Estetiğin politikası
Bu meselenin çok önemli bir mesele olduğunu bir kez daha söylemeye gerek yok. Estetik biçimler nasıl oluyor da toplumu oluşturan bireylerin, içinde yaşadıkları toplumu ve dünyayı algılamalarında etkili ve yönlendirici olabiliyor? Hiçbir sanatsal biçim masum değildir ve elbette sanat alımlayıcılarının algı dünyalarını, dünya görüşlerini ve düşüncelerini etkileyip yönlendirir. Bu kimi zaman alttan alta olur, kimi zaman da propaganda düzeyine yükselir. Propagandist sanatın vadesinin dolduğunu söylemeye de gerek yok. Vulger sanat hiçbir zaman gerçek bir sanatsal estetiğe sahip olmamıştı; sanatı propagandaya kurban etmiş ve böylelikle de yalnızca sanatsal biçimlerle elde edilebilecek sonuçlara asla ulaşamayarak kendini atıllaştırmıştı. Sanatın öncelikle bireylerin imgelemlerine, dahası varlıklarının derinine seslenip nüfuz etmesi gerekiyor. Akla seslenen sanat, kendi varlığının hilafına, derhal işlevsizleştirilebiliyor, evcilleştirilebiliyor. Sanat akla değil, sezgiye, duyarlığa seslenmeli ki sanat alımlayıcısının akılcı olduğunu varsaydığı önyargılarını yıkıp parçalayabilsin, bu şekilde de yeni ve belki de daha önce hiç bilinmemiş olan gerçekliklerin kapısını açabilsin. Sanat akıl düzleminde değil, duyarlık katında faaliyet gösterir, orada var olur.
Şu sıralar okumakta olduğum Ünsal Oskay’ın derlemiş olduğu ‘Estetik ve Politika’ (Alkım Yayınları) adlı kitap bu önemli mesele çerçevesinde bir araya getirilmiş tartışma yazılarından oluşuyor. Tartışma 20. yüzyılın başında Dışavurumculuk akımının çevresinde dönüyor. Kendisini gerçekçi sanat yanlısı bir komünist eleştirmen ve düşünür olarak niteleyen György Lukacs ile yine kendisini sosyalist olarak niteleyen Ernst Bloch arasında geçen tartışmada Dışavurumculuk ekseninde bir avantgarde sanat-realist sanat tartışması yürütülüyor. Bu tartışma bir buçuk yüzyıldır estetik alanının en önemli kadim tartışmalarından biri olma özelliğini sürdürüyor ve günümüzde de hâlâ bir sonuca bağlanmış değil.
Lukacs ile Bloch’un hararetli bir şekilde sürdürdükleri tartışmada Bloch avantgarde (yani öncü) bir sanat akımı olarak değerlendirdiği Dışavurumculuk’un kapitalizm tarafından ele geçirilmiş ve dönüştürülmüş olan toplum ve gerçekliğin üzerini kapattığı hakikatleri ortaya çıkardığını, bu nedenle de toplumcu bir özellik gösterdiğini ileri sürerken Lukacs Dışavurumculuk’u kökü Fransız dekadan sanatına dayalı yoz bir sanat olarak nitelendirerek Dışavurumculuk’un karşısına kapitalizmin riyakâr yüzünü en net ve anlaşılır biçimde ifşa ettiğini ileri sürdüğü Thomas Mann, Heinrich Mann, Gorki, Romain Rolland vb. yazarların gerçekçi olarak nitelendirdiği sanatını çıkarıyor. Lukacs’a göre Dışavurumculuk şaşkın bir bireycilikten kaynaklanmakta, geleneksel sanattan koparılmaması gereken bağları kopartarak köksüzleşmekte, toplumla bağlarını kopartmakta, hastalıklı bir ruh halinin sözcülüğünü yapmaktadır. Ancak gerçekçi sanat estetik ile politika arasındaki illiyet bağını görünür kılarak kapitalist toplumu deşifre edebilir, sınıf çelişkilerini ortaya koyabilir, anlaşılır bir dil ve yapıyla üretildiği için daha geniş kitlelere ulaşabilir ve böylelikle de toplumu dönüştürme, bilinçlendirme işlevini yerine getirebilir. Gerçekçi sanat akımının en büyük iddiası ‘nesnel gerçekliği’ en mükemmel bir şekilde ancak kendisinin yansıtabileceğidir. (20. yüzyıl başındaki ‘özgül’ koşullarda ileri sürülen ‘nesnel gerçeklik’ gibi kavramların günümüzde artık sorunlu hale geldiği şimdi gözden kaçırılmamalıdır.) 1. Dünya Savaşı öncesi koşullarda ortaya çıkmış olan ve 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar varlığını ve etkinliğini sürdüren avantgarde Dışavurumculuk ise insan teklerinin bireysel dünyalarına ağırlık vermiş, çocuk desenleri ve hapishanedeki mahkûmların desenlerine ilgi göstermiş, akıl hastalarının resimleri ile ilkel sanata sempatiyle bakmıştır. Dışavurumculuk bu bakımlardan insanın tekinsiz, gölgede kalmış yönlerine ilgi göstererek gizli kalmış gerçekliklerin dışa vurulmasını sağlamıştır. Bu bakımdan öncüdür ve kendi varlığı itibariyle kapitalizme ve kapitalist algıya karşı koyan bir sanat akımıdır. Akıldan çok duyarlığa seslenerek ‘şoke etme’ amacını güder, sarsmak ister. Gerçekliği belli bir görüşün süzgecinden geçirerek değil de olduğu gibi, ya da algılandığı gibi (zira ‘olduğu gibi’ ne demektir?) dışa vurma peşindedir. Lukacs’ın yandaş olduğu gerçekçilik ise daha çok akılla ortaya konulan ve sanki belli program ve kurallara bağlı olan bir sanattır. Ama sanat etkilemedikten, sarsmadıktan sonra nasıl dönüştürebilir?
Günümüzden yaklaşık yüz yıl önce yürütülen bu tartışmaya bugünden bakılınca gerçekçiliğin giderek sorunsallaştığı, ortada kaydedilecek bir nesnel gerçekliğin kalmadığı, gerçekçiliğin olgusal düzeye mahkûm kaldığı anlaşılıyor. Elbette gerçekçi olmak gerekir, zira sanat gerçeği söylemek ister. Ama bu işlevini yüz yıl öncesinin kavramlarıyla, anlayışı ve tutumuyla yerine getiremeyeceği artık açık. Zira gerçek kayıp ve imaj (imge) yığınlarının altında görünmez durumda. Şimdi artık gerçekçi olmanın yegâne yolunun Lukacs’ın o kadar yoz olmakla eleştirdiği avantgarde bir tutumdan geçtiği çok açık. Öncü olmak her zaman iyidir. Daha sonra dinginleşip sakinleşebiliriz.