İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle

Son olarak İmparatorluk devrinde yürürlükte olan millet sistemi üzerine konuşuyorduk. Osmanlı Devletinin istisnasız bütün vatandaşları dinî aidiyetleri itibarıyla İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks milleti… vs diye tasnif edilen topluluklardan birinin mensubuydu. “Milli kimlik” buydu. Gelgelelim İmparatorluğun zayıflayıp artık dağılmaya başladığı son devirlerde bu millet sistemi tartışma konusu oldu. Çünkü İmparatorluk içindeki milletler arasında ister istemez bir hiyerarşi mevcut olduğundan o çağın yükselen değerlerinden “eşit vatandaşlık” realize edilemiyordu. Uyrukların tamamının devlete bağlılığını sağlamak veya korumak için özellikle gayrimüslimlerin ikinci sınıf vatandaş gibi muamele görmeleri engellenmeliydi. Tanzimat bunu sağlamaya yöneldi ama netice vatandaşların eşitliği değil gayrimüslimlerin imtiyazlı (yani Orwellyen anlamda “daha eşit”) vatandaş özelliği kazanması oldu. Çünkü 19. asrın başından itibaren gayrimüslim unsur Avrupa’daki iktisadi ve kültürel gelişmeleri daha yakından izleyip uyum sağlamaya elverişli bir zihinsel yaklaşıma ve imkânlara sahip hale gelmişti. Bu azınlıklar iktisadi ilişkileri itibarıyla partneri -veya “kompradoru”- oldukları Avrupalılardan siyasi himaye de görebiliyorlardı. Dolayısıyla Tanzimat’ın getirdiği eşitlik gayrimüslimlerin gücüne güç kattı; geri kalan geniş millet çoğunluğunun ise “fırsat eşitliği” daha da daraldı.

***

Buna karşı önce Yeni Osmanlılar sonra İttihatçılar (biri Hamid iktidarının başında, diğeri sonunda…) çözüm olarak önce -tabiri caizse- İslam milliyetçiliği sonra Türk milliyetçiliği adı altında eski devrin “millet-i hâkime”sini esas alan bir milli devlet teşkili doğrultusunda önce entelektüel sonra siyasi çaba gösterdiler.

Ancak bu çabalar hem devletin ciddi bir gayrimüslim nüfusa sahip olması yüzünden hem de Müslüman nüfus içinde yeterli seviyede bir “etnokültürel tecanüs” olmaması yüzünden sonuç vermedi. Açıkçası Araplar ve Arnavutlar ayrı bir millet sayılmak istiyorlardı. (Daha doğrusu ayrı birer devlete sahip olmak…) Gerçi Araplar zaten fiilen ve kültürel anlamda ayrıydı. Türk dendiği zaman akla gelmeleri söz konusu değildi ama İslam milleti dendiğinde bu tasnifin içinde yerleri olduğu için İmparatorluğun ayakta kalması için onların da içeride kalmaları lazımdı. Ne var ki ayrı bir devletleri olduğu takdirde Arap şeyhleri veya Arnavut beyleri de yönetecekleri bir devlete sahip olacaklardı. Ayrıca Osmanlı sömürüsünden (!) kurtulacakları için ekonomik ve sosyal gelişmelerini de kolayca tamamlayabileceklerdi. Dolayısıyla, kendilerine ister Türkçü ister İslamcı desinler, Osmanlı seçkinleri açısından eski sistemi sürdürmek kolay olmayacak gibi görünüyordu. (Bu seviyede olmasa bile Kürtler içindeki ayrılıkçılık hareketleri de daha o zamandan filiz vermeye başlamıştı.) Nitekim İkinci Meşrutiyet’ten kısa süre sonra peş peşe harpler patlak verdi, ardından zaten pamuk ipliğiyle ayakta durmakta olan İmparatorluk dağıldı gitti.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurduğumuz Cumhuriyet’in bir milli devlet olması önünde hiçbir engel yoktu. Daha doğru bir ifadeyle, bu devletin modern anlamda bir milli devlet olması dışında seçenek yoktu. Ama “millet meselesi” yine mesele kalmaktan kurtulamadı. Çünkü Türk toplumu modernleşme sürecini henüz tamamlamış değildi. Bunun farkında olan Cumhuriyet eliti toplumu modernleştirme yönünde daha önceden başlatılmış çabalara hız verdi ama -bu noktada Marksistler haklı- üstyapının değişmesiyle toplumsal değişim sağlanmış olmuyor. Bir ikincisi, sekülerlik modernleşmenin sonucudur, sebebi değil. Bu anlaşılamadığı gibi, zaten mevcut olan millet kimliği dinî ve hatta tarihi boyutundan soyutlanmak istendiğinde ister istemez etnik esasa dayanmak zorundaydı. Oysa etnik kimlikler sosyolojik anlamda milletleşme aşamasında bir alt kümeyi teşkil ederler.

***

Bin yıllık tarihi bir süreçte şekillenmiş olan millet (Türk) kimliğini etnik anlama dayandırmakla milli birlik değil etnik çözülmeler teşvik edilmiş olurdu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan şehirleşme ve sanayileşme de alt kimliklerin daha fazla öne çıkmasına yol açtı.

Haddizatında Cumhuriyet’in kurucu kadrosu bugün bazılarının sandığı gibi ırkçı falan değildi. O günkü kadronun Türklük vurgusunun ırkçılık anlamına gelmesi olacak şey de değildi. Çünkü Türk milletini oluşturan farklı etnik kimliklere mensuptu birçoğu. Türklüğün ırk veya etnisite demek olduğunu düşünseler Türkçü olmazlardı herhalde. Amaçları “mevcut” millet kimliğini konsolide etmek, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak modern bir toplum yapısı kurmaktı. Ama dediğim gibi iki büyük açmazları vardı. Biri o günün politik konjonktürü itibarıyla milletin tarihindeki Osmanlı asırlarını paranteze alma ihtiyacı hissetmeleri ve ikincisi laikliği tesis etmek için “mevcut” milletin varlık sebebi olan -çünkü farklı etnik kimlikleri Türk milli kimliği içinde birleştiren- dini millet tanımının dışında bırakma gereği duymaları.

***

İşte bilhassa şehirleşme -yani aslında modernleşme- sürecinde milletleşme sürecine karşı ortaya çıkan antagonist reaksiyon bu sebeplere bağlı olarak anlaşılmak durumunda.

Şunu da ilave edelim ki Türk kimliğinin konsolidasyon çabalarını kendi etnik kimliklerinin inkarı yönünde bir politika olarak algılayan zümreler çoğunlukla etnik milliyetçilikler adına değil İslamcılık veya sosyalizm gibi enternasyonel karakterli ideolojiler arkasından ulus devlet anlayışına muhalefet edegelmişlerdir. Yine de bu konuda asıl problem toplumsal gelişmenin ülkenin her yanında eşit derecede gerçekleşmiş olmayışı; daha açıkçası bazı zümrelerde lokal aidiyetleri aşıp daha üst aidiyetleri benimsemeye müsait bir anlayışın yeterince gelişmemiş olmasıydı.

“Modern kabilecilik” konusuna devam edelim...

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum