Yakınlarda bir Türkmenistan

Akkoyunlu devleti dağıldıktan yüzlerce yıl sonra bile Osmanlı kaynaklarında Fırat’ın doğusundaki bir ülkeye Türkmenlikle ilgili adlar verilmekteydi.

Tarihçilerin bazen bir topluluk veya ülke için, o ülkenin insanlarının kendilerine verdikleri adı kullanmadıkları gibi bazen de adı tarihî kaynaklarda bize kesin olarak gelmeyen topluluklar/ devletler ve onları yöneten hanedanlar için bir ad buldukları da olur. Sanırım, en çok bilinen örneklerden birisi kendisine “Romalı” dan (Romaioi) başka bir şey demeyen Doğu Roma için Avrupa kaynaklarında 15.Yüzyıldan beri Bizans adının kullanılmasıdır.

17-08/05/6kr11tarihe.jpg

İlk Müslüman Türk devleti olarak bilinen Karahanlılar ise ikinci kategoriye iyi bir örnek teşkil edebilir. Aslında İdil Bulgar devletinden sonra Müslümanlığa geçen bu devlete “Karahanlı” adı, hakanlarının unvanlarında geçen “kara” sözcüğünden dolayı Rus tarihçi V.V. Grigorev tarafından 1874 yılında verilmiştir. Karluklara dayanan ve yönetici hanedanı güçlü bir ihtimalle Aşına’lardan gelen bu devletin ve onu yöneten hanedanın kendilerine hangi ismi verdiğini tam olarak bilmiyoruz. Bundan dolayıdır ki İslâm kaynaklarında da efsanevî Turan hükümdarı Afrâsyâb ile ilişkilendirilerek “Afrâsyâbiyân” ve “Selâtin-i Afrâsyâbî” gibi isimlerle veya sadece “Hakaniyye” ve “Haniyye” olarak anılmışlardır. (Bkz. Ömer Soner Hunkan, Türk Hakanlığı. Karahanlılar, 766-1212).

Aynı derecede ve nitelikte olmasa da Osmanlı tarihçilerinin de benzer bir keyfî tasarrufu var. Osmanlı ve diğer tüm Batı Anadolu beyliklerine kategorik olarak “Türkmen” demek referanslandırmaya lüzum göstermeyecek kadar yaygın bir gelenek. “Osmanlı, Türkmen beyliklerinden biri” türü nitelemeleri hiç gözümüzü kırpmaksızın bolca kullanıyoruz. Bu kullanımın da bir tarihinin olması gerekir ama ne zamandan beri Osmanlı için Türkmen adı kullanılıyor, bunun tam tesbitini yapamadım. Osmanlının son dönemlerinde belki böyle bir kullanım başlamış olabilir ama esasen cumhuriyetle birlikte yaygınlık kazanmış olduğunu düşünüyorum…

Cümlelerin gidişinden de anlamışsınızdır ki en erken kroniklerden başlayarak Osmanlı kaynaklarında Osmanlının kendisi için Türkmen adı hiç kullanılmıyor. Bu bilgi parçasını, aynı Osmanlı kaynaklarının Osmanlı için Türk kelimesini hiç çekincesiz kullanabildiği ve Oğuzları ata olarak gösterdiği yolundaki verilerle birleştirdiğimizde mesele daha ilginç bir hâle geliyor. Daha fazlası da var ama kendisini bir kez daha rahmet ve minnetle anmamıza vesile olması için merhum hocamız Halil İnalcık ile tam da bu konuda yaptığımız kapsamlı bir sohbetten kısaca bahsetmek isterim.

2006 Aralık ayında hocamızı, öğrencilerimize bir ders vermesi için Sabancı Üniversitesi Tarih Programı olarak İstanbul’a davet etmiştik. Hoca, Osmanlının kuruluşu üzerine üç saatlik bir ders vermekle kalmadı, üniversitenin konumundan dolayı yakın olduğumuz Aydos Dağı’na da çıkmak ve Bithynia bölgesindeki en erken Osmanlı fetihlerinden birini, coğrafyaya tamamen hâkim olan bu stratejik noktada, yerinde anlatmak istedi. Ertesi günü bir minibüse doluşarak çalışma gezimizi başlattık ama maalesef, araba ile ancak bir noktaya kadar tırmanabildik. Artık 90 yaşında olan hocamızı Akşin Somel ile birlikte minibüste bırakarak bizler en tepeye kadar çıktık. Orada kendisini dinleyemedik ama hemen sonrasında Orhan Bey’in yaptığı meşhur Pelakanon Savaşı’nın peşine düştük…

İşte o ziyareti sırasında, ilk günkü dersinden sonra konuşma imkânı bulmuştuk. Erken Osmanlı tarihinin ve kaynaklarının meseleleri derken konu Osmanlının kimliğine geldi. Ben, bu, kendilerine hiç Türkmen demedikleri hususunu açtım. Kaynakların üzerinden gittik. Durdu, biraz düşündü ve “Yok, Osmanlılar kendilerine Türkmen demez” diyerek bu kullanımın biz modern tarihçilere ait olduğunu teyit etti. Merhumun en büyük özelliklerinden biriydi; hakkı gördüğü yerde teslim edebilen bir bilim insanıydı…

Türkmen, tabii ki ilk Müslüman olan Oğuzlara ve bir ölçüde de Karluklara, Farslar ve Araplar tarafından verilen bir ad. İslâmdan önceki Türk kaynaklarında mesela Köktürk ve Uygur yazıtlarında bu isim geçmez. Öte yandan, kelimenin başlangıçta, galip ihtimalle bir dış isim olması Türkmen olarak adlandırılan bazı grupların da zamanla bu ismi benimsemesine ve kendileri için kullanmasına engel olmamıştır. Sonuçta, bugün başta Orta Asya olmak üzere İran, Azerbaycan, Türkiye, Irak ve Suriye’de bu adı kullanan ve bu adı benimseyen milyonlarca insan var.

Burada dikkat etmek gereken bir nokta da şudur; Osmanlı kaynaklarında Türkmen adının Osmanlı için kullanılmaması Osmanlıların gerçekten de Türkmen asıllı olmadıklarını gerekli olarak gösteren bir kanıt değildir. Ola ki Osmanlılar da Türkmen olarak niteledikleri diğer gruplarla mesela Akkoyunlu’larla benzer etnik kökenlere sahip olsunlar. Yine de bu saptamanın getirdiği imaları otomatik olarak görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. Hele ki bir zamanların Oğuz Yabgu Devleti dediğimiz siyasî teşekkülü değişik kökenlerden boyların yer aldığı bir konfederasyonsa ve zayıf ihtimal ama Türkmen kelimesi bir iç isimse…

Yukarıda “fazlası da var” demiştim, o da şöyle; Osmanlı kaynakları Osmanlılar için Türkmen adını kullanmamakla kalmıyor, Türkmen’i tutarlı olarak Dulkadırlı, Karakoyunlu ve Akkoyunlu siyasî teşekküllerindeki insanlar için kullanıyor hatta bu ülkelere Türkmenili ve Türkmen diyârı gibi adlar veriyor. Başka bir deyişle, Türkmenliğin bir kısmı bugünkü Türkiye sınırları içinde olmak üzere belirli bir coğrafyası da var. Türkmen diyârı ile Rum (Anadolu) arasındaki sınır, Dulkadır hariç, kabaca Fırat nehrine tekabül ediyor ki bu, tarihçilerin gayet iyi bildiği, Türk dilli göçebeler açısından bakıldığında kaynaklardan gözlemlenebilen ve Türkmen – Yörük adlarına yansıyan bir sınırdır. Yalnız hemen söylemeliyim ki her ne kadar Fırat’ın doğusu için Yörük adı kullanılmasa da Türkmen adına Fırat’ın batısında, hatta Rumeli’nde bile rastlanıyor.

Mesela, Fetret Devri’nin kavgaları sırasında, Musa Çelebi, Rumeli’ne geçip kardeşi Emir Süleyman üzerine yürüdüğünde, Emir Süleyman, Edirne’den çıkıp İstanbul’a geçmek ister. Tarihçi Neşrî, “Meğer ki ol gece karanu gece idi. Bir Türkmen kılavuz tuttu” diye anlatıyor. İşte bu kılavuz, Emir Süleyman’ı bütün gece dolaştırdıktan sonra sabah olunca Düğüncülü diye bir köye getirir. Neşri, o Türkmen kılavuzun, o köyün ahalisi ile aynı soydan geldiğini vurgulayarak, “Andan kılavuz ileri yürüyüp, birkaç kendi ecnâsı Türklere haber etti ki, ‘İşbu kaçıp giden Emir Süleyman’dır. Gafil olman, tutun’ dedi” kelimeleriyle Süleyman’ın katline kadar giden süreci anlatıyor.

En önemli Osmanlı tarihçilerinden Kemal Paşazâde’ye göre ise Türkmen ülkesi ya Dulkadıroğlu Beyliğidir veya Akkoyunlu arazisinin belli bir bölümüdür. Mesela, Fatih Sultan Mehmed’in Mengli Giray’ı Deşt-i Kıpçak’ta, Dulkadırlı Alâü’d-Devle Bey’i ise “Türkmân ikliminde”, kendi dedelerinin topraklarında sultan ettiğini söylüyor. Ama birincisi bunun kıymetini bilirken ikincisi “Türkmân diyarında” asi olmuş. Memluklar ile olan gerginlik sırasında Alâü’d-Devle ve diğer Dulkadır beyleri Amasya’da bulunan Şehzade Bayezit’e sığınmışlar. Alâü’d-Devle’nin kendi ülkesine geri dönmesini ise tarihçimiz itaatsizlik olarak değerlendirip şöyle diyor: “Bir müddetten sonra Alâü’d-Devle Beğ, serkeşlik edip başın aldı çıktı gitti, vardı, Rum serhaddinde Türkmân sınırı üzerinde kendi boyu ile ârâm etdi.”

Bu ifadelerden yola çıkarak Rum ile Türkmen ülkesi arasında bir sınır olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Nitekim bu sınır Kemal Paşazâde’nin başka sayfalarında, ama bu kez Akkoyunlu ülkesi için de karşımıza çıkıyor. Fatih’in Kastamonu’yu elinden aldığı ve karşılığında Rumeli’nde sancak verdiği İsfendiyaroğlu Kızıl Ahmed Bey, bu teklifi kabul etmez ve Bolu üzerinden kaçıp Karamanoğlu İbrahim Bey’e sığınır. İbrahim Bey tarafından iyi karşılansa da Karaman ülkesi “diyâr-ı Rum’un civarı” olduğu için, orada da durmaz. Sonrasını alıntılayayım:

“Hânumân acısı ve baş korkusuyla canına od düşüp iklim-i Azerbaycan’a azm etti; mezkûr İbrahim Beğ yol harçlığı verip yoldaş koşup emn ü âmânla serhadd-i Türkmân’a iletti. Kızıl Ahmed (…) Türkmân-ili’ne düşüp halâs buldu…”

Burada çok daha net görülüyor, Rumili’ni biliyoruz ama yarısı Azerbaycan’da yarısı bugünkü Türkiye sınırları içinde Türkmenili diye bir ülke mi varmış? Kaynağımıza göre öyle. Başka bir seferinde de beyliğinin İshak Paşa tarafından işgale başlandığını gören Karamanoğlu (Pir Ahmed Bey) Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a sığınmak durumunda kalır:

“Pir Ahmed Bey (…) terk-i diyâr edip Türkmân-ili’ne kaçtı; çıktı vardı Azerbaycan’da karar etti, âsitân-ı Hasan Han’da hizmet ihtiyar etti (Hasan Han’ın eşiğinde hizmet etmeyi seçti).

Bu siyasî gerginliğin sonunda Otlukbeli Savaşı’na kadar gittiğini belirtelim ama ondan önce, çok daha batıda Eflatun Pınarı yakınlarında Osmanlı ve Akkoyunlu-Karaman kuvvetlerinin ciddice bir çatışması var. Secili yazmaya ve çeşitli söz sanatları yapmaya meraklı olan İbn-i Kemal’e göre, Fatih’in oğlu Şehzade Mustafa, kendisine yardım eden Davut Paşa ve “Anadolu diyârının dilîrleri” ile birlikte, “Akkoyunlu çerisini allak bullak edip, nâgihân tipiye uğramış koyun sürüsü gibi dereye ve tepeye” dağıtmış. “Ol diyârda bî-tîr ü kemân bir Türk oğlanı, on Türkmân’ı zebun eyledi” diyor.

Kemal Paşazade’nin Osmanlının zaferini bu şekilde anlatmayı tercih ettiğini ve tabii ki Osmanlıyı oksuz yaysız bir Türk genciyle temsil etmekte bir sorun görmediğini söyleyebilir ve arada böylesine sert bir siyasî rekabet olduğu için Osmanlı ve Türkmenler arasına bir ayrım koymasının beklenilir olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, bütün meseleyi siyasî boyuta indirgemenin sorunları olduğunu da söylemeliyiz. Evvela, Akkoyunlular ile arada “il illiği” yani barış olduğu zamanlarda da Osmanlı kendine Türkmen demiyordu. Daha da önemlisi, Akkoyunlu devleti dağıldıktan yüzlerce yıl sonra bile Osmanlı kaynaklarında Fırat’ın doğusundaki bir ülkeye Türkmenlikle ilgili adlar veriliyordu.

17-08/05/6kr11tarihe2.jpg

Ahmed Vefik Paşa, ünlü Lehçe-i Osmanî’sinde (2. Baskı, 1306- 1888/1889), “Türkmenlik” kelimesini “Erzincan ve Erzurum ve Tebriz tarafları ve Gürgân (Cürcan, Hyrcania, Mazenderan’ın doğusunda) hıtası” olarak açıklamaktaydı. Türkçede aynı ekle yapılan “Arnavutluk” ülke adını hatırlarsak; dahası, Paşanın “Türklük” kelimesinin anlamlarından birini aynı eserde “Türk vilayeti” olarak verdiğini göz önünde tutarsak bu kelimeyi coğrafî bir ad olarak kullandığı daha iyi görülebilir. Türklük kelimesi için verdiği diğer anlamın ise konumuzla ilgisi yok, “saflık” demekmiş.

Osmanlı Encümen-i Dâniş’i üyesi meşhur İngiliz lügatçi James Redhouse da 1890’da “Turkmanistan” ve “Turkmanlik” kelimelerini, “Türkmenlerin ülkesi, Media ve Ermenistan dolaylarındaki vahşi bölgeler” (The land of the Turkmans, the wilder regions about Media and Armenia) ifadeleriyle karşılıyor. Her ikisi de kendi dönemlerindeki siyasî sınırları dikkate almamış oldukları gibi akıllarına Orta Asya’daki Türkmen bölgelerinin gelmemiş olması da dikkat çekicidir. İşte, batı kaynaklarındaki “Turcomania” da budur.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum