) olarak anılan Mihrişah Sultan’ın oğlu üzerinde çok etkili olduğu ve kethüdası Yusuf Efendi’nin Nizam-ı Cedid’in en önemli ricâlinden olduğu da kaynaklara yansıyor. Selim’in annesiyle çok özel bir ilişkisi vardı ve muhakkak ki bu ilişkiyi daha fazla irdelemek de mümkündür. İlginçtir, saltanatının sonlarına doğru, 16 Ekim 1805’te annesi vefat ettiğinde III. Selim, onun cenaze törenine katılamamış. Âsım, bunu padişahın annesine çok bağlı olmasıyla ve üzüntüsünden bitap düşmesiyle açıklıyor.
Fakat III. Selim’in divanının düzeltilmiş versiyonunda bir münacat var ki her açıdan çok olağanüstü duruyor. Üstelik bu şiir, metnin sonunda, “Elifle eyledim ana bidāyet / İki yüz ikide buldu nihayet” dizeleriyle 1787 olarak açıklanan divanın bitiş tarihine de gölge düşürüyor. Daha doğrusu, en azından bu şiir özelinde, çok daha sonra yazılan bir şiirin de divanın düzeltilmiş metnine alındığını, buna rağmen sonundaki 1202 / 1787 tarihinin değiştirilmesine lüzum görülmediğini kesinkes görebiliyoruz. Hâl böyleyse, bu divana, Selim’in padişahlığı sırasında yazdığı bir şiir girmişse, acaba daha başkaları için de bu durum söz konusu olabilir mi?
Şanslıyız, bu münacatın yazılış bağlamını ve tam yazılış tarihini biliyoruz. Bunu da III. Selim’in saltanatının başlarında Enderun’da olan bitenin tarihini yazmakla görevlendirilen Ahmed Câvid Bey’in 10 aylık kısa bir süreyi kapsamasına rağmen önemli bir kaynak olan Hadîka-i Vekāyi adlı eserine borçluyuz. Sayın Adnan Baycar tarafından yayına hazırlanan bu eserde “Münâca‘ât-ı Müseddes-i Hazret-i Zıllullâh Sultân Selim Hân-ı İlhâmî eyyedallâhü” başlığıyla verilen bu şiirin önce nasıl yazıldığına bakalım.
Ruslarla olan savaşın önemli dönüm noktalarından biri henüz geçilmiş, İsmail kalesi çok ciddî bir direniş gösterdikten sonra Ruslarca işgal edilmiştir. Tarih 22 Aralık 1790’dır. İstanbul, bu felaketi Sadrazam Rusçuklu Şerif Hasan Paşa’nın haber vermesiyle, bir ay sonra, 20 Ocak 1791’de öğrenir. III. Selim, ertesi günün (21 Ocak 1791, Cuma) gecesi gizlice Hırka-i Şerif Odası’na gider ve iki saat boyunca tazarru ve niyazda bulunur. Câvid Bey, padişahın değerli inciler gibi gözyaşlarının Nisan yağmuru gibi aktığını söylüyor. Münacat da ağzından istemsizce (bî-ihtiyâr) dökülmüş ve sonra kendisi tarafından kaleme alınmış. Altılıkları bozma pahasına, önemli gördüğüm yerlerini seçerek Baycar’ın okuduğu gibi alıyorum:
“Hudâya bu elem-i zahm-ı derûnum dağlıyor her-dem
Şehîdândan akan kan bana rûşen çağlıyor her-dem
Olup sedd-i râh-ı İslâmı bu düşmen bağlıyor her-dem
Esîr olmuş nîce nisvân u sibyân ağlıyor her-dem
İlâhi lutfun ile bunların gözyaşına rahm et
İnâyet vaktidir yâ Râb bu ben kardaşına rahmet
Nedir böyle azab u gam, bizim de cânımız yok mu
Adûvv hep bed-nigâh eyler bizim Yezdânımız yok mu
Muhammed ümmetiyiz hiç bizim de şânımız yok mu
Ne denlü cürmümüz var ise de îmânımız yok mu
(…)
Dir İlhâmî bana olan dahi olmaya bir dosta
Rezil etme beni yâ Râb hürmet eyle bu posta”
Tabii ki ilahiyatçı veya inanç tarihi uzmanı değilim fakat kendisini Râb’ın kardeşi olarak görmenin de müesses Osmanlı dinî anlayışında kolay kolay açıklanamayacağını kestirebiliyorum. Dahası, padişah, yine Râb’ın, kendisinin bulunduğu posta / makama hürmet etmesini istiyor. III. Selim’in, çok önemli bir kalenin düşmesi, binlerce şehit verilmesi ve Müslüman kadın ve çocukların esir edilmesinden dolayı çok büyük bir kedere düştüğü ve ümitsizliğe kapıldığı anlaşılıyor.
“Kan” yerine “hun” denmesi gibi ufak tefek farklılıklarla bu yalvarma Selim’in divanının tenkitli metninde de yer almış durumda. Böylece, 21 Ocak 1791’de yazıldığını kesin olarak bildiğimiz şiir, 1787 tarihinde bittiği söylenen divan içinde yerini almış. Orada bir tuhaflık daha var; şiir sadece “Müseddes-i Hazret-i İlāhī” olarak sunuluyor. Başka, günümüze ait küçük okuma farklılıkları da var. Fakat asıl fark, Kâşif Yılmaz’ın, kritik önemde gördüğüm dizeyi, “İnāyet vaktidir yā Rab bu ben karvaşına rahm et” şeklinde okumuş olmasıdır. Yılmaz’ın, Necib Âsım’ın (Yazıksız) 1914’te TOEM’de yayımladığı “Vatanperverliğin temasil-i şahanesi” adlı makalesinin içinde aynen “kardaş” olarak verilen bu kelimeyi açıklamak için düştüğü nottan, “kardaş” kelimesinin “karvaş / karavaş” olarak okunması gerektiğini düşündüğünü anlıyoruz.
Güzel de, “karavaş”, cariye, kadın köle demek. Daha eski bir “karabaş” formundan geliyor. İstanbul’da zamanında cariye satılan iki ayrı semte de ad olmuş… “Karvaş” şeklinin “karavaş”ın kısaltılmış hâli olduğu kabul edilebilir, sonuçta bu yazışa da rastlanıyor. Peki, ama böyle okumak daha mı iyi? Kâşif Yılmaz, Selim’in divanının Ali Emiri nüshasını tam metin olarak vermiş. Orada kelime hakikaten de “karvaş” okunabilecek gibi yazılmış ama dikkat edilirse, kâtibin “dal” harfini “vav”a çok benzeterek yazdığı görülüyor. Meselenin bundan ibaret olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, karavaş kelimesinin erkekler için de kullanıldığına dair hiçbir örneğe rastlamadım. Kısacası, Necip Âsım ve Baycar gibi ben de kelimenin “kardaş” olarak okunması gerektiği kanısındayım. Fakat bu fevkalade sıra dışı kullanımı nasıl açıklayabileceğimizi, dahası Mütercim Âsım’ın sarayda olduğunu söylediği çeşitli tarikatlardan herhangi birinin görüşleriyle ilişkilendirip ilişkilendiremeyeceğimizi doğrusu ben de bilmiyorum.