Görüşler

‘Yüzyılın Anlaşması’ ve Türkiye

‘Yüzyılın Anlaşması’ ve Türkiye

Bandırma Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ceyhun Çiçekçi, ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından açıklanan ‘Yüzyılın Planı’yla ilgili değerlendirmede bulunuyor.

Nihayet açıklanan ‘Yüzyılın Anlaşması’ içeriği itibariyle aslında kimseleri şaşırtmadı. Tamamıyla İsrail’i merkezine alan bir perspektifle, iki ayrı devlet oluşumunu ön plana çıkartıyor ve fakat Filistin’e yaşayabilir bir devlet imkânı sunmuyordu. Öncelikle anlaşmanın öne çıkan noktalarını analiz edip, sonrasında Türkiye olarak neler yapabiliriz, ona bakalım.  

Anlaşmayla birlikte tasavvur edilen Filistin devletinin, coğrafi anlamda bütünlüğü olmayan, bölük pörçük bir yapıya sahip olacağı anlaşılıyor. İlan edilen haritalarda da görüldüğü üzere, Batı Şeria’daki hukuk dışı Yahudi yerleşimleri hesaptan düşüldüğünde, geriye kalan bölgelere ek olarak, Mısır sınırlarında Gazze’nin güneyine düşen iki kopuk toprak parçası daha Filistin’e veriliyor. Fakat bu iki toprak parçasının pek verimli alanlar olmadıklarını da not edelim.  

Bu denli parçalı bir yapıda vasati bir devlet performansı göstermek, elbette ki imkânsız. Anlaşmadan da anlaşılacağı üzere, devlet olmanın ilk vecibelerinden mahrum bir statü öngörülüyor. Bağımsız bir askeri yapılanma imkânları da sunulmayan ‘devlet’, kendi güvenliğini başkalarına emanet ediyor. Ayrıca hava ve deniz sahalarında da kontrol yetkisi bulunmayan ‘devlet’ uluslararası temaslarını İsrail gözetimine tabi kılıyor. Kısacası, Trump yönetiminin Filistinlilere egemenlik haklarından mahrum bir yapı olarak önerdiği ‘devlet’ alışılagelmiş anlamlarıyla kabul gören evrensel devlete pek benzemiyor.  

***

Bu süreç, kolonyal politikaların sonucu olarak belirginleşmişe benziyor. Özellikle Batı Şeria’da yıllardır uygulanagelen bir yaklaşım, Yüzyılın Anlaşması’nda da kendisini hissettiriyor. Filistinlilerin yerleşimleri arasındaki bağlantıları koparan ve dolayısıyla Filistinlilerin stratejik temasını ortadan kaldıran ve milli bir bilinç ve mobilizasyon imkânı bırakmayan bir anlayış, kolonyal İsrail politikalarının net bir resmini sunuyordu. Batı Şeria’da inşa edilen yollar, resmi kontrol noktaları ve üç-beş Yahudi yerleşimiyle oluşturulan gayri resmi kontrol noktaları, yukarıda anılan ölçülerde Filistinlilerin stratejik temasını engellemek düsturuyla kurgulanmıştı. Böyle olunca ortaya, bölük pörçük insan kitlelerinin yaşadıkları toprak parçacıkları çıkıyordu. Bugün önerilen Yüzyılın Anlaşması da benzer bir nitelik sunuyor.  

Yüzyılın Anlaşması’nın önerdiği bir diğer önemli husus, 1948’den bu yana yerlerinden edilmiş bulunan Filistinlilerin geri dönme haklarını ellerinden almasıdır. Burada da yine stratejik bir tercih olduğunu belirtmek gerekiyor. Bugün itibariyle sayıları milyonlarla ölçülen Filistinli mülteciler, bugün İsrail sınırları içerisinde kalan mülkiyet haklarından vazgeçseler dahi, Filistin’e vehmedilen sınırlar içerisine yerleştiklerinde demografik dengeleri alt üst edeceklerdir. Günümüzde İsrail’in nüfusu, yaklaşık 9 milyon kadardır. Bu rakamın sadece 6.5 milyon kadarı Yahudi’dir. Batı Şeria’da yaklaşık 3 milyon, Gazze’de ise yaklaşık 2 milyon kadar Filistinli yaşamaktadır. Filistinli mültecilerin olası dönüşü, İsrail lehine olan hali hazırdaki demografik dengeyi tersine çevirecektir. Yüzyılın Anlaşması, bu ihtimalin de önüne geçmeye çabalıyor.  

Belki de en önemli başlık olarak Kudüs’ün statüsü meselesi ise taşıdığı anlam çeşitliliği sebebiyle, bütün İslam dünyasını da yakından ilgilendiriyor. Kudüs’ün statüsü, politik içeriği itibariyle muhayyel Filistin devletinin egemenlik haklarını, dini nitelikleri itibariyle de Harem-üş Şerif’i kapsaması açısından İslam toplumlarını yakından ilgilendiriyor. Bu açıdan bakıldığında, Filistin meselesinin salt Filistinlileri ilgilendirmeyen konu başlıklarından birini teşkil ediyor.  

***

Yüzyılın Anlaşması, Kudüs’ün statüsünde oldukça belirgin bir değişikliğe gidiyor. Uluslararası hukuka göre Harem-üş Şerif’i de kapsayacak ölçülerde Doğu Kudüs’te başkenti bulunması planlanan Filistin devletine, Doğu Kudüs’ün dış mahallerini layık görüyor ve Ebu Dis’i başkent olarak kabul etmesini vaaz ediyor. Hatta buraya da Kudüs isminin verilmesini önererek, yeni bir gerçeklik üretilmesinin önünü açıyor. Kudüs’ü birleşik olarak İsrail egemenliği altına koyan bu öneriler dizgesi, hâlihazırda Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımış ve büyükelçiliğini buraya taşımış bir devlet açısından değişik bir pozisyonu işaretlemiyor. Fakat de facto olarak yaratılan bu hukuksuzluğu Filistinlilere dayatarak, ‘barışın’ ön koşulu olarak sunuyor. Bu barış, ancak pax-Judaica olabilir.  

***

Türkiye olarak bu süreçte çokça çabaladık. Özellikle Kudüs’ü ‘kırmızı çizgimiz’olarak ilan ettik. Fakat sürece tesirimiz sınırlı olmakla birlikte, Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünü tamir edemedik ve belki de bizim ilgi odağımız sebebiyle bu bölünmüşlük hali kurumsallaştı. Biraz daha açalım. 

Türkiye, özellikle Arap Baharı süreciyle birlikte, başta Mısır’daki olmak üzere bölgesel ölçekte Müslüman Kardeşler hareketiyle yakın pozisyonlarda durdu. Bu durum da haliyle Filistin’deki Müslüman Kardeşler uzantısı HAMAS hareketine yakın durmamızı beraberinde getirdi. 2005 yılında yapılan Filistin seçimlerinde HAMAS’ın kazanması, elbette ki bizim salt ideolojik reflekslerle Filistin siyasetinde pozisyon almadığımızı göstermektedir. Siyasal meşruiyet, dış politika ilkelerimiz açısından da önde gelen bir yaklaşımdı. Neredeyse bütün bir Arap Baharı sürecindeki pozisyonumuzu bu yaklaşıma borçluyuz. Fakat sonrasındaki süreçte HAMAS’a yönelik gösterilen ekstra ilgi, Gazze’de bağımsız bir entite varmış gibi bir hava yarattı. Kısacası, Filistin’deki iki başlılığın kurumsallaşmasına biz de katkıda bulunduk. 2005 yılında HAMAS’ın seçimleri kazanmasının akabinde HAMAS-El Fetih arasında yaşanan iktidar mücadelesi, Filistin’i fiilen ikiye bölmüştü. 2007 yılından itibaren İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı abluka ve düzenlediği askeri operasyonlar da Filistin’in hem bölünmüşlüğünü tescilledi hem de El Fetih’i sinik bir pozisyona geriletti. Bu süreçte başta Türkiye olmak üzere pek çok devlet, Filistinli partilerin ulusal birlik hükümeti kurmasını destekledi ve fakat bu da başarılamadı. Filistin ‘davasının’ düşüşünü, öncelikle Filistin’in zaten bölünmüş bir yapıya sahip olmasında aramak gerektiğini düşünüyorum.  

***

Filistin’in şayet bağımsız bir devleti olacaksa bunu ilk olarak ulusal satıhta gerçekleşecek bir işbirliği mümkün kılabilir. Bu sebeple, bugün karşılaşılan olumsuz tabloyu aşabilmenin ve yeni bir statü üretebilmenin öncelikli ihtiyacı, ulusal siyasetin ve toprakların bölünmüşlüğünü aşabilmektir.  

Filistin’in acilen siyaseten bütünleşmesinde ve ivedilikle seçimlere gitmesinde fayda vardır. 2005 yılından bu yana seçim yapılmayan ülkede partilerin meşruiyeti, bugün itibariyle oldukça tartışmalıdır. Ayrıca bu şartlarda Filistin’in ‘demokratik bir oluşum’ olarak konumlandırılması ve argümante edilmesi neredeyse imkânsızdır. Kategorizasyon itibariyle Arap otoriterizminin bir temsili olmaktan öteye gidemeyecek yapısallık, bir an evvel aşılmalıdır. Bunun için de Filistin’de seçimlerin bir an evvel yapılması gerekmektedir.  

Unutulmamalıdır ki Filistin ‘davası’, Filistinlilere rağmen yürütülemez. Söz konusu Jakoben tavır, güncel siyasal eğilimler tespit edilemediği müddetçe hâkim olacaktır. Filistin bağımsızlığının ateşini yakan El Fetih ya da HAMAS gibi örgütlerin meşruiyeti, ancak Filistinlerin destekleri oranında artabilir ve siyasetlerine kıymet atfedilebilir. Türkiye olarak bize düşen rol ise bu süreci kolaylaştırmak ve hatta tarafları bu sürece zorlamaktır.  

***

Genel olarak değerlendirildiğinde, Filistin’e yönelik en güçlü eleştiri, bu siyasal tıkanmışlıktan kaynaklanmaktadır. Trump yönetiminin açıkladığı plan akabinde Gazze’ye gideceğini ve HAMAS liderliği ile görüşeceğini açıklayan Abbas, bu ziyareti yapmak yerine istifa etmelidir ve ülkeyi bir an önce seçime götürmelidir. Hâlihazırdaki siyasi mağlubiyet, cari aktörlerin omzundadır. Filistin ‘davası’, kan tazeleyebilirse şayet ilerleyebilir ve başarıya ulaşabilir.  

Evanjelik kodları aşikâr olan Trump yönetimine ya da yayılmacı Siyonizm’in temsilcilerine kızmanın, öfkelenmenin anlamı yok. Onlar işlerini yaptı, biz de işimize odaklanmalıyız. Kızmadan, öfkelenmeden, kapımızın önünü temizleyerek başlamalıyız. Bu aşamada, İslam ve Arap dünyasına model olabilecek bir demokrasiye sahip olan Türkiye’ye tarihi bir rol düştüğüne inanıyorum. 

 

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir