Vüzerâ Kanunnâmesi’nin ne günahı vardı?

Tanzimat Fermanı olarak da bilinen Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 3 Kasım 1839’da Reşid Paşa’nın bizzat okumasıyla Osmanlı toplumuna ve dünyaya ilan edilmişti.

Epeyce bilinen bir tarih efsanesidir, Mustafa Reşid Paşa, dostu Britanyalı diplomat Stratford Canning’e işe nereden başlamak gerektiğini sorunca “Ta baştan!” cevabını almış. Canning tabii ki can ve mal emniyetinden söz ediyormuş. Lâkabı “Koca”dır, ama siz bu resimde Reşid Paşa’yı leb demeden leblebiyi anlayan pek zeki ve acar bir talebe olarak da tahayyül edebilirsiniz. Afacanca atılarak “Şeref ve haysiyetin de emniyet altında olması gerekmez mi?” diye sormasından belli değil mi?

‘Efsane’ dedim ama bu, yukarıda geçen sahnenin Canning’in hatıratından süzülerek bize gelmesinden dolayı değil. Hatta ben böyle bir konuşmanın pekâlâ geçmiş olabileceğini baştan kabul edeyim de olsun bitsin. İşin doğrucası bu anekdotu benim gözümde efsane haline getiren, içeride ve dışarıda birkaç nesil tarihçinin, aktarılanı büyük bir safiyetle karşılaması ve dahası, fermandaki bu can, ırz, namus ve mal hususlarının garanti altına alınışı noktasını, tarihçe kaydedilen tecrübeyi hiç düşünmeksizin, selamlayıp kutsamasıdır.

***

Bırakın Osmanlı’yı, yeryüzünde herhangi bir sistem olabilir mi ki ‘pozitif hukuk’ alanındansa “doğal hukuk”un gereği olduğu varsayılan bu en temel insan haklarını hiç dikkate almasın ve yüzlerce yıl varlığını sürdürebilsin? Veya soruyu şöyle çevirip sorayım, bunların ayaklar altına alındığı sistemlerin ömrü ne kadar olmuştur? Hal böyleyken, artık iyice popülerleşen bazı mütearifelere göre bu temel insan haklarının Osmanlı dünyasında ilk kez arz-ı endam edişleri işte bu Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ile olmuştur…

Çocukluğumdan beri merak ederim, fermandan önce, isteyen istediğini öldürebiliyor, malını alabiliyor, namusuna el uzatabiliyor muydu diye. Özellikle “inkılâp tarihi” yazıcıları, ama tabii ki başkaları da durumun böyle olduğunu yazdılar yıllarca. Kimine göre bu tür kavramlar bu coğrafyada hiçbir zaman söz konusu olmamış, işte ilk kez Batı’dan gelmekteydi, kimine göreyse “eskiden” söz konusu olsa bile müthiş bir gerileme ve bozulma olmuş olduğu için insanlar Gülhane öncesinde bu haklardan tamamen mahrum bir hale gelmişlerdir.

***

Osmanlı tarihi konusunda oldukça ihatalı bir kavrayışa sahip olan İsmail Hami Danişmend bile Gülhane öncesinde insan hakları konusunda iki asırlık bir mahrumiyet görmektedir. Ona göre II.Osman’ın tahttan indirildiği tarih olan 1622 ile ıslahatın ve insan haklarının önündeki en büyük engel olan Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılışı arasındaki dönem tam anlamıyla korkunçtur. “İnsanın en tabii ve en kudsî hukuku can, mal ve namus mâsuniyyetleridir; iki asrı geçen o uzun devri Türk halkı bu haklardan mahrum olarak geçirmiştir” diyen Danişmend kendi büyük eseri olan İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nin çeşitli yıllarına ait bazı vukuata göndermeler yaparak bu hakların nasıl mevcut olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Mesela, ırz ve namus masuniyetinin olmadığını görmemiz için 1640 yılının 8/9 Şubat ve 1648 yılının 20 Mayıs maddelerine bakmamız gerekiyormuş. Merakımı yenemeyip bakınca, bu sonuncusunun, Sultan İbrahim’in, Anadolu beylerbeyi İbşir Paşa’nın Sivas’ta bulunan “güzel karısının kendisine gönderilmesini” emretmesinden dolayı Varvar Ali Paşa’nın isyan etmesiyle ilgili olduğunu görüyorum!

Her halükârda, yukarıdaki örnekte olduğu gibi bir veri yığını içinden bazılarını ayıklayarak bir “dava” inşa etmek mümkündür ve geçmişteki bir olayı veya olguyu açıklamak isterken bazı tarihçiler bu yönteme sıkça başvurur. Üstelik bu nihayetinde örneklerden bir örnek olduğu için olayın kahramanlarının burada anılan örneği bilmelerine de gerek yoktur. Reşid Paşa’nın kendi döneminden tam iki yüz önceki İbşir Paşa’nın karısı vak’asından haberdar olduğunu ve o ırz ve namus teminatını fermana bunun için koydurduğunu düşünmeyeceğiz değil mi? Herhalde, Reşid Paşa da fermanda bir dava inşa etmek, birtakım olayları gerekçe göstererek fermanın altyapısını hazırlamak kaygısındaydı. Şimdilik bunların fermanın dönemine ait olduklarını söylemekle yetinelim. Fakat bir beyannamede bazı temel hatırlatmaların veya teyitlerin yapılması, o hatırlatmaya konu olan maddelerin ilk kez gündeme getirildiğini göstermeye yeter mi? Bu bizim nasıl bir okuma yaptığımızla ilgili olduğu için mesele biraz da buradadır.

***

Biraz Osmanlı tarihinden uzaklaşalım ve Gülhane’ye örneklik ettiği varsayılan belgelerden birine, 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne gidelim. Tabii ki ikisinin çıkış noktaları çok farklıydı. Birinde niçin bağımsızlığa gerek duyulduğu, diğerinde bir bunalımdan nasıl çıkılacağı anlatılıyordu ama orada da aynen Gülhane’de olduğu gibi inşa edilmeye çalışılan bir siyasî dava vardı. Bu belgede, “Şu gerçekleri aşikâr sayarız ki bütün insanlar eşit yaratılmıştır ve yaratıcıları tarafından vazgeçilemez haklarla donatılmışlardır. Bunların arasında ‘yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı vardır” deniyor, insanlar arasında hükûmetlerin bu hakları korumak için kurulduğu, bu hakları koruyamadığı zamanda ortadan kaldırıldıkları vurgulanıyordu. Şimdiye kadar, bu önemli belgeden yola çıkıp da ‘Yaşam, özgürlük ve mutluluk hakları ilk kez Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’yle getirilmiştir” şeklinde bir tartışma yapanı görmedim. Olsa da bunu kimse ciddiye almaz, belgenin dili böyle bir yoruma zaten izin vermezdi. Belgenin ‘daha önce mevcut olmayan bu hakları getiriyoruz’ noktasında olmadığını, insanların vazgeçilmez doğal haklarından söz ettiğini, aynı belgede kullanılan “Tabiatın Kanunları ve Tabiat’ın Tanrısı” ifadesinden de kolaylıkla anlıyoruz.

***

Peki, nasıl oluyor da “Can, mal, namus güvenliği Tanzimat Fermanı ile getirildi” türünden tuhaf çıkarımlar hâlâ geniş kesimlerin dilinde dolaşabiliyor? Bu husus her türlü tarihî ve belgesel kanıt aksini işaret ederken? Sevgili hocamız Engin Akarlı, muhterem Kemal Karpat için hazırlanan armağan kitapta Gazali’ye göre hukukun amaçlarını hatırlatmıştı birkaç yıl önce. İnsanları koruyarak birbirlerine ve Allah’a karşı yükümlülüklerini yerine getirebilmelerini sağlamak için beş asgarî ve zarurî koşul varmış. Bunlar neymiş biliyor musunuz? Din, can (nefs), akıl, nesil ve mal. Gülhane’ye göre bir iki kalem de fazlası var korunacakların. 1111 yılında ölen Gazali’nin görüşlerinden söz ediyoruz! Onun çok uzak bir çağda kaldığını düşünüyorsanız o zaman da III. Selim’in 1792 tarihli Vüzera Kanunnamesi’ne gidelim. Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesin, Allah tarafından halifeye vedia ve emanet olduğunu hatırlatıyor ve onun da yoksul veya zengin,Müslim veya gayri-Müslim, tüm bu insanları, devletin vekilleri olan valilere emanet ettiğini söylüyor. Nizam-ı Cedit’in ilk kanunlarından biri, halkın “[D]emleri ve nefsleri ve mal ve ırzlarının siyaneti” nin valilerin görevleri olduğu hususunu olabilecek en kesin ifadelerle vurguluyor.

***

Gülhane Fermanı hakkında bu kadarcık bir sohbetin kâfi olacağını ileri süremem. Daha neler var. Mesela, Gülhane ile Müslim ve gayrı-Müslim ahalinin eşit hale geldiği efsanesi var ve de okul sistemimizde hâlâ bir şekilde öğretiliyor olmalı ki üniversite birinci sınıftaki öğrenci nesilleri yıllardır bıkmadan usanmadan sınavlarda bunu tekrarlıyor. Şimdilik oraya hiç girmeyeyim diyorum ama Selim’in kanununda, doğal hakların korunması açısından baktığımda Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımı yapılmadığını görünce “Zavallı Vüzerâ Kanunnamesinin ne günahı vardı ki?” diye sormadan da edemiyorum. Sanırım devam edeceğiz.

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum