Asaf Savaş Akat röportajının tam metni

Asaf Savaş Akat röportajının tam metni

Prof. Dr. Asaf Savaş Akat, ekonomiye dair tespitlerini KARAR gazetesine açıkladı. İşte röportajın tam metni.

RÖPORTAJ: İBRAHİM KAHVECİ

Soru: İsterseniz güncel konularla başlayalım. Mesela, ekonomiye dair ciddi teşhis sorunları olduğu izlenimi var. Olup bitenleri tam algılayamıyoruz, kavrayamıyoruz gibi geliyor.

ASA: Katılıyorum. Farklı boyutları var. Türkiye’de özellikle makro politika analizleri ya çok yüzeysel yada çok yanlıdır. Gelişmiş ülkelerde maliye, para, kamu harcamaları gibi makro politikaların ayrıntılarına girilir. Üstelik, kökleri teorik ve siyasi farklılıklara dayanan iyi tanımlanmış akımlar vardır. Tutucu-sağcı kesim devleti küçültmeye ve fiyat istikrarına odaklanır, gelir dağılımı ve işsizliği önemsemez. Düşük vergi, dengeli bütçe ve yüksek faiz ister. Keynesci kanat ise gelir dağılımına ve işsizliğe duyarlıdır. Refah devletini, sosyal harcamaları ve düşük faizi savunur. Tartışmaların gündemini akademik iktisatçılar belirler. Örneğin ABD’de, Krugman, Stiglitz, Mankiw, Taylor, Romer, Summers, vs. ünlü iktisatçılar (ikisi Nobel ödüllü) makro politika analiz ve polemiklerinde çok aktiftir. .    

Maalesef, Türkiye’de böyle olmuyor. Analizin odağına finans piyasaları oturuyor. Abarttığımı sanmıyorum, finans kesimi gündemi tümü ile belirliyor, hatta gündeme hükmediyor. Sonuç? İktisat politikası tartışmaları faiz-kur-borsa üçgenine, Fed/Avrupa Merkez Bankası ne yapar geyiklerine hapsoluyor.

Bu ortamda, akademik iktisatçıların da kamuoyunu etkileme açısından pasif ve etkisiz kaldığını görüyoruz. Bence bir nedeni Türkiye’de iktisat politikası tartışmalarına müdahale edebilecek güçte bir Keynesci iktisat lobisinin oluşamamasıdır. Etrafınıza bakın; medyaya yansıyan görüşlerin hepsi Keynes karşıtıdır, monetarist yada kökten-piyasacı yaklaşımı temsil eder. Bu durumda teşhiste sıkıntı çekilmesi doğaldır.  

Tasviri Analiz Zannetme eğilimi çok yaygın

Soru: Biraz açabilir miyiz?

ASA: İktisatçının işi kolay değildir. Bir örnek verelim. Ekonomiye eleştirel bakanların büyük bölümü, Türkiye’de gayrimenkul ve inşaat sektörlerinde hızlı büyümeye karşılık imalat sanayinin güdük kaldığına, yeterince hızlı gelişmediğine işaret ediyor. Çok doğru bir gözlem; durumu tasvir ediyor. Ancak, bu hali ile yetersiz; bir şey yapabilmek için, hangi iktisat politikasının bu duruma yol açtığını aramak ve bulmak gerekiyor. Yani tasvirden analize geçilmeli, hastalığa teşhis konulmalı ki tedavisi mümkün olsun.

Hangi iktisat politikasında nasıl değişiklik yaparak sorunu çözebiliriz? Maliye politikası mı? Para politikası mı? Başka bir politika mı? Bu yapılmıyor. Genel bir takım doğruları tekrarlayarak geçiştiriliyor. Sıradan vatandaşın sendrom listesini teşhis zannetmesi anlayışla karşılanabilir. Sendromların gerisinde yatan somut iktisat politikası hatalarını açıklamak profesyonel iktisatçının işidir. Zafiyet oradadır. Çuvaldızı başkasına, iğneyi kendimize batıralım.  

Dolarizasyonun bedeli yüksektir

Soru: Ama döviz kuruna vatandaşın da çok duyarlı olduğu gerçeği var. 

ASA: Doğrudur. Vatandaşın zihninde ekonomik gidişatla döviz kuru adeta özdeşleşmiş durumda. Konuşmalarımda sık sık “Türklerde bir döviz geni var galiba” derim. Geri planda otuz yıl süren yüksek enflasyonun vatandaşın hafızasında bıraktığı izin derinliği yatıyor. Menkul servetini enflasyondan koruma yolunu dövizde buldu. Teoride “koordinasyon sorunu” denir. Birey için doğru gibi duran topluluk için yanlış olabilir. Tasarruf açmazı en iyi bilinen örneğidir. Halbuki müşterek bir soruna bireysel çözüm arayışı Türkiye gibi düşük kamu bilincine sahip toplumlarda çok yaygındır. Şehirde sular mı kesiliyor? Hemen hidrofor taktırır. Kendi suyu şakır şakır akınca şehirde suların şimdi daha da çok kesilmesi onu artık ilgilendirmez.

Enflasyon-dolarizasyon ilişkisi aynen böyledir. Türkiye’nin otuz yıl boyunca çok yüksek enflasyonu yadırgamadan yaşamasının sırrı budur. Almanlar, Amerikalılar müştereken yani siyasetle enflasyonun düşmesini sağlardı. Biz dolar aldık, enflasyonu boş verdik.

Ege Cansen Türkiye’nin iki paralı (TL ve dolar) bir ekonomi olduğunu hep vurgular. Hala olumsuz bedellerini ödüyoruz. İnsanların kafalarının dolara endeksli olması kurdan enflasyona geçişkenliği arttırıyor. Dış açıkla mücadelede döviz kurunun kullanılması zorlaştıran nedenlerden biridir.   

Berber ve manikür fiyatlarına bakarım

Soru: Yani döviz kuru artışları fiyatlara hemen yansıyor.

ASA: İktisat jargonunda “fiyatlama davranışları” kavramı çok önemlidir. Merkez Bankası analizlerinde önceliklidir. Ama ölçülmesi zordur. Benim basit bir yöntemim var. Yıllardır berber ve manikür-pedikür fiyatlarına bakarım. Girdi maliyeti yok denecek kadar azdır: kira, elektrik, o kadar. Safkan hizmet sektörüdür. Geçmişte dolar yukarı gidince zamlar hızlanırdı.

Son yıllarda ilişki tersine döndü. Kur yukarı giderken berberlerin zamları yavaşlıyor; kur aşağı gidince hızlanıyor. Demek ki, bu kesim ekonominin gidişatını kura bakıp okuyor. Dolar artınca işler kötüleşiyor korkusu ile zamdan kaçınıyor. Dolar düşünce maden işler iyi biz de fiyat arttıralım deniyor. Nitekim son aylarda kur patladı ama berber fiyatları sakin; berber ve manikür enflasyonunda hafif düşüş görülüyor.

Döviz kuru ekonominin en karmaşık fiyatıdır

Soru: Son dönemde kurda yaşanan yükselişte içeride döviz satılmasına ne diyorsunuz?

ASA: Tam ayrıntısına bakmadım. Yerleşiklerin döviz hesaplarının ayrıntıları önemli; kurumların (şirketlerin) payı yüksektir, kişisel hesapların bir bölümü de işle ilgilidir. TL ile döviz arasında sürekli pozisyon değiştiren ve bundan para kazanmayı amaçlayan kesimin çok büyük olduğunu sanmıyorum. Aslında spekülasyondur; belki çoğu amatör ama sonucu değiştirmez.  

Döviz kurunun nasıl belirlendiği konusunda Türkiye’deki kafa karışıklığı inanılmazdır. Hayret içinde izliyorum. Döviz kuru ekonomin hem en karmaşık hem en önemli fiyatıdır. Teorileri çok zorlar. Üstelik, arz ve talepte küçük oynamaların bile derhal fiyata yansıdığı yüksek hacimli bir piyasada belirlenir. Fiyat oynaklığı sadece bize özgü değildir. Dolar-euro paritesi için de geçerlidir. Olsa olsa bizde bazen daha yüksek olur, o kadar.

Döviz kurunu ne belirler?

Soru: Kur için hem en önemli fiyat, hem de kafalar karışık dediniz. Neden?

ASA: Dalgalı kur rejiminde, döviz kurunu piyasada oluşan döviz arz ve talebi belirler. Demek ki arz ve talebin ayrıntısına inmek gerekiyor. Girift karşılıklı ilişkileri basite indirerek üç ayrı düzeyde bakacağım: i) ekonomik temeller; ii) makro politika; iii) beklentiler (psikolojik etkenler).  

Ekonomik temeller uzun dönemde hayatidir; “yapısal” deniyor. Reel ekonomi için teknoloji ve beşeri sermaye düzeyi, piyasaların (mal-hizmet-emek) esnekliği ve rekabet düzeyi, doğal kaynak zenginliği, dışa açıklık, bölgesel-küresel bütünleşme, mülkiyet hakları kavramı ile ifade edilen kurumsal özellikler (siyasi ve hukuki yapı) ilk akla gelenler. Finansal açıdan bankacılığın gücü ve sağlığı, varlık piyasalarının derinliği ve likiditesi eklenebilir.

Temeller üç ana akımda somutlaşır: cari işlemler dengesi, doğrudan yabancı sermaye giriş-çıkışı ve proje bazlı dış finansman. Uzun dönemde kuru bunlar belirler. Kısa-orta dönemde ise oynaklığın alt-üst sınırlarını oluşturur. 

Makro politikalar kısa-orta dönemde etkilidir. İç ve dış makro çerçeveyi temsil eder. Önemli olan içeride bütçe dengesi, faiz politikası ve enflasyon düzeyi ile dış koşulların tutarlılığıdır. Her biri diğerleri ile ilişkileri içinde anlam kazanır.

Örnek üzerinde açalım. Diyelim ki TCMB faizi % 10’a yükseltti? Yüksek mi, düşük mü? Yani para politikası sıkıldı mı, gevşetildi mi? Cevabı içeride bütçe politikasına, enflasyona ve dış açığa, dışarıda finans göstergelerine göre değişir. Çünkü TCMB faizi ancak onlara göre anlam taşır.

Finans kesimini esas ilgilendiren bunlardır. Politika ve göstergeler arasındaki uyuma ve tutarlılığa bakarak riskler ve fırsatlar hesaplanır. Ona göre pozisyon alınır. Makro politikalar hangi göstergelerde somutlaşır? Kısa-orta vadeli finansal akımlar. Hızlı pozisyon değiştirme olanağı sağladığı anlamda “sıcak para” diyebiliriz. Heryerde kısa-orta dönemde kur oynaklığının temel nedenidir.

Piyasa aktörlerinin beklentileri tüm varlık piyasalarında büyük önem taşır. Döviz piyasasına özgü değildir. Piyasanın “ruh hali” (risk algısı) değişken ve uçucudur; hızla bir uçtan diğerine kayabilir. Varlık piyasalarında “manik depresif” kişilik bozukluğu yaygındır. Anaakım makro teorinin de en zayıf ve sorunlu alanıdır.

Çünkü beklentiler varlık fiyatlarını kolayca ekonomik temellerden kopuk düzeylere taşıyabilir. Yukarı yönlü olunca “balon” (overshooting), aşağı yönlü olunca “çöküş” (undershooting) deniyor. Yani beklentilerin oynaklığı kısa dönemde döviz piyasasına birebir yansır. Döviz kurunda sert dalgalanmala yol açar.

Anlamlı bir örnek üzerinden anlatalım

Soru: Hocam, ders gibi oldu, epey soyut kaldı. Daha somut bir örnek olsa...

ASA: Olur. Bugüne tersten bakan bir örnek verelim. Ekonomik temellerde ve makro politika çerçevesinde bir değişiklik olmadan piyasayı iyimserliğe sevkeden bir gelişme düşünelim. TL varlıklarına giriş, döviz arzı yukarı, dolar aşağı, iyimserlik tekrar yukarı, vs. Sanki bir kısır döngü. Peki, TL’nin değerlenmesini ne durduracak? Senaryolara bakalım.

  1. TCMB faiz düşürebilir; derhal etki yapar.
  2. TCMB tepki vermesin. Değerli TL dönemi uzar. Ama eninde sonunda piyasada birileri kurun ekonomik gerçeklerden koptuğuna uyanır, sermaye girişi durur, kur yukarı döner.
  3. TCMB tepki vermesin, piyasa da uyanmasın. Düzeltme daha da gecikir. Reel ekonomi devreye girer. Değerli TL rekabet gücünü azaltır, dış dengede kalıcı bozulma belirir. Dış açıktan gelen döviz talebi iye kurda yukarı baskı oluşur.

Aynı analizi kötümser beklentilere de uygulayabiliriz. Örnek sayesinde, karşılıklı etkileşim (feedback) mekanizmalarını da görebiliyoruz. Ekonomik temeller uzun dönemde kuru belirliyor. Diğer yandan para politikası kısa-orta dönemde kur üzerinde çok etkili. Kurun düzeyi ise uzun dönemde rekabet gücü üzerinden ekonomik temelleri değiştiriyor. Bunu unutmamak gerekiyor.

Kurdaki hareket iktisadi değil, siyasi

Soru: Buna göre son dönemde kuru yükselten ana nedeni hangisi oluyor?

ASA: Buna çok benzer bir dalgayı 2015 yaz sonunda yaşamıştık. Çabuk unutuldu. Haziran seçimleri, hükümetin kurulamaması, Kasım’da tekrar seçim mali piyasaları tedirgin etti. Fed faiz arttıracak rivayeti de bahaneyi sağladı. Kur hızla yükseldi. TCMB tepki vermedi. Ne oldu? Kur kopup gitti mi? Hayır. Rusya ile uçak krizine ve 15 Temmuz darbe denemesine rağmen sepet kur Kasım 2016’ya kadar Eylül 2015’in altında dar bir koridorda hareket etti.

2017 yılbaşında başlayan yukarı hareketin de siyasetten kaynaklandığı çok açıktır. Anayasa değişikliği, siyasi gerilim, Suriye’de sıcak çatışma, AB ile bozulan ilişkiler, vs. belirsizliği ciddi şekilde arttırdı. Piyasalar bu gelişmelerin iktisat politikası açısından, hatta Türkiye’nin genel ekonomik sistemi açısından ne gibi sonuçlar doğurabileceğini kestirmekte zorlandı. Sonuç: kurda sert yükselme.   

Vurgulayalım: bugün itibariyle ekonomik temellerde ve politika çerçevesinde bir değişiklik yok. Ama yarınla ilgili tereddütler belirmiş. Yani belirsizlik ekonominin iç dinamiklerinden değil, siyasetin getirebileceği muhtemel olumsuzluklardan kaynaklanıyor.

Varlık piyasalarında yaşanan oynaklık işte bu anlama siyasi belirsizliğin kaçınılmaz sonucudur. Oynaklığın aynı anda hem kurda hem faizde tırmanması bu nedenledir.   

TL’de kontrollü değer kaybı yaşanıyor

Soru: Merkez Bankasının kur artışına tepki göstermediğini söylediniz. Politika değişikliği mi var?

ASA: Evet; 2011 sonrasında para politikası değişti. Çok iyi anlaşılması gerekiyor. Yenisi için eskisini de bilmeliyiz. Oradan başlayalım. Küresel kriz öncesinde maalesef yukarıda anlattığım temeller-politika tutarlılığında vahim bir değerlendirme hatası yapıldı. Bunu bugün söylemek maharet değil; ben o günlerde karşı çıktım. IMF ve TCMB’nin kullandığı paradigma yanlıştı. Belki sonra ayrıntısına bakarız.

Özetle, TCMB faizi çok yüksek tuttu. Neye göre? Ekonominin temellerine, mali disipline ve dış mali piyasa koşullarına göre çok yüksek. Böylece güçlü sermaye girişi TL’ye hızla değer kazandırdı. Rekabet gücü düştü. Dış açık sürdürülemez düzeye tırmandı. Anaakım iktisatçılar yüksek faize rağmen hızlı büyüme bilmecesini görmemezlikten geldiler. 

Araya küresel kriz girdi. O da başlıbaşına bir söyleşi konusu ama burada zamanımız yok. 2011 sonunda dış açığın milli gelire oranı % 10’la rekor kırdı. Politika değişikliği acil hale geldi. Yeni politikada öncelik dış açığı tedrici şekilde indirilmesine verildi. Sıkı maliye politikası sürdürüldü. Buna karşılık para politikası TL’nin kontrollü şekilde değer kaybını hedefledi.

Resmi adı “talebin dengelenmesi” oldu. Yani büyümeye iç talebin katkısı azalırken dış talebin katkısı artacaktı. Buna “yumuşak iniş” yada “intizamlı düzeltme” deniyor.

Finansal küreselleşme ve heterodoks politikalar

Soru: Merkez Bankasının heterodoks politikalara bu amaçla mı geçti?

ASA: Tam üstüne bastın. Finansal küreselleşme yukarıda anlatılan “intizamlı düzeltme” sürecine izin vermiyor. Çünkü sermaye akımları faizin klasik işlevini bozuyor. Kuru yukarı itmek faizin inmesini, büyümeyi sınırlandırmak ise artmasını gerektiriyor. Demek ki, küresel sermaye hareketleri faizin bu iki etkisini çelişkili hale getiriyor. Dolayısı ile iç talebi kontrol etmek için faiz yerine başka bir enstrümana ihtiyaç oluşuyor.

Bir an için eskiye, küresel kriz öncesi döneme tekrar bakalım. Açmaz aynıdır. 2002 sonrasında TCMB faizi çok yüksek (yani temellerden kopuk) tutuyor. Yönetimin (ve IMF’in) teorisine göre yüksek faiz sıkı para politikası demek. İç talebi dizginlediği zannediliyor. Halbuki yoğun sermaye akımı ile tam tersi süreç yaşanıyor.  

Giren sermaye kredi hacmini, krediler de iç talebi patlatıyor. Neticede yüksek faiz gevşek para politikasına dönüşüyor. Değerlenen TL ve canlı iç talep hala çözmeye çalıştığımız dış dengesizliği yaratıyor. O arada, kurdaki gerileme hızlı büyümeye rağmen enflasyonu düşürüyor. Yeni politikanın tasarımında bu tatsız deneyimden çıkartılan dersler de var tabiki. 

Neyse, yeni politikaya geri dönelim. İç talebi kontrol etmek için faiz yerine bir başka enstrüman arıyoruz. Faiz iç talebi nasıl kısıyor? Kredi artışını yavaşlatarak. Aynı işi başka bir araçla yapabilir miyiz? İlk akla gelen opsiyon sermaye girişine engel koymaktır. Bu takdirde Merkez Bankası hem faizin hem kurun kontrolüne eline geçiriyor (ünlü “küreselleşme üçlemi”). Ancak, politik otorite bir dizi nedenle buna sıcak bakmıyor.  

Geriye ne kalır?  Kredi artışını faiz-dışı yani idari araçlarla denetlemek: zorunlu karşılıklar, sermaye yeterlilik oranları, vs. Anaakım iktisat iç talebi kısıtlamak için faiz yerine idari tedbirlerin kullanılmasına sevmiyor; kendi teorisine ters düştüğüne inanıyor. “Heterodoks” sözcüğü küçültücü bir ima taşıyor.  

Hoş, artık bunun heterodoksluğu falan da kalmadı. Küresel krizde, ortodoks paradigmanın uluslarası kaleleri bile (BIS, IMF) kredi kanalında idari tedbirleri onaylamak zorunda kaldı. IMF daha ileri gitti, gereğinde sermaye akımlarının kısıtlanmasına bile fetva verdi. Gel gör ki, ortodoks makro iktisat Türkiye’de bütün haşmeti ile hüküm sürmeye devam ediyor.  

Dış açığı yapısal reformla ilişkilendirmek şehir efsanesidir

Soru: Anlattıklarınızda dış açığını düzeltilmesi için yapısal reformlardan hiç söz yok. Halbuki Türkiye’de en sık seslendirilen eleştiri dış açığı yapısal reformların yetersizliğine bağlıyor.  

ASA: Evet, maalesef Türkiye’de yaygın bir şehir efsanesidir. Bütün makro dengesizlikler için teşhis aynı, tedavi aynıdır: sorun yapısaldır, yapısal reformlarla çözülür. Yurt dışarıda da var. Tutucu-sağcı diye adlandırdığım anlayışın tipik bir tezahürüdür. Ortodoks iktisada göre zaten makro dengesizlik teorik olarak mümkün değildir, olamaz. Eğer ekonomide bir dengesizlik gözlüyorsak mutlaka yapısaldır.

Maalesef Türkiye’de beğendiğim, ilgi ile okuduğum aklı başında iktisatçıların bile bu tuzağa düştüğünü görüyorum. Üzülüyorum. Kolaycılığa kaçmaktır. ”Dış açık mı var? Eğitim efendim, önce eğitim!”.

Makro dengesizlik ve yapısal sorun farkını örnekler üzerinden anlatmayı deneyelim. Fransa ve Almanya’yı karşılaştıralım. Siyaset, ekonomi, hukuk, yargı, kurumlar, eğitim, teknoloji, nüfus, vs. toplumsal temelleri (yapısal özellikleri) birbirine bu kadar benzer iki ülke bulmak herhalde zordur. Para politikaları da aynıdır.

Buna karşılık Almanya milli gelirin % 8’inin üstünde dış fazla (290 milyar $), Fransa ise milli gelirin % 1’i kadar dış açık (35 milyar $) veriyor. Toplamı % 9 küsur eder. Çok büyük bir sayı; bu çapta makro dengesizliği açıklayacak yapısal farkları nasıl bulacağız!

Dengesizliğin nedeni, son 20 yılda iki ülkenin makro politikalarının farklılaşmasıdır. Para politikası aynıdır; aralarındaki kur sabittir. Ancak diğer makro politikalar farklıdır. Bunlar Almanya’yı ihracatla büyümeye, Fransa’yı iç taleple büyümeye yönlendirdi. Biri maliye politikasıdır. Almanya kemer sıktı (austerity). Fransa kamu harcamalarını arttırdı. Diğeri ücret ve gelir politikalarıdır. Almanya asgari ücreti sabitledi, geçici işçiliği kolaylaştırdı. Fransa asgari ücreti arttırırken çalışma saatlerini azalttı. Neticede Almanya’da rekabet gücü ve tasarruflar artarken Fransa’da geriledi. Gözlenen dengesizlik oluştu.

ABD-Almanya karşılaştırması da aynı yöndedir. ABD’nin dış açığı milli gelirin % 3’üne yakın (480 milyar $). ABD’nin hangi yapısal özelliğinin Almanya’dan kötü olduğunu iddia edeceğiz? Teknoloji mi? Piyasa esnekliği mi? Eğitim mi? Yapısalcı açıklamanın saçmalığına daha iyi bir örnek bulamayız. Fark makro politikalardadır. Nokta.   

Aman, yanlış anlaşılmasın. Almanya’nın seçimi doğrudur demiyorum. Gözlenen makro dengesizliğin makro politika tercihlerinden kaynaklandığını anlatıyorum. Yoksa, iyi bir Keynesci olarak, Krugman gibi, ben de elbette Almanya’yı Avrupa’daki talep yetersizliği krizinin esas müsebbisi olmakla suçluyorum. Yunanistan’a verdiği hasara az önce değindim. Almanya, finans kesiminin onayladığı Keynes öncesi anlayışın uç halini temsil ediyor. Unutmayalım.

Tasarruf oranını makro politika belirler

Soru: Almanya’da tasarrufun yükseldiğini söylediniz. Dış fazla Almanların daha tutumlu olduğuna kanıt değil mi? Türkiye’de ise, tersine, tasarruf yetersizliğinin yani aşırı tüketim eğiliminin dış açığın esas nedeni olarak görülüyor.

ASA: Bir kent efsanesi daha. Döviz kuru gibi, tasarruf konusunda da kafalar çok karışık maalesef. Hatanın bir kısmı mevcut makro teorinin zafiyetinden geliyor. Ekonomik verilerin iyi bilinmemesi de katkı yapıyor.

Teori ile başlayalım. Pek çok iktisatçı, sorunca ezberden cevap verir: dış açığın nedeni iç tasarruf yetersizliğidir. Çünkü ünlü milli gelir denkleminde, tanım gereği ikisi özdeştir. O bir özdeşliktir; itiraz edilemez. Fakat, özdeşlik nedensellik içermez, korelasyonun nedensellik içirmediği gibi. Nitekim, dikkatli bir analiz, ikisinin de başka bir etken tarafından belirlendiği, yani aynı nedenin sadece iki iki farklı tezahürü olduğu hemen görülür. Nedir o etken? Makro politikalardır.   

Yukarıda bunları anlattık. Örnekler verdik. İç talebi ve/veya kuru etkileyen politikalar hem harcama bileşimini, hem üretim-harcama dengesini değiştirir. İç harcama üretimden fazla olunca dış açık, iç harcama üretimden az olunca dış fazla oluşur. Bir başka örneğe dönelim. İtalya milli gelirin % 2.4’ü kadar (35 milyar $) dış fazla veriyor. İtalyanlar Fransızlardan (Amerikalılardan) daha mı tutumlu? Ne alakası var; İtalya’nın büyüme hızı daha yavaş, yani iç talebi daha cansız. Büyümeden vazgeçince dış dengesizlik de bitiyor. Olay bundan ibaret.  

Ampirik boyuta gelince, hata toplam tasarrufu hanehalkı tasarrufu ile karıştırmaktır. Halbuki her yerde toplam tasarruf içinde hanehalkının payı çok düşüktür. Tasarrufun büyük bölümü kurumsaldır; üretici/firma düzeyinde gerşekleşir. “İşletme artığı” kavramı hayatidir. Katma değerden ücret ve vergi çıkınca firmaya kalan bölümdür. Amortisman dahildir. Tasarrufun temel belirleyicisidir.

Hemen verilere bakalım. Fransa ve Almanya’da hanehalkı tasarruf oranları birbirine çok yakındır. Dış dengesizlik aradaki cüzi farkla açıklanamaz. Esas fark kurumsal tasarruflardadır. Çünkü Almanya’da milli gelirde ücretin payı düşük, işletme fazlasının payı ise belirgin şekilde daha yüksektir. Aynı şey rekor tasarruf oranına sahip Çin için de geçerlidir. İsteyen verileri kontrol edebilir. Böylece bir şehir efsanesi daha yıkılır.

Velhasıl tasarruf oranı makro politikalardan bağımsız ekonomi-dışı (psikolojik, vs) bir parametre değildir. Tam tersine, makro politikaların belirlediği bir içsel değişkendir. Örneğin Türkiye’de özel kesim tasarruf oranı 2003-06 arasında yarı yarıya düşmüştür. Sorumlusu doğrudan yanlış para politikasıdır. 2002 sonrasının “yüksek faiz-sermaye girişi-kredi artışı- dış açık” sarmalını az önce anlattım.    

Bardakta su var ama daha yarısına gelmedi

Soru: Yeterince teori konuştuk herhalde. Uygulamaya dönelim mi? Örneğin kur artışına rağmen dış açık hala çok yüksek düzeyde; yeni politika başarısız oldu denebilir mi?

ASA: Haklısın; galiba epey teorik ve soyut kaldık. Ekonomi mantığının ve içerdiği makro politika seçeneklerinin anlaşılmasına önem veriyorum, ondan oldu. Bir de uzun süredir yazmıyorum ve böyle kapsamlı söyleşi vermiyorum; laf birikmiş, uzadı.  

Bir cümle ile: yeni politika kısmen başarılı oldu fakat hedefleri tutturamadı derim. Dış açık sorunu tereddütsüz hafifledi. 2011 sonbaharında yıllık cari işlemler açığı 76 milyar $, altın ve enerji hariç açık 26 milyar $ ile rekor kırmıştı. 2015 sonunda, aynı sıra ile, 32 milyar $ ve 3 milyar $’a geriledi. Altın-enerji hariç 22 milyar $ düzeltme demektir. 2016’da turizmde çöküş sonucu altın-enerji dışı açık tekrar 10 milyar $’a tırmandı, o ayrı.

2016 milli geliri daha yayınlanmadı, 2015’le karşılaştıralım. Dört yılda milli gelir reel % 26 (dolarla % 3.6) büyüdü. Yani dış açık milli gelirin % 9’undan % 3.8’ine indi. 2016 biraz üstünde çıkar. Neticede 5 puanlık düzeltme küçümsenemez.

Yani bardakta su var. Pekala, su bardağın yarısına geldi mi? Öyle durmuyor. Bence 6.ıncı yıla girdik, tünelin ucundaki ışık hala muğlaktır. Eskiye kıyasla mutlak ve nisbi olarak daha düşük, doğru. Fakat hala Türkiye’nin temel kırılganlık nedenidir. Ayrıca, siyasi gelişmeler sürdürülebilir dış açığı her geçen gün daha aşağıya çekiyor. Bu gidişe Türkiye’nin dış açığı hepten sıfırlamak zorunda kalması beni şaşırtmaz. Yani düzeltme uzadı, bir türlü bitmedi. Bu da ekonominin normalleşmesine izin vermiyor.  

Dış açık kurdan etkilenir

Soru: Araya gireceğim. İktisatçıların yaptığı, kurdaki artışın dış açığı etkilemediğini, dış ticaretin kur esnekliğinin düşük çıktığını saptayan çalışmalar var. Sizin buna katılmadığınızı anlıyorum. Ampirik çalışmalar yanlış mı? 

ASA: Haklısınız, bunu savunan çok iktisatçı var. Ekonometri ile kanıtlamaya çalışan makaleleri mutlaka okurum. Kurun dış açığa etki yapmadığı saptanıyor. Garipsiyorum çünkü teorik düzeyde fiyat mekanizmasının, uygulamada dünya deneyiminin reddi anlamına geliyor. Ampirik çalışmaları şaşırtan nedir? En önemlisi modellerin aradaki zamanlama uyumsuzluğu yakalamakta zorlanmasidır. Gecikmeler (lags) denir.

Modern ekonomilerde dış ticarette spot işlemlerin payı yok denecek kadar azdır. Dış ticaret bağlantıları önceden, aylar, bazen yıllar öncesinden planlanır. Özellikle çokuluslu “tedarik zincirleri” için süre iyice uzar. Yeni yatırım yapmak, üretim ve dağıtım kapasiteleri kurmak gerekir. Velhasıl kurdaki değişmenin dış ticarete etkisi ciddi bir gecikme ile ortaya çıkar. Benim hesaplarım Türkiye’de döviz kurunun ihracatı en az 7-8 ay gecikme ile etkilediğini gösteriyor.

Diğeri kurdaki dalgalanmalardır. Üretici için kısa vadeli kur hareketinin “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Planlarının üretim ve satışa dönüşeceği orta-uzun dönemde kurun seyri ile ilgilenir. Yatırım ve üretim stratejisini ancak kurdaki düzeyin kalıcılığına ikna olunca değiştirir. Kur düzeyi ile çalışan modelleri bu da yanıltır.    

Sonuç? Dış açıkla döviz kuru arasında fevkalade güçlü ilişki piyasa mekanizmasının en temel kurallarından biridir. Diğer şartlar aynı iken, kur düştükçe dış açık büyür; kur yükseldikçe dış açık küçülür. Türkiye’de de sistem aynen böyle çalışır. Tersini iddia etmek abesle iştigaldir.

Enerji-hariç dış ticaret açığı kesin küçülür

Soru: Bu analizden kurdaki yükselişin dış açığa etkisini ancak ileride görebiliriz sonucunu çıkartabilir miyim?

ASA: Şöyle diyelim. Enerji-hariç dış ticaret açığı için kesinlikle evet. İhracat, enerji-hariç ithalattan kesin daha hızla artar. Kısa sürede verilere yansıyacaktır. Cari işlemler açığı daha çetrefil. Kur etkisi düşük, siyaset etkisi yüksek turizm gelirlerini de kapsıyor. 2016 kaybedildi. Bugün de AB ülkeleri ile tırmanan gerginlik turizme çok kötü haberdir. 6-7 milyar $, belki daha fazla kayıp söz konusu. Bu nasıl telafi edilebilir? Büyümeyi kısıp ithalatı düşürerek olabilir. Dış açığın tekrar artması, en azından düşmemesi kabullenilir. Yada kurun biraz daha yükselmesine razı olup ihracat artışı ile karşılanır. Hangisinin gerçekleşeceğini makro politika tercihidir.   

TL’de yaşanan değer kaybını izlemenin bir yolu Economist dergisinin yayınladığı BigMac endeksidir. Gelire göre düzeltilmiş bir seri de yayınlanıyor. 2011-13 arasında, dünya aşırı değerli paralar liginin zirvesinde TL vardı. İlk üçe giriyordu. 2014’de eğilim aşağı döndü. 2016’da BigMac kuru dengeye yaklaştı. 2017’de düşük değerli para birimlerinin orta sıralarına geldi. TL’de özellikle son iki-üç yılda ciddi bir değer kaybı yaşandığı açıktır. Bu arada, AB’de büyümenin giderek makulleşmesinin de ihracat artışını desteklediğini unutmayalım.

TCMB denge kurunu yanlış hesapladı

Soru: Denge kuru kavramını açmanızı istiyorum. TCMB bir ara kur hedefleri koymuştu ama tutmayınca vazgeçti. Sizce bugünkü düzeye denge kuru diyebilir miyiz?

ASA: 2011’de ekonomi yönetimi yeni politika için “5-5-5” diye özetlenen bir hedef kümesi saptadı.  Büyüme, dış açığın milli gelire oranı ve tüketici enflasyonu % 5 civarına oturacaktı. Bu çerçevede, denge reel kurunu ima eden bir grafik TCMB sunumlarına eklendi. Tüketici fiyatlarına göre reel kur endeksine (TERK-TÜFE) Balassa-Samuelson etkisi ekleniyordu. Böylece bir uzun dönem denge reel kuru hesaplanıyordu. Reel kurun bu düzeyin altında tutunamayacağı şeklinde beyanatlar bile verildi. Ama öyle olmadı. 2015 başında grafik sunumlardan çıkartıldı. Son üç yılda reel kur çok daha aşağılara indi.  

Küçük ama önemli bir ayrıntıya gireceğim. TERK-TÜFE’de gelişen ve gelişmiş ülkeler reel kurları ortalaması alınıyor. Küresel kriz sonrasında TL’nin gelişen ekonomilere göre ciddi değer kaybetmesi ortalamayı aşağı çekiyor. Bu durumda Çin’le dış ticaret açığının 22 milyar $’a tırmanması (tümü sanayi ürünü ithalatı) bir bilmeceye dönüşüyor. Çin gelişen ülke değil mi? Hani paramız onlara göre değer kaybetmişti? Gelişen ülke endeksinin Türkiye gerçeğini yansıtmadığı çok açıktır. Neticede ben baştan itibaren Belasssa-Samuelson etkisine daha uygun olan gelişmiş ülkeler reel kur endeksini kullandım. Türkiye’nin esas ihracat pazarı AB’ye göre rekabet gücünde değişimi gösteriyor. 2003 reel kuruna ancak 2017 başında ulaşabildik. En azından mevcut ekonomik temeller açısından denge kurunu daha iyi temsil ediyor.  

Bir parantez daha açmak istiyorum. Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerine bakınca, AB’nin ezici üstünlüğü derhal göze çarpar. Dış ticaret, turizm, doğrudan yabancı sermaye, dış finansman, vs. AB’nin payı en az % 50 ve üstündedir. Ayrıca, Türkiye başta Gümrük Birliği, Eurostat, vs. çok sayıda AB kurumuna dahildir. Çokuluslu şirketler için Avrupa bölgesinde yer alır. ABD, Japon, Kore firmaları Türkiye’de AB fiyatlarını kullanır. Bunlara rağmen, Türkiye’de dış hesap birimi olarak Euro hiç yoktur; sadece dolar vardır. Neden milli geliri, dış ticareti, ödemeler dengesini dolarla yayınlıyoruz? Euro daha gerçekçi olmaz mı? Denge kurunu Euro cinsinden hesaplamak belki de bizi yakın geçmişin bazı hatalarından koruyabilirdi.

Tedrici düzeltme önemli riskler taşır

Soru: Anlaştık; ben de artık kendim Euro ile düşünmeye alıştıracağım! Yeni politikayı sadece dış açıkla değerlendirdiniz. Sonra “5-5-5” hedefinden bahsettiniz. Yani büyüme, enflasyon, işsizlik, vs. başka göstergeler de var. Bu hedeflerde ne kadar başarılı oldu? Enflasyonun kesinlikle tutmadığın biliyoruz. Bir de küresel koşulların bu döneme etkilerini hiç konuşmadık?

ASA: İktisat politikası analizinin hoş tarafı budur. İktisat Fakültesinde Türkiye’nin iktisat politikası tarihi dersini verirdim. İktisat tarihi değil; iktisat politikası tarihi. Önce politikaların amaç ve niyetlerine, sonra uygulama sonuçlarına ve sapmaların nedenlerine bakardım. Çok keyif alırdım. Bu söyleşi onu anımsattı. Hayat sürprizlerle doludur; evdeki hesap bir türlü çarşıya uymaz. Bir yandan kontrol dışı gelişmeler olur, beklenmedik şoklar yaşanır. Öte yandan araçlar mutlaka özürlüdür, önceden hesap edilemeyen yan etkileri çıkar. Bunu en iyi doktorlar bilir; sıradan gibi duran bir tedavide bile olmadık komplikasyonlar hastayı perişan eder.  

Sorunuzun son kısmından, yani dış koşullardan başlayalım. İşimizi kolaylaştıracaktır. Kendimizi 2011 sonunda düşünelim. Yeni programın başarısı için ideal koşullar ne olurdu? i) AB’de büyüme hızlanırsa ihracat artışı güçlenirdi; ii) Fed faiz arttırırsa içeride faiz indirmeden kur yukarı giderdi; iii) Petrol fiyatı gevşerse enerji faturası düşerdi; iv) bölgede siyasi istikrar sürerse tatsız sürprizler yaşanmazdı.   

Ya gerçekleşme nasıl oldu? AB resesyona girdi, ihracat düştü. Fed faiz arttırmadı, sermaye girişi patladı. Petrol fiyatları hızla yükseldi, dış açık arttı (neyse ki, sonra gene düştü). Ukrayna, Suriye savaşı, Rus uçağı, vs. bölge en istikrarsız dönemini yaşadı. Daha kötüsü ne olabilirdi, bilemiyorum. Düzeltme süreci sert karşı rüzgarlara (headwinds) denk geldi. Böyledir; tarih kimseyi beklemez; zamanında, dış koşullar müsait iken dış dengesizliğin oluşmasına izin vermeyecektin, o kadar.

Ancak, programın önemli bir zafiyeti de ortaya çıktı. Düzeltmenin zamana yayılması, tanım icabı, olumsuz sürpriz risklerini yükseltiyor. Kafaları zaten karışık mali piyasaların süreci izlemelerini büsbütün zorlaştırıyor. O nedenle yeni politikanın fazla tedrici bir süreç öngörmesini o günlerde eleştirdim. Önden yüklemeli, yani düzeltmeyi daha kısa sürede gerçekleştirecek bir yaklaşımın daha az risk taşıyacağını, daha etkili olacağını savundum. Haklı çıktım. Programın başarısının sınırlı kalmasında tasarımda yapılan hatalar da etkili oldu.

Tasarım ve uygulama hataları

Soru: Benim de kafam karıştı. Hedeflerin tutmaması olumsuz dış koşullardan mı, yoksa yoksa tasarım hatalarından mı kaynaklanıyor? Sanki dış koşullar gibi anlıyorum.

ASA: Bence tasarım ve uygulama hataları daha ağır basıyor. Önce hedeflerin tam ne anlama geldiğini hatırlayalım. “5-5-5” üç göstergenin düzeltmenin sonunda ulaşacağı değerdir. 2012’de başladığına göre, 5 yıllık düzeltme dersek, bunlara 2016’da yaklaşılması gerekir. Arada ise, dış açık ve enflasyon 5’in üzerinde, büyüme ise altında kalacaktır. Hedeften sapmaları buna göre değerlendirmeliyiz.

Birini az önce gördük. Hem sürdürülebilir dış açık oranı için % 5 hedefi, hem de buna ulaşmak için yeterli görülen kur aşırı iyimserdi. Nitekim bunlar ekonominin gerçekleri karşısında tutunamadı. İkisi de terk edildi. Yani dış açık hedefi aşağı yönlü revizyon gördü. Orta Vadeli Program metinlerinden izliyoruz. Fakat yeni politikaların ilk yıllarında hatalı uygulamalara ve gereksiz dalgalanmalara yol açtılar. Ayrıntısına girmiyorum.

Çok daha ciddi bir sorun var: büyümedeki sapma. Hatırlayalım. Program geçiş döneminde % 5’in altında büyüme öngörüyordu. Eski milli gelir serilerinde 2012-15 arasında ortalama büyüme hızı % 3.4 çıkıyordu. Hedef başarılı şekilde tutturulmuştu. Ne var ki, yeni milli gelir serisi bu başarıya ağır bir darbe vurdu. 2012-15 arasında ortalama büyümenin % 6.1 olduğu görüldü. 2003-11 döneminin (% 5.7) bile üzerindedir.  

Burada, çok vahim bir durumla karşı karşıyayız. 2012-15 arasında ekonomi yönetimi büyümeyi yavaşlatıyorum demiş ve dönem verileri bunu doğrulamış. Sonra, daha gerçekçi yeni milli gelir serisi yayınlanmış. O dönemde büyümenin hızlandığı görülmüş! Politikaların iç talebi ve büyümeyi kontrol edemediğinin belgesidir. Programda çok ciddi tasarım ve uygulama hataları yapıldığının fevkalade net bir kanıtıdır.

Ekonomi yönetimi açısından özellikle nahoş bir durumdur. Ya yeni milli gelir serisi yanlış ölçüyor, büyüme daha düşüktü diyecekler; yada milli gelirin doğru ölçtüğünü, kendi politikalarının ise hatalı olduğunu kabul edecekler. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Bütçe disiplini ve enflasyon

Soru: Enflasyondaki sapmaya ne diyorsunuz?

ASA: Bu koşullarda enflasyonun hedeften sapması kaçınılmazdır. Hem TL’nin değer kaybı hem büyüme hedeften yüksek çıkıt. Kur ve büyüme planları sapınca enflasyon mecburen onlara uyar. Dikkat: Türkiye’de aylık ve yıllık enflasyonun çok dalgalanması kamuoyunu sık sık yanıltıyor. Ortalama enflasyonu izlemek daha anlamlıdır. Uzun süredir yıllık ortalama enflasyon % 8 civarında sabitlendi. Son beş yılın enflasyon ortalaması % 8.1’dir; önceki beş yılınki  % 8.3’dü; Şubat’ta yıllık ortalama enflasyon % 7.9 oldu. Özetle, enflasyon düzeyi yüksektir fakat eğiliminde fazla sorun gözükmüyor.     

Aslında esas bizi şaşırtması gereken, enflasyonun neden daha da tırmanmadığıdır. Son beş yılda (2012-16) sepet kurda artış % 70’i geçiyor; tüketici fiyatlarındaki artış ise  % 50’nin altında. Arada 25 puan fark var. 2017’nin ilk aylarını ekleyince fark yükseliyor. Ortalama enflasyonun % 8’de tutunmasını mümkün kılan nedir? Cevabı çok nettir: sıkı maliye politikası. Dönem boyunca, pek de kolay olmayan siyasi ve ekonomik konjonktüre rağmen bütçe disiplini sürmüş, bütçe açığının milli gelire oranı % 1-2 civarında, emsal ülkelerin altında seyretmiştir. Bu sayede kamu borç oranı gerilemiştir.  

Şunu hiç unutmamak gerekiyor. Bütçe açıkları olmadan enflasyonun kopup gitmesi mümkün değildir. Örneği de yoktur. Mali piyasanın gürültüsüne bakmayın; yakın geçmişte Türkiye’nin enflasyon riski yoktu. Bugün de yoktur. Maliye politikasında sert bir viraj alınmadığı sürece yarın da yoktur.

Ekonominin sorunu siyasidir

Soru: Nihayet yarına geldik galiba. Geçmişin üzerinde çok durduk. Bugünün, daha doğrusu yakın geleceğin risklerine geçebilir miyiz? Siz hangi sorunları öne çıkartırdınız?

ASA: Evet, geçmişte takılıp kaldık. Ancak geçmişi anlamadan bugünü teşhis ve yarını tahmin mümkün değildir. Ekonominin önündeki ilk risk, şu ana kadar konuştuklarınızın uzantısıdır. Ekonomi politikası tasarım ve uygulaması teknik zorluklar içeren, aynı anda koordinasyon gerektiren karmaşık bir süreçtir. Bir dizi eksiğine rağmen, geçmişte özellikle politika koordinasyonun başarılı olduğunu düşünüyorum. Yabancılar da farkına varmıştı. Türkiye’ye yüksek sermaye akımını destekledi. Son dönem için aynı şeyi söyleyemem. Ekonomi politikasında tutanın elinde kalıyor havası var. Son dönem tedbirlerine bakın. Bölük pörçük, etkisi muğlak, sonuçlarının tam hesaplanmadığı çok belli işler yapılıyor. İdari araçlarla ekonomiye mikro düzeyde doğrudan müdahalenin artması da hayra alamet değildir. Özellikle bütçeye etkilerini önümüzdeki günlerde daha iyi kestirebileceğiz.

İkincisi, hukuki mekanizmanın işleyişinde, yani yargıda, zaten var olan zafiyetlerin iyice ağırlaşmasıdır. İnsanların kafasında hukuk ve yargı sisteminin işleyişi hakkında çok ciddi tereddütler oluşmaya başladı. Modern bir ekonomi için yüksek verimlilik düzeyi, onun için ise uzun süreli sözleşmeler yapılabilmesi gerekir. Sözleşmenin garantörü tarafsız ve etkin yargı sistemidir; muhtemel anlaşmazlıkları çözer. Yargı etkin ve tarafsız çalışmayınca sistem yavaşlar, giderek ekonomi potansiyelini gerçekleştiremez hale gelir. İktisat teorisinde “mülkiyet hakları” kavramı ile ifade edilir. Uzun dönemde kişi başına gelir düzeyinin nihai belirleyicisi, “orta gelir tuzağının” temel nedenidir.  

Üçüncüsü, siyasette ve kamu yönetiminde, kural ve kurumlar yerine kişileri, liyakat yerine sadakatı ikame eden bir tarzın güçlenmesidir. İdarede olabilecek en kötü durum, beceriksizlikle keyfi yönetimin birleşmesidir. Aşırı merkezileşme, yani bütün kararların en üst düzey tarafından alınması da idarenin etkinliğini düşürür. Sorunları biriktirir. Küçük hataların büyük tehlikelere dönüşmesini kolaylaştırır. Kamu yönetimini ile mecburen yoğun ilişki içinde olan iş alemi bunu ilk hisseden kesimdir. Bir süredir şikayetleri çok arttı.  

Dördüncüsü Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerinde gözle görülen bozulmadır. Türkiye dışa açık bir ekonomidir. Doğal kaynakları kısıtlıdır. Mevcut refah düzeyine küresel piyasalarla bütünleşerek ulaşmıştır. Bu bağlamda özellikle AB ile ilişkiler hayati önemdedir. AB tek pazarı içinde yer alması, hem yerli üreticiler hem uluslararası şirketler için belki de kritik mukayeseli üstünlük alanıdır. İlişkilerin kopmasının ekonomi bedeli çok ağır olacaktır.   

Özetlersek, Türkiye ekonomisinin yakın gelecekteki sorunları döviz kuru, faiz, enflasyon, dış açık gibi mali ve ekonomik göstergeler değildir. Siyasetin normalleşmesi, siyasi istikrarı zedeleyecek maceralardan uzak durulmasıdır. Finans piyasalarının kuru gürültüsüne kanmamak gerekiyor.

Kırk satır mı? Kırk katır mı?

Soru: Normalleşme kavramı çok önemli. İç ve dış siyasi gerilimin sürmesi, hatta sertleşmesi sizce ekonomiyi bir krize götürür mü?

ASA: Kriz tanımına bağlı. 1994 yada 2001 gibi büyük bir çalkantı mı? Bence düşük ihtimal, ama olmaz demem. Sonuç siyasi sorunların makro politikaya nasıl yansıyacağıma göre değişir. Siyasi belirsizlik ekonomileri iç içe iki kanal üzerinden hırpalar. Biri reel ekonomi kanalıdır. Tüketici ve üreticilerin gelecekle ilgili güvensizlik duymalarıdır. Tüketici çabuk toparlanabilir. Ama yatırım harcamaları çok etkilenir. Büyüme hızı düşer, işsizlik hızla yükselir. Diğeri finans kanalıdır. Sermaye daima ve her yerde çok ürkektir. Belirsizlik ve gerginlik sermaye çıkışını tetikler. Kuru yukarı iter, başta reel ücret, gelirleri düşürür. Böylece ekonomi “yavaş büyüme-yüksek enflasyon” kısır döngüsüne girer. Son aylarda bu sürecin bir nevi provasını yaşadık.  

Bu noktada makro politika tepkisi devreye girer. Muhtemel senaryo, genişleyici politikaya geçilmesidir. İç talebi desteklemek için maliye politikası gevşetilir ve kredi kanalı açılır. İlk bakışta hükümetin bütçede büyük manevra alanı olduğu düşünülebilir. Türkiye’de kamu borcu oranı muadil ülkelere kıyasla çok düşüktür. Akla 2009 geliyor. Ancak, benzerlik aldatıcıdır. O zaman ekonomi-içi bir daralmaya karşı Keynesci politikaları etkin kullanmak mümkündü. Nitekim başarılı oldu.

Bu kez sorunlar ekonomi-dışıdır. Genişleyici politika dış açığı ve enflasyonu olumsuz etkileyince, mali piyasalar ters tepki verebilir. Yani kur ve faize yukarı yönlü baskı artar. Finansal istikrar tehlikeye girer. Daha açık söyleyelim. Mali piyasa onaylamadığı takdirde finansal istikrarda bozulma genişleyici politikanın büyümeye net etkisini negatife bile çevirebilir. Çok tehlikeli bir kısır döngünün tetiklenmesi riski vardır. Popülist senaryo diyelim.   

Diğer senaryo, hükümetin yükselen işsizliğin ve düşen reel gelirlerin siyasi faturasını kabul etmesidir. Mali çalkantı riski azalır ama reel ekonomi çok kötü birkaç yıl geçirir. İç pazara üretim yapan firmalar ciddi sıkıntı yaşar. İnşaat ve gayrimenkul darboğaza girer. Mutlaka bankacılığa yansır. Ne var ki, aynı anda rekabetçi kur ihracatı canlandırır. İmalat sanayi yatırımları artar. Bir süre sonra ekonomi ihracatın çektiği yeni bir büyüme modeline taşınır. Bu ödünleşme iyi bilinir. Kısa dönemde reel gelirde düşüş, uzun dönemde ihracatla büyümeye geçişi sağlar. “Düşük ücret – hızlı büyüme” modeli diyelim. 

Senaryolar arttırılabilir; sonuç değişmez, Türkiye’nin siyasi ortamında kalıcı bir bozulma hükümeti “kırk satır, kırk katır” misali yakın gelecekte biri diğerinden sıkıntılı alternatiflerle karşı karşıya bırakacaktır. Böyle dönemlerde hata yapma ihtimali yükselir; bir de bakarsınız ki geçmiş krizleri aratmayan günlere gelivermişiz…

Yeni hikaye mi? Yeni model mi?

Soru: Bir süredir mali kesim iktisatçıları “yeni hikaye” ifadesini çok seslendiriyor. Yapısal reformlarla bağlantı kuruluyor. Bunu eleştirdiniz. Gene de, Türkiye’nin mali piyasaların önüne yeni bir hikaye ile çıkması mümkün olabilir mi?

ASA: Bir “yeni hikaye” lafıdır gidiyor. Ağızlara sakız oldu. Özetle söylenen şudur. Büyüme modelini değiştirmeye filan gerek yoktur. Eğer dış piyasaları ikna edecek yeterli argüman bulursak, eski modeli bir süre daha sürdürebiliriz. Neydi eski model? Sıkı maliye politikası ile yüksek faiz birleşecek, içeriye sermaye akacak, böylece dış finansman bulununca dış açıkla büyüme modeli devam edecek... Yeni hikaye aslında eski modelin yeni bir isimle tekrar pazarlanmasıdır. O kadar.

Geri planda fevkalade kritik bir postüla yatıyor. Nedir o? Türkiye’nin yeterli iç tasarrufu yoktur, büyümek için mutlaka dış kaynağa ihtiyacı vardır. Yani, Türkiye’nin büyümek için mutlaka dış açık vermesi gerekmektedir. Bunun yanlış olduğunu, dış kaynak ihtiyacının yanlış makro politikalardan kaynaklandığını yukarıda anlattım. Fakat, hikayeyi bana sevimsiz kılan bir cephesi daha var. Böylece dış kaynağa ödenen yüksek faizin meşruiyeti ima ediliyor. “Efendim, bu faizi ödemek zorundayız, yoksa büyüyemeyiz” deniyor.

Ayrıca, teknik olarak da analiz yanlıştır. Eski modelin geçmiş başarısı dönem başındaki koşulların müsait olmasından kaynaklanıyordu. Özel kesimin hem borç düzeyi, hem bilançolarında döviz riski çok düşüktü. On yıllık uygulamadan sonra bugünkü tehlikeli düzeylere ulaştı. Yani Türkiye bugünkü sıkıntılı konjonktüre zaten eski modelin başarısı sayesinde girdi. Yeni hikayenin içerdiği eski model tıkandığı için Türkiye yeni model arayışına geçti.

Daha açık söyleyelim. Türkiye’yi eski modele geri taşıyacak yeni bir hikayeye ihtiyaç yoktur. Üstelik, mümkün de değildir. Bundan sonra yapılacak tek şey, ihracatın da büyümeye katkıda bulunduğu yani dış dengesizliğe izin vermeyen yeni modele geçişi tamamlamakdır.   

Teorik çerçevesi de çok zayıftır. Hikayenin yeni kısmı arz-yanlı reformlardan oluşur. Önerilen aslında Alman modelinin, daha doğrusu Yunanistan’a giydirilen deli gömleği versiyonunun muadilidir. Özetle, sanayinin rekabet gücünü arttırmak için döviz kurunu kullanma, arz-yönlü reformlarla verimliliği yükselt, reel kurun bu yoldan rekabetçi düzeye gelsin deniyor. Kemer sıkma temel çapasıdır. Kökten piyasacı yaklaşım pek sever. Literatürde “iç devalüasyon” denir. Talep kökenli makro dengesizliklerin reddi üzerine inşa edilmiştir. Daha önce değindim.

Keyneciler bu anlayışa kesinlikle karşıdır. En önemlisi, tanım gereği düzeltmenin çok daha uzun süre yüksek işsizlik oranları gerektirmesidir. Hem teori, hem dünya deneyimi çok nettir. Dış dengesizliği “iç devalüasyonla” düzeltmenin işleyişi döviz kurunu doğrudan kullanmaya kıyasda çok daha hantaldır. Daima ve her yerde böyledir. O arada reel ekonomi boş yere ağır bir bedel öder. Buna karşılık mali kesim kur hareketinin ve enflasyonun yaratacağı sorunlardan korunur. İşin özü budur.     

AKP iktidarında devlet büyüdü

Soru: Yakın gelecek için iyimser değilsiniz. Böyle bir izlenim oluşuyor. Bütçe disiplinini tasvip ettiğinizi anlıyorum. Buradan uygulanan maliye politikasını alternatifsiz gördüğünüz sonucunu çıkartabilir miyim?

ASA: Bütçe disiplininin sonuçları finansal istikrar açısından tereddütsüz çok olumludur. Maliye politikası genelinde aynı şeyi söyleyemem. AK Partinin kuruluş felsefesinde şöyle bir yaklaşım vardı. Bir: yönetimde etkinlik artacak, böylece aynı kaynakla vatandaşa daha çok hizmet götürülecekti. İki: faiz düşüşü, vergilerin indirmeye olanak tanıyacak, yani genelde devlet küçülecekti. Beğenirsin yada beğenmezsin, tutarlı bir politika tavrıdır.

Ama, uygulama böyle olmadı. Kanıtı faiz-dışı kamu harcamalarının milli gelire oranıdır. Son onbeş yılda yaşanan rekor milli gelir büyümesine rağmen, 4 puana yakın artış gerçekleşti. Yani devlet ülke ekonomisinden daha hızlı büyüdü. Kamuda kaynak israfını vatandaş da gözlüyor. En tepeden orta kademesine, kamu yöneticilerinin bir yerden diğerine gidişini düşünün. Araçlar, uçaklar, helikopterler, korumalar, şoförler… İnanılmaz bir masraf ve israf. Bunların hizmet kalitesi ile ne alakası var! Devlet “kendi sütünü kendi içen ineğe” benzemeye başladı. Arif olan anlar.

Altyapı yatırımları çok vurgulanıyor. Bazılarının fayda-maliyet hesaplarında büyük hatalar yapıldığı bugün çok aşikar. Ekonomi zor iştir; “ben yaptım oldu” mantığı çalışmaz. Gerçekler duvar gibi karşınıza dikilir. Üzerinden araç geçmeyen köprülere bakar, karalar bağlarsınız.

Bence bugünkü konjonktürde akıllı bir maliye politikası kamu harcamalarını kısıp aynı anda vergilerde indirime gitmek olurdu. Bir taşla iki kuş vurmaktır. Kurdaki artışın enflasyona etkisi azaltılır. Bütçe dengesi değişmez. İkisi de finansal istikrara katkı yapar. Bu yönde en küçük bir arayış yada çaba görmüyorum. Olsa olsa tersi eğilim güçleniyor. Sorun derine gidiyor. Siyasetçi için harcama artışı vergi indirimine göre daha caziptir. Harcama hizmettir, sonucu elle tutulur, gözle görülür. Seçmene doğrudan ulaşma imkanı sağlar. Vergi indirimi öyle değildir, soyut kalır. Diğer ülkelerde de böyledir.

AK Partinin kritik yol ayrımı

Soru: Doğru anladıysam, AKP’nin geçmişte uyguladığı politikaları terk ettiğini, başka yöne doğru yol aldığını iddia ediyorsunuz. Çok önemli bir konu; biraz daha açabilir miyiz?

ASA: Doğrudur. Özellikle son bir birkaç yılda net bir ayrışma görüyorum. Sadece ekonomik değil; siyaset için daha da fazla geçerli. AKP, muhafazakar bir kadro hareketi özelliğini hızla kaybediyor. Popülist bir karizmatik lider partisine dönüşüyor. Bu savrulma giderek hızlanıyor. Bu açıdan, önümüzdeki birkaç yıl bana kritik geliyor.

Nedir AKP’yi başarıya taşıyan çerçevenin temel eksenleri? Konumuz bağlamında en önde muhafazakar maliye politikası, yani bütçe disiplini geliyor. Yeterince konuştuk zaten. İkinci eksen, piyasa-dostu zihniyettir. Kritik alt kalemi dünya ekonomisi ile entegrasyondur. AB’ye tam üyelikte somutlaştı. Özelleştirmeleri de ekleyebiliriz. Üçüncüsü, altyapı yatırımlarına verilen önemdir. Projecilik, sağ siyasetin “kalkınmacı devlet” anlayışının simgesidir. Menderes, Demirel ve Özal’ın devamıdır. Son eksen, sosyal dayanışmaya verilen önemdir. Gelir dağılımına müdahale anlayışı bize Avrupalı hristiyan demokrat partileri anımsatıyor. AKP’de bu damar geçmiş sağ iktidarlara kıyasla daha güçlü duruyor.

Popülizm özellikle ilk ikisinin terkedilmesidir. Bütçede popülizme yönelişi söyledik. Diğeri daha da tehlikeli olabilir. Son dönemde iktidarın bilerek toplumda varolan yabancı düşmanlığını gıdıkladığı, teşvik ettiği açıktır. Şimdilik siyasi söylemle sınırlı kalıyor. Ancak hızla ekonomiye yansıma riski taşıyor. AB ile yaşanan gerilimin Türkiye’nin AB tek pazarını terk etmesi ile sonuçlanmasının ekonomik bedeli tahminlerin çok üzerindedir. İktidar çevrelerinde buna gaz verilmesini korku ile izliyorum. Referandumla ilgili bir siyasi hesap olabilir. Gene de, son derecek yanlış ve tehlikelidir. Türkiye’yi büyük bir maceraya sürüklemektir.

Bunlar belki çok seslendirilmiyor ama vatandaş bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyor. “Döviz hesapları TL’ye çevrilecekmiş” rivayeti sürekli dolaşıyor. Gençlerin yurtdışına kapağı atma çabasına birinci elden şahidim. Başka ülkelere pasaport müracaatlarındaki artış medyaya yansıdı. Liste uzun, hepsini saymak istemiyorum.  

Dolayısı ile, anayasa referandumu sonrasında, AKP kritik bir yol ayrımına geliyor. Bir seçenek, fabrika ayarlarına, yani yukarıda tanımladığım muhafazakar zihniyet ve tarza geri dönülmesidir. Diğeri, popülizm dozunun giderek artmasıdır. Türkiye’nin ekonomik ve siyasi geleceği açısından hayati önemde bir karar olduğu kesindir. Geri dönülmez noktaya gelindi mi? Bilmiyorum. Bekleyelim, görelim.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN