İslamcılık neydi, ne oldu? (I)

Son günlerde yeniden tartışmaya açılan İslamcılık düşüncesi hakkında bu köşede yazmayı düşünmüyordum; fakat Sebîlürreşad dergisinin son sayısında (Haziran 2017, sayı: 1017) “İslamcılık” ile ilgili bir makalemin yayınlanmasından sonra makaleyi gözden geçirip biraz genişlettim ve üç haftalık bir yazı dizisi olarak burada da paylaşmak istedim. Malumunuz, İslamcılık son yıllarda şu veya bu vesileyle gündeme taşınıp tekrar tekrar tartışılan bir meseledir. 17/25 Aralık bürokratik darbe girişiminden birkaç ay kadar önce FETÖ’nün o dönemdeki meşhur kalemşörlerinden Mümtaz’er Türköne’nin “İslamcılık öldü!” iddiasında bulunduğu ve bu iddianın hararetli bir tartışma konusu olduğu pek çoğumuzun hafızasından henüz silinmiş değildir. 16 Nisan 2017 referandumunun hemen akabinde de birilerinin, “AK Parti radikal İslamcılarla yollarını ayırmalıdır” şeklinde bir çıkış yapması üzerine İslamcılık meselesi yeniden tartışmaya açıldı ki bu son tartışmanın dumanı hâlâ tütmektedir. AK Parti’nin radikal ve/veya siyasal İslamcılarla yolunu ayırıp ayırmaması reel-politikle meşguliyetten hazzetmeyen bizim gibi insanları pek ilgilendirmemektedir. Bizi ilgilendiren mesele, “İslamcılık aslında nedir? Sabit ve standart bir İslamcılık modelinden söz etmek mümkün müdür?” meselesidir.

İslamcılık düşüncesinin ortaya çıkışı genellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısıyla tarihlendirilir ve bu düşünce İslam dinini inanç, ahlak, siyaset, devlet ve hukuk gibi birçok bakımdan hayata hâkim kılma, müslümanlar arasında birlik ve dayanışma tesis ederek İslam âlemini Batı karşısındaki çok yönlü mağlubiyetten ve taahhur badiresinden kurtarma odaklı bir arayış olarak tarif edilir. Bu tarifte İslam temel referans olarak kodlanmış görünmekle birlikte, İslamcılık aslında XIX. yüzyıl itibariyle müslümanların dünya üzerindeki en büyük siyasi gücünü temsil eden Osmanlı devletini kurtarma ideolojisi olarak tebarüz eden bir düşünce biçimidir. Dolayısıyla İslam siyasi bir ifade tarzı olarak bu düşüncenin ideolojik setindeki işlevsel ve etkili bir araç mesabesindedir. İslamcılığın ilk defa Namık Kemal ve Ali Suavi gibi isimlerce temsil edilen Yeni Osmanlılar arasında gündeme gelmesi bu tespiti destekleyen bir veri olarak değerlendirilebilir. Keza ilk nesil İslamcılıktaki ittihad-ı İslam idealinin aslında bütün bir İslam dünyasının Osmanlı devletinin liderliğinde birleşip bütünleşerek kurtuluşa ereceği fikrine karşılık geldiği bu vesileyle not edilmelidir. Ayrıca II. Meşrutiyet dönemindeki İslamcılığın Türkçülük ve muasırlık gibi fikriyatı da muhtevi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Mısır’da Muhammed Abduh’un siyaset ağırlıklı el-Urvetü’l-Vüskâ projesinin anlamlı bir sonuç vermeyeceğine kanaat getirdikten sonra hocası Cemâleddin Afgânî’yle yollarını ayırıp topyekûn kurtuluş reçetesini ıslah-tecdit temelinde tanzim etmesi ve bu yeni/yenilikçi reçetedeki dinî referansların Reşid Rıza, Ferid Vecdi, Mustafa el-Merâğî gibi takipçileri tarafından “neo-selefî” diye nitelendirilebilecek bir yaklaşımla daha da güçlendirilmesi İslamcılık düşüncesine farklı bir boyut katmış ve bu boyutuyla İslamcılık Mehmed Âkif gibi isimlerce Türkiye’nin düşünce iklimine de taşınmıştır. Böylece İslamcılık bir taraftan siyasi ideolojik karakteri zayıflarken diğer taraftan fikrî ve ilmî tarafı ağır basmaya başlayan bir hüviyet kazanmıştır. Ancak Türkiye’de laik rejiminin kurulması ve Tek Parti yılları İslamcılık adına bir bakıma kayıp yıllar olmuştur. Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında ise İslamcılıktan ziyade, popüler ve folklorik İslam güç kazanmıştır.

Bu dönemde ortaya çıkan Necip Fazıl İman ve Aksiyon, Çöle İnen Nur, İman ve İslam Atlası gibi eserlerle folklorik İslam ve halk dindarlığına kendince kitâbî bir boyut katmaya çalışmış, fakat onun sahih ve muteber olarak gördüğü İslam daha ziyade Türk-İslam sentezine dayalı bir muhafazakârlık olmuştur. İlginçtir, bu muhafazakârlık şimdilerde hayli kabarık bir damar olarak yeniden karşımıza çıkmış durumdadır. Muhafazakâr Türk müslümanlığının bariz özelliklerinden biri, Nakşibendîlikle özdeş bir Sünnîlik vurgusudur ki buradaki Sünnîlik tasavvuf-tarikat geleneğindeki biat (inâbe), rabıta, tevessül, velayet, mehdiyet gibi birçok konudaki ciddi sorunlarına rağmen kendisini hakikatin yegâne temsilcisi olarak görmekte, İslam’ın başka bir yorumunda da az çok hakikat payı bulunduğuna ihtimal dahi vermemektedir.

Necip Fazıl’ın Doğru Yolun Sapık Kolları adlı eserine bakıldığında, hem Demokrat Parti yıllarındaki Türkiye İslamcılığının ne kadar popülist ve sekter karakterli olduğu, hem de Abduh, Reşid Rıza gibi ıslah-tecdit temelli İslamcılığın sapkınlıkla eş tutulduğu görülebilir. Kısacası, Necip Fazıl’ın mazlum tarih söylemi, iktidar fetişizmi ve intikamcı tazmin eğilimleri etrafında şekillenen millî-dinî düşünce tarzı şayet İslamcılıksa, Işıkçılık ve Saadet-i Ebediyye çizgisi de bal gibi İslamcılık olarak tanımlanmalıdır. Bugün itibariyle genelde İslam’ı, özelde Sünnî akideyi müdafaa söylemleriyle ön plana çıkan bazı çevrelerin zihin dünyalarındaki İslam ve İslamcılık da hemen hemen aynı tarzdadır. Öte yandan, Necip Fazıl’ın İslâmî sembollerle mezcedilmiş Türklük/Türkçülük ve milliyetçilik hassasiyetleri günümüzde hayli sıklaşan ve mehter gibi nostaljik sembollere yoğun atıflarla bir o kadar da vülgerleşip sığlaşan retorikle kıyaslandığında, günümüz Türkiye’sinde pek çok kimsenin İslamcılık zannettiği din motifli düşünce tarzının gerçekte Demokrat Parti dönemindeki popüler ve folklorik din anlayışından pek farklı bir şey olmadığını söylemek mümkün olur ki evliya, menkıbe, kıssa ve hurafe merakı bu anlayışın olmazsa olmazıdır.

YORUMLAR (37)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
37 Yorum