Görüşler

Levent Baştürk yazdı: Tel Aviv’e karşı ceza mahkemesi

Levent Baştürk yazdı: Tel Aviv’e karşı ceza mahkemesi

ABD’nin Kudüs kararına ilişkin değerlendirmede bulunan uluslararası ilişkiler uzmanı Levent Baştürk “Filistin, İsrailli yöneticilerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için başvuru konusunda çekimser tavra son vermeli” diyor.

6Aralık’ta ABD Başkanı Donald Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıdığını açıkladı ve Tel Aviv’deki ABD büyükelçilik binasını Kudüs’e taşıyacaklarını da belirtti. Böylece Trump seçim kampanyasının en mühim vaatlerlerinden birisini uygulamaya koydu. Bu kararla Trump oy tabanını oluşturan en mühim kesimlerden biri olan Hıristiyan Siyonistler olarak da adlandırılan Hıristiyan Evanjelistleri memnun etmiş oluyordu. Özellikle de bu kararın bu yıl içinde alınmasının Hıristiyan Evanjelistlerin teolojik tarih yorumu açısından da özel bir önemi vardı. Ayrıca Trump en güçlü lobilerden biri olan İsrail lobisine ve bu lobiye destek veren zengin sponsorlara karşı vaadini yerine getirmiş olacaktı. Bu kararda pro-İsrail ve Siyonist eğilimleriyle bilinen aralarında damadının da olduğu yakın çalışma ve dış politika ekibinin etkisi ve telkini bulunmaktaydı. Hakkında özel yetkili savcının yürüttüğü bir soruşturma nedeniyle sıkıntıda olması da tanıma girişimini tetikleyen faktörlerden biri oldu. Trump tanıma kararıyla kendisinin iç siyaset açısından pozisyonunu kuvvetlendiren bir adım atmış oluyordu. Aynı zamanda bunu hem yaklaşan Kongre seçimleri hem de 2020 için bir yatırım olarak gördü.

Trump, bu kararıyla Amerikan yönetimlerinin 70 yıldır izlediği Kudüs’e dair nispeten çekingen tutumu netleştirmiş oldu. Kudüs şehrinin statüsü, şehrin tarihî ve dinî önemi dolayısıyla nihaî görüşme konuları arasında en hassas ve en mühim olanıydı. Kudüs’ün tek taraflı olarak başkent ilan edilmesi Filistinlilerin Doğu Kudüs’ün başkenti olduğu bir bağımsız devlet umutlarını ve taleplerini de öldürmüş oldu.  Ayrıca uluslararası hukuk hiçe sayılarak alınan bu karar, tüm dünyanın kanaatini elinin tersiyle iten ve uluslararası konsensüsü çiğneyen bir diplomatik fiyasko olarak da tarihe geçti. Trump yönetimi adil olmayan ve tek taraflı bir tasarrufta bulunarak, yalnız kalma pahasına Kudüs’ün İsrail’e ait olduğunu ilan etmiş oldu.

Filistinlilerin topraksızlaştırılması sürecinin kapısını tek taraflı olarak Büyük Britanya hükümetince 1917’de ilan edilen Balfour Deklerasyonu açmıştı. 100 yıl sonra başka bir süper gücün tek taraflı tasarrufu olarak tanıma kararı, adeta Filistinlilerin topraksızlaştırılması sürecinin son safhasını ilan etmiş oldu.

Tanıma kararı Kongre tarafından 1995’te kabul edilen Kudüs Büyükelçilik Kanunu’na dayanıyor. 22 yıldır Amerikan yönetimleri, büyükelçiliğin Kudüs’e taşınmasını ulusal güvenlik gerekçesiyle altı ayda bir erteleme hakkını kullanarak bugüne kadar geciktirdiler. Bu kanunda İsrail’in egemenliği altında görülen “Kudüs’ün bölünemezliğine” dair yapılmış açık bir referans var. Başkan Trump’ın yaptığı açıklama ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaktan ibaret. Ancak Trump Büyükelçilik Kanunu’na atıfta bulunmasına rağmen, açıklamasında “Kudüs’ün bölünemezliği” ifadesini hiç kullanmadı. Bir başka deyişle, Trump İsrail’in Doğu Kudüs’teki hakimiyetini tanıyıp tanımadığı hususuna bir açıklık kazandırmadı. Filistinlilerin Doğu Kudüs üzerindeki hakları hususuna da değinmedi. Bu muğlaklığın arkasında Filistin tarafının müzakere masasında oturmasını sağlamak yatıyor.

17-12/12/screenshot_1.png

Eğer Kudüs’ün başkent olarak tanınmasında Trump’ın çıkış noktası atıfta bulunduğu bütün Kudüs belediye sınırlarına vurgu yapan 1995 Kudüs Büyükelçilik Kanunu’ysa, burada hem uluslararası konsensüse hem de uluslararası hukuka aykırı bir manzara karşımıza çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2334 Sayılı Kararı’na göre, tanımanın ardından eğer ABD, Doğu Kudüs’e İsrail toprağı muamelesi yapmaya başlarsa uluslararası hukuku ihlal etmiş olacaktır.

Sahip olduğu muğlaklığa rağmen ABD’nin tanıma kararı dünyanın her yerinde İsrail’in bütün Kudüs üzerinde egemenliğini tanınması olarak yorumlanmıştır. Bu kararla Birleşmiş Milletler (BM) tarafından zor kullanılarak toprak kazanımı olarak kabul edilen bir durum, ABD tarafından meşrulaştırılmış oldu. Filistinliler açısından da durum şudur: ABD, Doğu Kudüs’ün gasp edilmesini onaylamış ve İsrail’in diğer işgal altındaki toprakları ilhak etmesine meşruiyet kazandırmıştır.

Bu gelişme karşısında Filistin yönetimi, ABD ve İsrail’e karşı herhangi bir girişimde bulunmak için imkanlarını oldukça kısıtlı görmektedir. Bu kısıtlılık birkaç sebepten kaynaklanmaktadır. Birincisi, Filistin sorununun bölgesel ve küresel konjonktürde eski önemini yitirmiş olmasından dolayı Filistin yönetimi karşılaşacağı reaksiyonun boyutundan endişe duymaktadır. İkincisi, Arap dünyasından beklediğini bulamayacağı kanısındadır. Körfez ülkelerinin, İsrail’le yakınlaşma bağlamında Filistin yönetimine Trump’ın barış planını dayatmak istediğine dair kuvvetli bilgiler vardır. Üçüncü olarak da, Filistin yönetiminin devlet olma “illüzyonu” üzerinde durabiliriz. Bu illüzyon, Oslo Antlaşması sonucunda ulusal kurtuluş mücadelesini terk eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin yönetimi adı altında adeta İsrail işgal düzeninin işbirlikçisi bir güvenlik aparatına dönüştürdü. Tanıma sonrası yeni durum Filistin yönetiminin kendini farklı bir zihin formatına sokmasını gerekiyor.

Bu yeni durumda, Filistin tarafı artık ABD’yi bir arabulucu olarak görmekten vazgeçecektir. Oslo Antlaşması’nın çizdiği çerçeve üzerine oturmuş bir müzakere anlayışını terk etmek ve hatta İsrail’i tanımayı geri almak da seçenekler arasındadır. İsrailli yöneticilerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için başvuru konusunda artık çekimser tavra da bir son vermek gerekmektedir. İsrail’e ve onunla işbirliği nedeniyle uluslararası hukuku ihlal etmiş entitelere karşı boykot-tecrit-yaptırım uygulanması yolundaki uluslararası aktivitelerle koordinasyon içinde olmak da yararlı olacaktır. Ayrıca Trump’ın tanıma kararına kesin bir tavırla karşı çıkmış AB, Rusya, Türkiye ve diğer ülkelerle birlikte yeni uluslararası çözüm arayışının çerçevesini oluşturmak için yoğun bir çalışma içine girilmesi de zaruridir.

  Bugün varılan noktada ABD yönetimiyle özel dostluklar kuran bölge ülkelerine ve Trump’ın şahsına ölçüsüz muhabbet duyan hükümetlere de değinmek gerekmektedir.  Özelde Trump’la kader birliği yapan (ve yapma arayışında olan) Arap (ve Arap olmayan İslam) ülkelerinin bu tanımaya giden bir katalizör durumunda olduklarını belirtmek gerekir. İsrail’in bitmeyen toprak gaspı ve her türlü insan hakları ihlalleri bu zamana kadar hak ettiği tepkiyi görmemiştir. Aynı zamanda ABD’nin stratejik ortağı olan bu ülkeler ne bireysel olarak ne de birlikte ABD’nin İsrail’e yönelik neredeyse tamamen koşulsuz ilişkisini hiç bir zaman ciddi bir biçimde gündeme getirmemişlerdir. Bizzat bölgenin içinden destek veya David Hearst’ın da yerinde vurguladığı gibi özellikle Trump’ın gölgesi altında oluşturulmuş büyük jeopolitik ihtirasların sahibi Arap otokratları ekseni, Trump’ı tanıma kararını almaya iten en mühim faktör oldu. Yeni nesil otokratlar Benjamin Netanyahu’da iyi bir müttefik, Trump’ın damadı Jared Kushner’de ise mükemmel bir muhatap buldular.  Körfez ülkeleri ve Mısır kendilerinin daha “hayatî çıkarları”nı Filistin için feda etmeyeceklerinin işaretlerini uzun zamandır vermekteler. Onlar için bölgede İran etkisinin kontrol altında tutulması ve Müslüman Kardeşler üzerindeki baskının artırılması ve etrafındaki çemberin sürekli daraltılması daha büyük bir öncelik halini almış durumda.

Tanıma kararını yorumlayan yazılarda ve eleştiren devlet adamlarının değerlendirmelerinde Arap Sokağının tepkisi ve bunun istikrarsızlaştırıcı etkisi üzerinde durulduğu dikkati çekiyor. Burada gözden kaçan, son yedi yıl içinde bölgede zaten istikrarın olmadığıdır. Ayrıca Arap sokağı, Yemen, Libya ve Suriye’de iç savaşla ve Mısır’da son derece baskıcı bir darbe rejimiyle sonuçlanmış “Arap Baharı”nın yorgunu durumunda. Filistin’de bile tanıma kararının ardından protesto gösterileri başlamış olmasına rağmen, bu çıkış yeni bir “intifadaya” dönüşmeyebilir.

Bölgenin içinde bulunduğu konjonktür, Arap halklarını artık sokakta hak talep etmeye motive etmekten çok uzak görünüyor. Lakin şunu söylemek pek yanlış olmayacaktır: Gerek bölgenin kendine özgü şartları gerekse Filistin sorununa yönelik yaşanan hayal kırıklıkları radikalleşme eğilimlerini güçlendirecektir. Dolayısıyla, Mısır’da 3 Temmuz 2013’ten beri örneklerine artan hızda tanık olduğumuz şiddet eylemlerinin yaygınlık kazandığını görebiliriz.

Burada iki ülkenin özel konumuna değinmekte fayda var. Batı’ya, dolayısıyla ABD’ye en yakın Arap ülkelerinden biri olarak bilinmesine rağmen Ürdün, Filistin Sorunu’na ilişkin hassas coğrafî ve demografik konumu dolayısıyla kritik bir tepki göstermiştir. Demografik yapısı ve coğrafî konumu dolayısıyla Filistin’deki her krizden en önce etkilenmekte olan bir ülke olması Ürdün’ü aktif bir tutum almaya itmiştir. Bu bağlamda Ürdün, ABD yerine iyi ilişkiler içinde olduğu AB’yi sorunda daha aktif bir tutum almaya çekmek suretiyle yapıcı bir rol oynama potansiyeli taşımaktadır.

Filistin sorununa ilişkin tavırlarıyla zaman zaman sert çıkışlar yapan Türkiye de kritik bir rol üstlenebilir. Türkiye’nin İsrail’le normalleşme süreci içinde Filistin’e olan ilgisinde fark edilir bir düşüş olmasına rağmen bu tamamen sırt dönmeye dönüşmemiştir. Tanıma kararında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gerekirse İsrail’le diplomatik ilişkileri sona erdireceği tehdidinde bulunması, İsrail’e karşı bütün dünya ölçüsünde gösterilen en sert tepkilerden biri olmuştur. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı’nı (İİT) olağanüstü toplantıya çağırması yerinde bir girişimdir. Bu zamana kadar uluslararası alanda hiçbir önemli sonuç doğuran karara imza atamamış olmasına rağmen İİT toplantısından çıkacak güçlü bir karar, AB’nin ABD’nin tanıma kararına göstermiş olduğu kritik tepkiyi Filistin konusunda yeni bir arayışa sevk edebilir. Filistin sorununun zayıf bir ihtimal olmakla beraber geniş ölçekli bir krize dönüşmesi halinde bunun her türlü olumsuz sonucunun kendisini de etkileyeceğinin farkında olan bir AB, Trump yönetiminin bölgedeki yıkıcı etkisini dengelemede yeni süreçte bir partner olarak görülebilir.

Ancak burada kritik mesele AB’nin soruna ilişkin ne derece bir kritik eylemde bulunup bulunmayacağı. Mesela yerleşimlerden olan ithâlâta yasak konması ve işgal altındaki bölgelerde faaliyet gösteren İsrailli şirketlerle ticari ilişkilerin kısıtlanmasına yanaşıp yanaşmayacağı gibi sorunlar büyük önem taşımaktadır. Yine AB araştırma fonlarından yerleşimlerdeki merkezlerin ve eğitim kurumlarının da yararlandıkları bilinmektedir. Fransız Cumhurbaşkanı Macron, seçimlerde İsrail hakkında eleştirel fikirlere sahip partisinin aday adaylarını listelere koymamıştır. AB’nin tanıma bağlamındaki hukukî kriterler konusunda gösterdiği hassasiyet, maalesef başka hususlarda göz ardı edilebilmektedir. İsrail’in çözümsüzlüğe odaklanmış siyasetinin bu tutarsız icraatlardan beslendiği de bir gerçektir. AB’nin tanıma kararına karşı almış olduğu yapıcı tavrın devamının gelmesinde Müslüman ülkelerin koordineli hareket etmelerinin de etkisi ve payı olacaktır.

Ayrıca bu zamana kadar İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerini uluslararası mahkemelere götürme konusunda çekimser davranan Filistin yönetimi ve destekçilerinin bu konuda kararlı bir tutum benimsemeleri zaruri bir hal almıştır. Bu arada işgal edilmiş topraklarda faaliyet sürdüren İsrailli ve diğer şirketlerin boykotu yönünde daha yoğun bir faaliyet söz konusu olacaktır. Her ne kadar Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri son zamanlarda İsrail ile yakınlaşma içine girmişlerse de, Arap dünyasının genelinde müzakerelerin ilerlemesi halinde ortaya çıkması muhtemel bir normalleşme zemini tanıma kararından sonra daha da zorlaşmıştır. Hatta Mısır ve Suudi Arabistan bile ilk etapta ABD ve İsrail’in umduğundan sert tepkiler vermiş ve ikincisi tanıma kararının geri alınmasını talep etmiştir.

Bu zamana kadar müzakerelerden genellikle sonuç alınamaması iki devletli çözüm arayışına uluslararası kamuoyu nezdinde güveni azaltmış ve eşit vatandaşlığa dayalı tek devletli çözümü daha fazla konuşulur hale getirmiştir. Ancak uluslararası toplumun büyük ölçüde iki devletli çözümün tek alternatif olmasına dayalı tutumu hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Öte yandan uluslararası toplumun tepkilerinin zayıf kalması, Arap sokağında alışılagelmiş hükümetlerini endişeye sevk edebilecek bir tepkinin gelmemesi ve Filistin’deki gösterilerin beklenen yeni bir intifadayı doğurmaması durumunda uzlaşma karşıtı olan İsrail sağı daha fazla Batı Şeria toprağını gasp etmek için çabalarını daha da yoğunlaştıracaktır.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir