Muallim Naci: Var yeri gitsem ‘Mezar-ı Türk’e dek

Resmî Osmanlıcılık ideolojisinin aksine, Osmanlı kimliğinin gayrimüslimleri kapsamadığını düşünen Osmanlılar da vardı.

Türkiye tarih yazıcılığında yerleşik ve yaygın bir damar, adına Osmanlıcılık dediğimiz resmî milliyetçilik projesini imparatorluk halkları arasında bir tek Türklerin, kendilerine Türk dememe pahasına ve sorgusuz sualsiz sahiplendiklerini, Türk olmayan Müslümanların, en azından kendi siyasî maceralarına giriştikleri zamana kadar, desteklediklerini ama gayrimüslimlerin hiçbir zaman benimsemediklerini savunur.

Bu husustaki en “ikna edici” alıntılardan biri, Meşrutiyet Meclisi’nde Serfiçe mebusu olan Yorgo Boşo Efendi’den yapılır ve “Benim Osmanlılığım, Osmanlı Bankası kadardır” dediği aktarılır. Osmanlı Bankası’nın sermayesinde Osmanlı payının aslında sıfır olduğu ve Boşo Efendi’nin kariyerine sonradan Atina parlamentosunda milletvekili olarak devam ettiği “uygun” bir şekilde tahattur olunursa gayrimüslim ahaliden hiç değilse “Rumların”, Osmanlılık hakkındaki tutumunu anlamış oluruz, öyle mi ? Hele bir de Ziya Gökalp’in, meşhur “Vatan” şiirlerinden birinde, hayâl ettiği ülkeyi tasvir ederken “Meb’usânı temiz, orda ‘Boşo’ların sözü yok” dediği de resme eklenirse hükmümüz iyice perçinlenir herhalde… Maalesef, tarihçi olarak, tarihî realitenin şu yukarıdaki manzaraya göre inanılmaz derecede girift, karmaşık ve çok katmanlı olduğunu söylemek durumundayım.

Tanzimat devletinin çeşitli dertlere deva olması umuduyla geliştirdiği Osmanlıcılık ideolojisine, imparatorluk içinde muhakkak ki farklı tepkiler olmuştu. İmparatorluktaki çeşitli etnik-dinî toplulukların veya belli bir yörenin tepkileri tabii ki tarihçiler, tarih sosyologları ve antropologlarca çalışılabilir, nitekim çalışılıyor da. Fakat ben müsaadenizle, yine Müslüman kesim ve o kesimin de kendilerini Türk olarak gören kısmının bazı tepkilerini irdeleyeyim diyorum. Osmanlıcılık ideolojisini geliştirenlerin bizatihi bu gruptan olmaları, bu grup içinden birilerinin de çıkıp bu “bilâ tefrik-i cins ü mezheb” Osmanlıcılığından farklı tavırlar almamalarını gerektirmiyordu. Bunun saptanması ise hem Osmanlıcılığın hem de daha spesifik olarak Türk milliyetçiliğinin tarihinin çalışılmasında elzemdir diye düşünüyorum.

Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslim ve Müslimler arasında hukukî eşitliği sağlaması hasebiyle 1856 Islahat Fermanı’nın Osmanlıcılık ideolojisinin en önemli belgesi olduğu tartışılmaz sanırım. Bu ferman, 18 Şubat 1856’da Topkapı Sarayı Arz Odası’nda vüzera, ulema, patrikler, metropolitler, hahambaşı ve Rum Milleti’nden bazı önde gelenlerin hazır olduğu bir törende okunduğunda tarihçi ve hukukçu Ahmed Cevdet Efendi de oradaydı. Sonraların meşhur Cevdet Paşa’sına göre o gün hava “fevkalâde puslu” idi, Zekiye Sultan vefat etmişti… Fermanın okunmasından küçük bir grup dışında kimse mutlu olmadı.

Hadiseyi yıllarca sonra, 1878’de, vakanüvislikteki halefi Ahmed Lûtfi Efendi’ye yazdığı tezkirede ayrıntılı olarak anlatan Cevdet Paşa tam bir gam ve kasvet manzarası çiziyor. “Bu fermanın hükmünce teba’a-i müslime ve gayr-i müslime kâffe-i hukukta müsavi olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyade dokundu” diyor. Birçok Müslüman şöyle söylenmeye başlamışlar:

“Âbâ ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyemizi bugün ga’ib ettik. Millet-i islâmiyye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür.”

Yani, İslâm Milleti üstünlük hukukunu yitirdiği için pek çok Müslüman çok kederliymiş. E, bu durumda hukukî eşitlik kazanan diğer “milletlerin” sevinçli olması beklenebilir. Nitekim Cevdet Paşa da “Teba’a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden çıkıp millet-i hâkime ile tesavi [eşitlik] kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi” demekte. Ne var ki, kendi cemaatleri içindeki ayrıcalıklı konumlarını yitiren gayrimüslim din adamları hiç hoşnut olmamış. Gayrimüslimler arasındaki eşitsizlik hiyerarşisi bozulduğu için memnun olmayanlar da varmış. Bazı Rumlar, “Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslâm’ın tefevvukuna [üstünlüğüne] razı idik” demişler.

Velhasıl, o gün Islahat Ferman’ı okunurken hazır olanların çoğu asık suratlıymış. Sevinen birileri varmış ama onlar da şunlarmış:

“Ancak bizim ziyy-i islâmda [Müslüman kılığında] bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşaşet [sevinç] görülüyordu ve bu makulelerden birtakım yadigârlar [ın] dahi ‘Teba’a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût [karışık] olıcak emlâkimizin fiyatı terakki ve medeniyet tevessü eder’ dedikleri ve bu veçhile izhar-ı memnuniyet ettikleri işitildi ve görüldü.”

Paşanın “göz tanıklığı” bu kadarla sınırlı değil ama kâfidir. 1856 Islahat Ferman’ı gibi önemli bir reform belgesi sadece “birtakım alafranga çelebiler”i mi memnun etti veya onlardan birinin bırakacağı tanıklık acaba nasıl olurdu gibi noktaları hızlıca geçeyim. Hatta eldeki en kesin gerçeğin Ahmed Cevdet Paşa’nın, 1878’de, berbat bir dönemden geriye bakarak Islahat Fermanı’nı esefle anması olduğunu baştan teslim edeyim.

Peki, ama Cevdet Paşa “Millet-i Hâkime” derken ne kast ediyordu ve bunun Osmanlıcılıkla ilintisi nedir? Paşa’nın, toplumu dinî temelde bir tasnife tabi tutup, Müslümanlara yasal anlamda üstünlük tanıyan klasik Osmanlı devlet anlayışının terk edilmesinden muzdarip olduğu ve dolayısıyla da Islahat Fermanı’nın hukukî altyapısını sağladığı türden bir Osmanlıcılık düşüncesine karşı olduğu söylenebilir. Eh, millet-i hâkime dediği de açıkça söylediği üzere İslâm Milletidir…

İlginç olanı şu ki, Paşa’nın başka yerlerde de kullandığı üzere bir “millet-i hâkime-milel-i mahkûme” formülü, klasik dönem Osmanlı’sında hiç görülmüyor. Daha da ilginci ise, Paşa’nın kendi dönemindeki Avrupa imparatorluklarında (ve milliyetçilik çağında), imparatorluğun kurucu ve “asıl halkı” bir tarafta ve “tâbi halklar” diğer tarafta olacak şekilde sınıflandırmalar yapılmasının gayet yaygın olmasıdır! Rus İmparatorluğu’nun baskın ırkı/unsuru Ruslardır, Avusturya-Macaristan’da Alman ve Macar olmak üzere iki “efendi ırk” vardır, kalan Slavlar tâbi halklardır gibi…

Sorumu çevirip bir daha sorayım: Bir milliyetçilikler çağında, Avrupa milliyetçilik akımlarını bilen, neyin ne olduğunun farkında olan, kendisi de daha 1854 yılında, “Arap ve Türk Milletleri” gibi bir ifade kullanmış olan Cevdet Paşa, “millet-i hâkime”yi, “Millet-i İslâmiye” diye eski terminolojiyi kullandığı zamanlarda bile nasıl kurguluyordu acaba?

Bu sorunun cevabı, Cevdet Paşa’nın kaleminden çok net bir şekilde verilmiştir. Cevdet Paşa’nın Millet-i İslâmi’yesi, içindeki Türk unsurunun “unsur-ı aslî” olduğu bir millettir. Dolayısıyla da her “millet-i hâkime” dediğinde bu gerçeği göz önünde tutmak gerekir. II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında, onun arzusuyla ve Tezakir ile aynı sıralarda fakat çok daha açık bir dille yazmış olduğu Maruzat’ında bu konuda kıymetli referanslar bulunmaktadır. Bir tanesini zikretmekle yetineyim. Cevdet Paşa; eskiden, Karadağ sınırındaki Arnavutların, o sınırı pekâlâ koruduklarını ve galip durumda olduklarını söylüyor ve Bâb-ı Âlî’nin artık Arnavutları yoluyla istihdam edemediğinden ötürü düzenli ordunun o hudut mevkilerine yerleştirilmesinden yakınıyor ve aynen şöyle diyor: “Hâlbuki Devlet-i Aliyye’nin unsur-u aslîsi olan Türkleri böyle yerlerde çürütmek revâ değil idi.” İmparatorluğun klasik devirlerinde böyle bir unsur-ı aslî sözünün hiç telaffuz edilmediğini peşinen söyleyeyim.

Cevdet Paşa’nın tabii ki kendisini Osmanlı gördüğünü fakat bu Osmanlılığı, Müslümanlığa dayandırdığını ve devlet ile milletin esas unsurunu da Türklerin oluşturduğunu düşündüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir Osmanlılık algısının, Tanzimatçıların getirdiği resmî ideolojiden farklılıkları aşikârdır. Dahası, Cevdet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nda kesinlikle bir istisna değildir. Kızı Fatma Aliye’nin üstadı Ahmed Midhat’ın Osmanlı algısı da hemen hemen aynı yoldaydı. L’Orient gazetesi sahibi Nikolaidis Efendi hakkında “[B]ir iyi adamdır. Sâdık-ı devlet” diye düşünür ama aynı kişi için “Nikolaidis olmakla herife gerçekten Osmanlı diyebilir miyiz? Çünkü Rumdur” demeyi de ihmal etmez. Dönemindeki pek çok Osmanlı yazarı gibi Ahmed Midhat’ın da “Müslüman”, “Osmanlı” ve “Türk” kelimelerini birlikte veya birbirlerinin yerine kullandığını da not etmiş olayım. Meselâ, Fatma Aliye’yi Avrupa’dan gelecek eleştiriler hususunda uyarırken, “Avrupa tarafından acı bir itiraza dûçar olur iseniz bizim Türk itirâzâtına benzemez” diyor.

Devletin resmî ideolojisi ve vatandaşlık kanunu ne derse desin “Osmanlı” adının ve kimliğinin her şeyden önce Müslümanlar ve hatta öncelikli olarak Türkler için kullanılması gerektiğini düşünen, başka bir deyişle “gerçek Osmanlıların” kimler olup- olmadığını konu edinen örnekleri çoğaltmak tabii ki çok mümkün. Ben yine çok uzaklara gitmeksizin, bu kez Ahmed Midhat Efendi’nin damadı Muallim Naci’nin 1891’de kaleme aldığı ve ancak ölümünden sonra yayımlanan meşhur Gazi Ertuğrul Bey Manzumesi’nden bir alıntı yaparak bitireyim:

“Zikre şâyândır Fırat’ın
her yeri

Ben ki bir Türküm
unutmam Caber’i

Türk olan nimet-şinâs
olmak gerek

Var yeri gitsem ‘Mezâr-ı Türk’e dek

Ey Mezâr-ı Türk!
Safvethânesin

Hâbgâh-ı şahsın, şâhânesin

İftihâr et ey sarây-ı manevî*

Şâh-ı Türkân sende
olmuş münzevi

(…)

Ey Süleyman Şâh!
Minnetdârınız

Şâkir-i evlâd-ı feyz âsârınız

Oldu ihlâsınla fahr-i dûdman

Oğlun Ertuğrul
gibi bir kahraman

Aferin Ertuğrul’a yârânına

Aferin Ertuğrul’un
Osmanına!

Şânımız Osmansız
olmaz şanlıyız

Bunca milyon halk hep
Osmanlıyız

Vâkı’a Osmanlılıktır şânlılık

Bilmeli ammâ nedir
Osmanlılık!”

*Ramazan Kaplan’ın neşrini kullandım, Mehmed Ata Bey’in İktitaf’ında “fezâ yı-manevî” diye geçiyor.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum