Muhafazakar kimdi, inkılapçı kim?
III. Selim’e 1791’de lâyiha sunanları daha sonraki dönemlerden bakarak sınıflandırmaya çalışmak başlı başına güç bir iştir.
Tarihçilerin, bir toplumun modern öncesi mi yoksa modern mi olduğunu belirlemek için dikkate aldığı kestirme kıstaslardan biri bürokratik merkezileşme seviyesidir. Merkezileşmeyi sağlamak için bir devlet bürokrasisinin oluşturduğu ve harekete geçirdiği orduların kullanılması çok yaygın ve bilindik bir süreçtir. Öte yandan, Avrupa’nın askerî devrimiyle birlikte, savaşın yapılma şeklindeki ve orduların yapısındaki değişikliklerin bizatihi merkezî bürokrasiyi ve modern devleti oluşturmaktaki rolü de ta Geoffrey Parker’dan beri tartışılıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda da modernleşme veya ıslahat deyince merkezin güçlenmesini anlamak, merkezin güçlenmesi için de ordunun düzenlenmesi gerektiğini düşünmek yaygındı. Dolayısıyla Osmanlıda ordu ıslahatı konusundaki tartışmalara bu gözle bakmak ve ordunun nizama girmesini kendi içinde bir hedef olarak görmemek gerekir. Muhakkak ki askerî reform önerilerinde ve girişimlerinde düşmana cevap verilmesi amacı öne çıkarılıyor, yapılacak düzenlemeler bu yolla meşrulaştırılıyor, muhtemel direnişler bu şekilde aşılmaya çalışılıyordu. Fakat biraz köşeli ifade edecek olursak, asıl amacın merkezi yeniden etkin kılmak ve imparatorluğun iç örgütlenişini düzenlemek olduğunu söyleyebiliriz.
Biraz eskimiş olmakla birlikte Osmanlı tarih yazımında hâlâ etkili olan hâkim paradigmalardan biri, Avrupalılar karşısında Osmanlı ordularının gittikçe etkisiz kaldığını gören bir grup ıslahatçının işe ordudan başladıklarını, teknoloji ve asker idaresi konusunda Avrupa’yı örnek alırken, pek istemedikleri veya planlamadıkları halde değişikliklerin toplum hayatının başka alanlarına, mesela kültüre de sirayet ettiğini ve bunun sonucunda Osmanlı toplumunun “Batılılaştığını” ileri sürer. Bu “ Batılılaşmanın” ilk işaretleri için “Lale Devri”ne göndermelerde bulunulması ama asıl hamlenin III. Selim’in saltanatının başlarında olduğunun söylenmesi neredeyse usuldendir.
Avrupalılaşma ve modernleşmenin birbirlerinden ayrı tutularak tartışılmasının daha faydalı olacağına daha önce çeşitli vesilelerle değindim. Modernite öncesinde Osmanlı dâhil, dünyanın çeşitli yörelerinde “Avrupalılaşma” örnekleri görebileceğimiz gibi, Osmanlıların, Avrupa’dan veya dünyanın başka bir köşesinden teknoloji transferi yapmak için 18. Yüzyıl sonlarındaki büyük yenilgileri beklemediklerini de bir kez daha vurgulamış olayım. Henüz Avrupa ortaçağları sona ermeden Osmanlıların oradan aldığı (ve geliştirdiği) top döküm teknolojisinin Osmanlıda neden hayatın her alanında “istem dışı” bir Avrupa ortaçağ kültürü filizlenmesini getirmediği bu bağlamda merak konusu olabilir. Kaldı ki, olur a, diyelim ki 14. Yüzyılda böyle bir şey vaki olmuş olsaydı bile, çiçeği burnundaki Osmanlı devletinin en fazla “Avrupalılaştığını” söyleyebilir, henüz Avrupa dâhil dünyanın hiçbir yerinde mevcut olmayan bir modernliği Osmanlıya da yakıştıramazdık.
Kısacası, bu paradigmanın açıklayıcı gücünden şüphe duymak için çok sebebimiz bulunuyor. Evvela, 18. Yüzyıla kadar Avrupa’dan tecrit hâlinde yaşayan bir Osmanlı görüntüsü tarihî gerçekliklerle uyumlu değildir. Ancak bu yüzyılın sonundaki yenilgilerinin etkisiyle, o da sadece askerî alanda ıslahata girişen ve hadisata da çok hâkim olamayarak “Avrupalılaşmanın” kapısını açan bir Osmanlı seçkin sınıfı tasavvuru da bana doğrusu pek inandırıcı gelmiyor.
Bernard Lewis, Roderick Davison, Uriel Heyd ve Stanford Shaw gibi eski kuşaktan Batılı Osmanlı tarihçilerinin bu eski Avrupalılaşma / Batılılaşma paradigmasının kuruluşu ve sürdürülüşündeki katkıları yadsınamaz. Türkiye’de de, aslında Osmanlının son zamanlarından itibaren, bu yolda düşünen aydın, tarihçi ve sosyal bilimciler için çok sayıda örnek vermek mümkündür. Doğrudan Nizam-ı Cedit dönemi üzerinde yazması ve kendisinden sonraki sosyal bilimci ve tarihçileri etkilemesi hasebiyle merhum Enver Ziya Karal’ın bunlar içinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Hatta Kemal Beydilli hocamız ve sonraki kuşaklardan Aysel Yıldız gibi tarihçiler tarafından bazı görüşleri tadil edilse de Karal’ın yaklaşımının büyük ölçüde hâlâ ayakta olduğunu ileri sürmek de mümkündür.
Karal, meşhur Osmanlı Tarihi’nde Nizam-ı Cedit için yapılan tarifleri şöyle özetliyor:
“Dar mânada Nizam-ı Cedit: Selim III. devrinde Avrupa usulünde yetiştirilmek istenilen talimli askeri anlatır. Geniş mânada Nizam-ı Cedit ise, Selim III.’ün yeniçerileri kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak, Osmanlı devletini Avrupa’nın ilim, sanat, ziraat, ticaret ve medeniyette yaptığı ilerlemelere ortak yapmak için giriştiği yenilik hareketlerinin bütünüdür.”
Karal, ikinci tarifin daha doğru olduğunu düşünüyor. Bu da tabii ki bir yaklaşım ve Selim ile adamlarının, merkezi güçlendirmek ve imparatorluğu yeniden düzenlemek amacıyla giriştikleri ıslahatın yönelimlerindense tarihçinin kendi tercihleri hakkında daha çok fikir veriyor.
Yine büyük ölçüde Karal’a borçlu olduğumuz bir diğer görüş ise III. Selim’e sunulan lâyihaların hemen hepsinin “ağırlık noktasını” askerî alanda önerilen ıslahatın teşkil ettiğidir. Lâyihalarda askerî konular önemli bir yer kaplar, bunu yadsıyamayız ama bu yargıya katılmak oldukça güçtür. Askerî ıslahat hakkında hiçbir şey söylemeyen lâyihalar olduğu gibi askerî ıslahat öneren lâyihalarda bile konular açısından çok daha dengeli bir dağılım vardır. Yalnız hemen söyleyeyim ki bu gözlemi, bugünkü bilgimizden yola çıkarak yapıyorum. Karal’ın 1942-1943 yıllarında Tarih Vesikaları’nda yayımladığı lâyihalar aslında, o lâyihaların tam metinleri değil, bazı lâyiha yazarlarının yazdıkları içinden askerliğe dair konuların seçilerek bir araya getirildiği bir mecmuaydı. Ondan çok önce Ahmed Cevdet Paşa’nın genişçe özetlediği ve bazılarını çok ayrıntılı olarak tartıştığı lâyihalar da iki istisnası dışında bu mecmuadan gelmekteydi. Hâl böyle olunca, lâyihalardaki askerî konular tabii ki çok merkezî bir karakter kazanıyor, askerlikten bahsetmeyen lâyihalar ise bu mecmuaya hiç girememiş oluyor. Kısacası, bu mecmua, lâyihalardan yapılmış bir hülasa, belirli bir konuda yapılmış bir seçkidir. Sayın Ahmet Öğreten tarafından önce yüksek lisan tezi olarak çalışılmış ve 2014’te de Nizâm-ı Cedîde Dâir Askerî Lâyihalar adı altında yayımlanmıştır.
Sayın Ergin Çağman ise lâyihalardan, yukarıdaki mecmua dışında ve tam metin olarak bulunan 10 tanesini yine önce yüksek lisans tezi olarak çalışmış ve 2010 yılında III. Selim’e Sunulan Islahat Lâyihaları adıyla kitap olarak yayımlamıştır. Böylece hülasada sadece askerî kısımları özetlenen bazı lâyihaların tam metinlerine ve dolayısıyla da bir karşılaştırma yapma imkânına sahibiz. Ayrıca, Defterdar Mehmed Şerif Efendi ve Tatarcık Abdullah Molla’nın lâyihaları Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nda, daha Osmanlı döneminde yayınlanmıştı.
Layiha yazarlarının sayısı bugün müellifi belli olmayan bir lâyihayla birlikte 21 olarak görünüyor. Ayrıca, Karal’dan beri tekrarlana gelen bir görüşe göre lâyiha yazarları arasında iki de Hıristiyan bulunmaktadır. Böylece 23 sayısına ulaşıyoruz. Bu iki Hıristiyan’dan biri Alman asıllı ve önce Fransa sonra da İsveç hizmetinde olduğu hâlde Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapan Baron Brentano adlı bir subay, diğeri ise meşhur Ignatius Mouradgea D’Ohsson (Muradcan Tosunyan)’dur. Gerçekten de elimizde Brentano’nun kaleminden çıkma ve diğer lâyihalar arasında bulunan bir metin ve ondan yapılan özet vardır. Ne var ki bunun 1791’de III. Selim’in emriyle kaleme alınan lâyihalardan olduğunu sanmıyorum. Brentano, metninde 21 Aralık 1784 ve 21 Mart 1785’te bazı yazılar sunduğunu ve bütün hudut boylarının korunması hakkında da iki üç ay içinde bir raporu tamamlayacağını belirtiyor. Metinde geçen son tarih olan 24 Haziran 1785’te bu raporu sunduğuna dair bir işaret yoktur. 1791 sonu veya 1792’de bu eski tarihli raporlarından ve 1785’te bitireceğini söylediği bir rapordan bahsetmesi biraz tuhaf değil mi? Dahası, Brentano’nun yazdığı metnin başında onun Fransız hizmetinde olduğu ve padişahın emriyle görevlendirilen bazı kişilere “umur- harbiyyeye” dair takdim ettiği raporun tercümesi olduğu kaydı düşülmüş. Oysa Brentano, 1789’da tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na geldiğinde İsveç hizmetindeydi. Dolayısıyla “Brentano lâyihası” olarak bilinen bu raporun, onun Fransız hizmetinde olarak İstanbul’da bulunduğu dönemden kalma olduğunu sanıyorum. Lâyihalardan askerî konularla ilgili bir telhis hazırlanırken alakalı görülüp eklenmiş olabilir.
Benzer bir şekilde D’Ohsson’un sunduğu ve Beydilli’nin 1794 başlarında verildiğini söylediği lâyihanın da III. Selim’e sunulan orijinal lâyihalar arasında sayılamayacağı düşüncesindeyim. Şöyle ki Beydilli’nin tam metnini verdiği bu lâyiha bir “Mekteb-i Fünûn-ı Harbiyye” kurulması hakkındadır ki bu proje kısa süre içinde uygulanmaya konmuş ve Mühendishane-i Berrî-i Hümâyun olarak bilinen kara mühendishanesi hizmete açılmıştır. Geniş anlamıyla bu lâyiha da tabii ki Nizam-ı Cedit ıslahatıyla ilgilidir ama o tarihte Nizam-ı Cedit ordusu zaten kurulmuştu ve belki daha önemlisi, D’Ohsson asabiyyesi yüksek bir grubun parçası olarak, grubun düşüncelerinden etkilenerek lâyihasını kaleme almamıştı. Dolayısıyla onun bu lâyihasıyla diğerleri arasında herhangi bir örtüşme de bulunmamaktadır.
Karal, askerî konuları seçerek bir araya getiren bir mecmuadan yola çıktığı için lâyihaların asıl meselesinin askerî ıslahat olduğu sonucuna ulaşmakla kalmamış, elindeki kısmî metinlere dayanarak yazarlarını ve önerilerini de bir tasnife tabi tutmuştur. Ona göre lâyihalarda üç yol önerilmekteydi:
“1- Yeniçeri ocağı ve diğer asker ocakları, Kanunî Sultan Süleyman devrindeki kanunnamelerine göre düzenlenmelidir;
2-Yeniçeri ocağı ile diğer ocaklara, Kanunî Sultan Süleyman kanunnameleri icaplarındandır diyerek, Frenk eğitim ve usulleri kabul ettirilmelidir;
3-Yeniçeri ocağının kaldırılması veya ıslah edilmesi mümkün olamayacağından, bu ocak bir kenara bırakılarak yanında Frenk esaslarına göre yeni bir ordu kurulmalıdır.
Bir ve ikinci yolu tavsiye edenler muhafazacı, üçüncü yolu tavsiye edenlerse devrimci idiler.”
Karal, bu tasnifi yapmakla da kalmıyor, “muhafazacı” ve “devrimci” gruplara atfettiği görüşleri, hem de tırnak işaretleri içerisinde vererek temsil etmeye çalışıyor. Ona göre, “Kanunî dönemine gelinceye kadar” ordunun iyi durumda olduğunu düşünen “muhafazacılar”, “O zamanlar Frenk askeri harp bilmezdi. Kanun ve nizamları yoktu. Frenk kralları bunları bizden öğrendiler. Şu halde biz, eski kanunlarımızı yürürlüğe koyarsak ordumuzu düzene sokabiliriz” diyormuş. “Muhafazacılardan Tatarcık Abdullah Molla”, bir değişiklikle aynı görüşteymiş; Kanunî’nin kanunlarına saygı gösterilmesinin sağlanmasını ve ondan sonra da onun kanunnamesi diyerek Hıristiyan devletlerin harp usullerinin alınmasını öneriyormuş. “Devrimciler” ise eski kanunların canlandırılamayacağını ve bu kanunların zamanın ihtiyaçlarına uymayacağını, dolayısıyla da “yeni esaslara dayanan yeni tedbirler düşünmek” gerektiği söylüyorlarmış. Mevcut asker ocakları da ıslah edilemeyeceği için “Avrupa eğitim usulleri alınarak” onların dışında “en az 13.000 kişilik bir ordu kurmak” gerekir diyorlarmış. Karal, “Padişah, bu muhafazacı ve devrimci düşüncelerden birisini seçmek zorunda kalınca ikincisini seçti; ve bu düşünceyi iyice benimsemiş gençlerden bir ıslahat ekibi kurdu” diyerek konuyu bağlıyor.
Karal’ın bu değerlendirmelerinin ufak tefek tadilatla bugüne kadar geldiğine ve lâyihaların tasnifinde onun şablonunun hâlâ kullanıldığına dair örnek vermek için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. 2010’da 10 lâyihanın tam metnini yayımlayan Çağman, merhum Tayyib Gökbilgin’in, Karal’ın tasnifinde yaptığı değişikliği aynen kabul ederek, “muhafazakârlar”, “telifçiler” ve “inkılapçılar” olmak üzere üç ana grup olduğunu belirtiyor. Muhafazakârlar, “Yeniçeri Ocağı ile diğer ocakların Kanuni Sultan Süleyman devrindeki kanunlara göre ıslah edilmesini” öneriyorlarmış… Bu “yeni” tasnife göre, iki değil bir “muhafazacı” grup var. Devrimciler, “inkılapçılar” olmuş. Arada da “telifçiler” bulunuyor. Mesela, Gökbilgin’e göre Tatarcık Abdullah Molla bir “telifçi” oluyor. Karal’ın kendisi de Tatarcık’ın diğer muhafazakârlardan farklı görüşlere sahip olduğunu söylediği için bu isimlendirmenin de son kertede onun tasnifine dayandığını söyleyebiliriz.
Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama lâyihalara baktığımda böyle bir ayrışma görmüyorum. Evvela, kimsenin, böyle, adeta bir karikatür seviyesinde, Kanunî dönemine dönülmesini istediği gibi bir izlenimim yok. İkincisi, hemen herkes Kanunî dönemi veya klasik dönem kanunlarına ve onların bozulmasına göndermede bulunuyor. Bunlardan bazılarının devrimci, bazılarının muhafazakâr olduğunu nasıl belirliyoruz ki... Üçüncüsü, lâyihaların bütününe bakıldığında yeniçeri ocağına ilişkin tavır almanın lâyiha yazarlarını sınıflandırma işinde en anlamlı kriter olduğunu düşünmüyorum. Ama tutalım ki bu geçerli bir tasnifti, bana kalsa, yeniçerilere dokunamadıkları için yeni bir ordu kurmayı çare görenlere değil yeniçerilere Frenk usullerini kabul ettirmeye çıkan ikinci / telifçi gruptakilere “devrimci” derdim…