Dua yoluyla her işi Allah’a havale anlayışı
Özellikle Kandil gecelerinde ağdalı dualarıyla tanınan duahanlarımız, “Ya Rabbe’l-Âlemîn! Filistin sorununu hallet; Siyonistleri helak et; DAEŞ’i Suriye’den def et!” demekle aynı kapıya çıkan niyazlarda bulunurlar. Bu tür niyazları dinlediğimde hem duahan hem de sorgusuz sualsiz âmin diyen cemaat için, “Filistin sorunundan Suriye meselesine kadar her işi bizzat Allah deruhte edecekse, o zaman siz ne yapar, hangi işe yararsınız?” diye düşünmekten kendimi alamamışımdır. Bu tür bir Allah ve dua anlayışında ciddi sakatlıklar bulunduğu kuşkusuzdur. Denebilir ki “Ama Kur’an’da da, ‘Rabbimiz! Ehl-i küfre karşı bize yardım et; bize sabır ve metanet bahşet; ayaklarımızı sabitkadem kıl’ mealinde niyaz ifadeleri mevcuttur. Kuşkusuz doğrudur; ama bu niyazlar düşmana karşı gerekli tedbirleri kuşanan müminlerin dilinden aktarılmıştır. Oysa bizim dua formlarımızın çoğu, kılımızı kıpırdatmaksızın hemen her türlü meseleyi doğrudan doğruya Allah’a havale-ihale tarzındadır. Dahası pek çok klişe duamız, “O güçlü kudretli halk Arz-ı Mev’ûd’da bulunduğu sürece biz oraya adım atmayız. Sen ve rabbin, gidin onlara karşı savaşın. Biz şuradan şuraya bir adım bile atmayız” diyerek Hz. Musa’ya isyan eden İsrâiloğulları’nın Arz-ı Mev’ûd’u Rab Yehova’nın fethetmesini istemesinden farksızdır.
***
Başta Allah’la ilişkimiz olmak üzere insan, toplum, söylem, eylem gibi birçok kritik konuda gayr-i ahlâkîliği huy edindiğimizde kuşku yoktur. İşin en acı tarafı da ahlaksızlığımız, sorumsuzluğumuz ve eyyamcılığımızı sık sık dine refere ediyor olmamızdır. Oysa Hz. Peygamber, “Sizden biri herhangi bir kötülük ve çirkinliğe tanık olursa, onu eliyle, olmadı diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse buğzetsin ki bu da (mümin için) olmazsa olmaz mesabesindedir.” (Not: Bu hadiste geçen ve hemen herkes tarafından “imanın en zayıfı” diye tercüme edilen “ed’afü’l-iman” ibaresinin “olmazsa olmaz” manasında bir deyim olduğuna dair tespit Prof. Dr. Bünyamin Erul’a aittir) buyurmak suretiyle kötülüklerin öncelikle ve özellikle fiilî dua (amel/iş/edim) yoluyla bertaraf edileceğine atıf yapmıştır. Allah’a dua ağdalı ve fiyakalı retorikle değil, fiille sabit olur ve Allah katında da bu minvalde karşılık bulur.
“Lafla peynir gemisi yürümez” şeklinde bir deyim vardır. Bu deyimdeki anlam dinî-ahlâkî alana transfer edildiğinde hem Allah’la ilişkimizin hem de Allah’a dua ve niyaz şeklimizin nasıl olması gerektiği hakkında az çok bir fikir verir. Allah’ın insan ve tarihle ilişkisi Kur’an’da sünnetullah diye ifade edilir. Sünnetullah Allah’ın fiillerinde keyfilik ve gelişigüzelliği değil, yasalılığı belirtir. Allah’ın insan ve toplumla yasalı ilişkisi Ra’d 13/11. ayette, “Bir toplum kendini değiştirip dönüştürmedikçe Allah o toplumu durduk yerde değiştirip dönüştürmez” mealinde formüle edilmiştir. Değiştirme ve dönüştürme çift yönlüdür; yani iyi yönde olabileceği gibi kötü yönde de olabilir. Ancak bundan daha önemlisi, ilgili ayette değişimin öncelikle insandan sadır olan bir fiil olarak belirtilmesi, yani ilk adımın insan ve toplum tarafından atılması gerektiğine dikkat çekilmesidir.
***
Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini dalalete sevk ettiğini bildiren ayetlerden, kâinattaki her olayın faili olarak doğrudan doğruya Allah’ı gösteren ayetlere kadar zahirî mana itibarıyla beşerî iradeyi nefyeden tüm Kur’an ifadeleri Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında tartışılan ef’âl-i ibâd (kulların fiilleri), kader, kaza gibi teolojik meselelerden ziyade hem ulûhiyet hem rubûbiyet noktasında tevhid ilkesini pekiştirmeye matuftur. Bu sebeple, “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini dalalette bırakır” mealindeki ayetleri, “Allah dileyeni hidayete ulaştırır” şeklindeki operasyonel teviller ve palyatif çözümlere kurban etmemek gerekir. Çünkü söz konusu ayetlerin sevk sebebi her yönüyle tevhidin pekiştirilmesi, şirkin tümden reddedilmesidir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan kelâmî ve felsefî problemlerin yükünü ayetlere taşıtma alışkanlığından vazgeçmek gerektiği de bu vesileyle not edilmelidir. Gerçi bütün bu söylediklerimiz gerek salt Kur’an’cılık söylemini cilalayan, gerekse Ehl-i sünnet kalkanıyla Ehl-i hadis zihniyetini pazarlayan çevrelerce kavranamayabilir; ama inşallah onların da zihinsel idrak seviyeleri zaman içerisinde gelişecektir.
***
Sözün özü, Suriye sorununu çözmek için atılması gereken etkin adım, “Allah’ım, DAEŞ’i Suriye’den def et” diye yakarıp durmak yerine Cerablus’a girmek veya başka bir siyasi, askerî veya diplomatik tedbiri hayata geçirmektir. Toplumsal ölçekte ahlak, hukuk ve sair problemleri çözmek için atılması gereken adım ise mehdi denen mitolojik kahramanımızın zuhur zamanını beklemek değil, öncelikle kendi evimizin önünü süpürmektir. Yok eğer, “Gelsin, mehdi süpürsün” derseniz, emin olun daha çok beklersiniz. Neredeyse tarihin şafağından beri “Şaoşyant”ından (Mecusiler) “Maitraya”sına (Budistler) kadar sayısız mehdi beklendiği halde, süpermen mehdilerden hiçbiri şu vakte kadar zuhur emaresi bile göstermiş değildir. Açıktan veya zımnen, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkanlar ise, tıpkı 1880’li yıllarda bizim köyden (Giresun, Keşap, Kaşaltı köyü) zuhur eden Hasan Efendi adlı şark kurnazının mehdilik iddiasında ve aynı zamanda FETÖ vakasında olduğu gibi, devletin ve milletin başını ağrıtmaktan başka bir iş becermiş değildir.