Görüşler

1968 sonrası ve totaliterliğin eleştirisi

1968 sonrası ve totaliterliğin eleştirisi

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Kamplar, Gulaglar sadece tarihsel değil aynı zamanda güncel gerçekler. Çin’în Doğu Türkistan’da inşa ettiği işkence kampları söz konusu güncelliğin en açık kanıtı” diyor.

1968’in politik iklimi olayların üzerinden henüz on yıl geçmeden köklü biçimde değişmişti. 1970’lerin ortasına gelindiğinde coşku ve heyecan da buharlaşmıştı. Bu dönemin, özellikle Fransa’nın entelektüel dünyasında bir kriz dönemi olduğu ileri sürülmüştür.

Perry Anderson’ın sözleriyle “bir zamanlar Avrupa solunun başkentti olan Paris reaksiyonerliğin merkezine” dönüşmüştü. Gerçekten, bir zamanlar devrimci düşünceleri ve atmosferiyle muhafazakârları ürküten Paris’in entelektüel dünyasına şimdi muhafazakâr düşünceler egemen olmuştu. Raymond Aron artık Sartre’dan daha fazla ilgi görüyor, daha çok okunuyordu. 

Değişen politik tutumlar karşısında entelektüellerin görevi de sorgulandı ve yeniden tanımlandı. Dreyfus Davası’nda adaletin ve hakikatin yanında, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde sömürgeciliğin karşısında yer alan entelektüeller şimdi çok farklı saflardaydılar. Geçmişteki bu olaylar entelektüeller için dönüm noktaları olmuştu.

Onların karşı çıkışları, meydan okumaları kamuoyunda yankı uyandırmış, karşılık bulmuştu. Bir zamanların radikal sol aydınları Mitterrand yıllarında yönetimde yer aldılar, danışmanlık görevleri üstlendiler. İktidarla içiçe geçtiler. Burada söz konusu olan Sartre’ın “angaje aydın”ın bağlılığından farklı bir ilişkiydi. 

Beri yandan 1968’de radikal sol gruplar içinde yer almış bazı eski militanlar doğrudan solu, özellikle de Marksist solu, SSCB’deki uygulamaları hedef alıyor, eleştiriyorlardı. Yeni Filozoflar olarak anılan bu genç düşünürler kitle iletişim araçlarını ustaca kullanıyorlardı. Siyasal konjonktür de buna uygundu.

1970’lerde solda en fazla seçmen desteğine sahip olan Sosyalist Parti, geçmişteki Halk Cephesi anlayışını yeniden hayata geçirerek FKP ile ittifak yapınca solun iktidar şansı ağırlık kazanmıştı. Sol ittifakın ortak programında büyük sanayi kuruluşlarını kamulaştırma hedefi de bulunuyordu.

Solun böyle bir programla iktidara gelme ihtimalinden tedirgin olan çevreler Yeni Filozoflar’a bu ortamı hazırladı. Onlar da tedirginliği iyi kullandılar, politik iklimde etkili oldular Sol karşısındaki polemikçi üsluplarıyla sağa moral vermenin ötesinde teorik açıdan da takviye ettiler. 

***

Yeni Filozoflar’ın en önemlisi (hatta belki de tek önemlisi) Andre Glucksmann sol eğilimli bir Yahudi ailesinden geliyordu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından öldürülmüş, annesi direnişe katılmıştı. Kendi de çok genç yaşta radikal sol örgütler içinde yer almış, Fransa’nın kolonyalist politikalarına karşı çıkmıştı.1968’de küçük bir Maoist grubun içinde bulunmuştu. O dönemde Sovyet Marksizminin revizyonist bir çizgi izlediğini, FKP’nin (Fransız Komünist Partisi’nin) de ona bağlı olduğunu düşünen radikal sol entelektüeller Maoizmi bir alternatif olarak görüyorlardı. 

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda direnişte oynadığı etkin ve örgütleyici rol nedeniyle FKP entelektüeller arasında büyük bir saygınlık kazanmıştı. Ancak zaman içinde SSCB’nin çekincesiz bir takipçisi olması, 1968 Prag Baharı’nda bu resmi çizgisini olanca katılığıyla sürdürmesi yeni kuşakların FKP ile aralarına mesafe koymalarına, giderek sert biçimde eleştirmelerine neden oldu.

Sovyetler Birliği ve FKP karşısında söz konusu tavır 1968’e gelindiğinde Fransa’da çok sayıda küçük Maoist grup doğurdu. Maoizm FKP’nin politikalarından hoşnut olmayan entelektüeller açısından bir çekim merkezi olmuştu. Fakat onlar da Mao’nun düşüncelerini ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi’nin) onaylamayacağı bir tarzda yorumluyorlardı.

Philippe Sollers ve Julia Kristeva’nın dâhil oldukları Tel Quel çevresi, Mayıs 1968’den bir yıl önce yaptığı Çinli Kız (La Chinoise ) filminde Maoizmi Dadaizm ile kaynaştıran Jean-Luc Godard akla gelen ilk isimler. Maoist gruplar ile FKP arasında şiddetli tartışmalar 1968’e damga vuran olaylar arasındaydı. 1980’lere gelindiğinde ise artık metropollerde Mao’nun düşüncelerinin alıcısı kalmamıştı. Peru ve Nepal gibi çevre ülkelerde, hala yeryüzünün kırları olmaya devam eden yerlerde Maoist hareketlere rastlanabiliyordu. 

***

1968’de Maoist grupların içinde yer alan bazı militanların daha sonra  sağın önde gelen sözcüleri arasında yer almalarının, ideolojik evrimlerinin böyle sonuçlanmasının bu siyasi çizginin kaçınılmaz sonucu olduğu ileri sürüldü.

Sağda konumlanmaları siyasi yelpazede nihayet ait oldukları yere vardıkları yönünde yorumlandı. Böyle bir genelleme yapmak elbette yanlış. Aksi halde, Paris Komünü’nün yanısıra Mao’nun Kültür Devrimi’ni devrimler tarihinin en önemli dönüm noktası olarak gören Alain Badiou’nun günümüzün soldaki en radikal düşünürlerinden biri olarak kalması ve öyle anılması nasıl açıklanabilir? 

***

Glucksmann da 1968’de Maoizmi Sovyet Marksizmine ve bu çizgiyi savunan FKP’ne alternatif olarak görüyordu. Henüz soldan bir muhalefetti bu; fakat çok değil, birkaç yıl içinde Marksizmle tüm bağlarını kopardı. 1977’de yayımlanan Master Thinkers’da (Usta Düşünürler’de) Marksizm’in ve sosyalizmin belirli uygulamalarını değil, baştan itibaren bütün tarihini reddediyordu.

Fransız Devrimi’nin tarihini gözden geçiren François Furet’yi izleyerek cumhuriyetçi ideolojiyi devrimci tarihinden, Jakoben gelenekten kopardı. İşte şimdi post-1968 sağın önde gelen sözcülerinden biri olmuştu. Şöyle özetlenebilir: Akademik hayatının başlangıcında Raymond Aron’un asistanı olan Glucksmann 1968’de hocasından çok farklı bir yöne girmiş, ancak daha sonra onun düşüncelerinin en sıkı savunucularından biri olmuştur. 

Glucksmann’ın diğer Yeni Filozoflardan farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. O radikal sol bir geçmişten geliyordu. 1968’i doğrudan, içtenlikle ve inanarak, yani otantik bir deneyim olarak yaşamıştı.1968 sonrasında düşüncelerinde gerçekleşen değişim bir düş kırıklığının sonucuydu ve bu açıdan söz konusu otantik deneyimin uzantısıydı. Dahası, bu eski 1968 militanı yabana atılmayacak, ciddiye alınacak bir teorik temele ve derinliğe sahipti. Kavram çantası Bernard-Henri Levy’inki gibi boş değildi. Özellikle plebi yeniden tanımlamış olması önemlidir.

Söz konusu nitelikleri alt alta yazıldığında adının çoğu kez Bernard-Henri Levy ile birlikte anılması ona yapılan haksızlık, ayrıca onun adına şanssızlıktır. Glucksmann’ın dile getirdiği eleştirilerin bir bölümünün özgün olmadığını kabul etmekle birlikte, onu sıradan bir soğuk savaş ideoloğu olarak görmenin haksızlık olduğunu eklemek isterim.

Ortodoks sola hiç sempati duymayan Foucault, Glucksmann’ın önemli bir düşünür olduğuna dikkat çekmişti. Ranciére onu hayli eleştirmiş olsa da bu eleştiriler bile onun düşüncelerini ciddiye aldığını gösterir.  

Aleksandr Soljenitsin’in Gulag Takımadaları 1974 yılında, tam da 1968 radikalizminin terk edilmeye başlandığı dönemde yayımlandı. Kitapta çalışma kampları Gulaglar’da yaşadıklarını anlatıyordu. Beklendiği üzere FKP’den sert bir tepki geldi. Bu kitabın yumuşama (détente) politikalarını etkisiz kılmak isteyenlerin yürüttüğü kampanyanın bir parçası, yazarının da sosyalizm düşmanı bir gerici olduğu ileri sürüldü.  

***

Sovyetler Birliği’nde 1937’de ilk beş yıllık planın görünür başarısızlığının ardından “büyük terör” yılı başlamış, on binlerce köylü, işçi ve rejim muhalifi çalışma kamplarına gönderilmişti. Aynı yıl Naziler Almanya sınırları içinde inşa edilen ilk ve en büyük toplama kampı olan Buckenwald’ı açtılar. Özellikle Kristal Gece’yi izleyen günlerde binlerce Yahudi kampa getirildi, onları Romanlar izledi. Savaş yıllarında Alman asker kaçakları, esirler de kapatıldılar.

Buckenwald zorla çalıştırmanın, kitlesel imhaların yanısıra kampta tutulanlar üzerinde yapılan tıbbi deneylerle de biliniyor. Kamptaki tutsaklar 1945’de Amerikan birlikleri tarafından kurtarıldılar. O tarihten sonra Sovyetler buraya Nazi savaş esirlerini kapattı. Ama bir süre sonra Stalin bu eski Nazi kampına rejim muhaliflerini de doldurdu. Bir başka anlatımla,  Stalin kendi kamplarını kurmakla kalmadı, Nazilerin terk etmek zorunda kaldıklarını da kullandı. Görüldüğü üzere, kamplar değişik totaliterliklerin ortak mekânlarıdır.  

Yirminci yüzyıl Avrupa’sında ölüm kamplarının dehşetini yaşamış olan, savaş yıllarında Nazilerce Buchenwald’da bir müddet esir tutulan İspanyol yazar ve direnişçi Jorge Semprun bu ortaklıktan yola çıkarak “totaliterliklerin derin özdeşliği”nden söz eder. Glucksmann bu “derin özdeşliği” göstemeye çalıştı. 

Kamplar, Gulaglar sadece tarihsel değil, aynı zamanda güncel gerçekler. Çin’în Doğu Türkistan’da inşa ettiği işkence ve beyin yıkıma kampları söz konusu güncelliğin en açık kanıtı. Buraları zulüm ve tahakküm politikalarının, kültürel soykırımın uygulandığı mekânlar. Glucksmann bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz bu zulüm mekânlarına en yüksek sesle itiraz eden Batılı entelektüellerden biri olurdu.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir