ABD-ÇİN soğuk savaşı

Hasan Kösebalaban

Dünyada açıklanan resmi rakamlarla 1 milyondan fazla insan pandemi nedeniyle hayatını kaybetti. ABD’de ise toplam ölüm sayısı 200 bini aştı. Bu rakam, yaklaşık olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Amerikan askeri kaybının iki katı. Kötü senaryo gerçekleşir ve Ocak ayına kadar ülkede toplam Kovid-19 ölümleri 400 bini bulacak olursa, İkinci Dünya Savaşı’ndaki toplam Amerikan askeri kaybını da yakalamış olacak.

Ortada virüs dışında görünür bir düşman olmasa da, pandemi Amerika’nın paslanmış sağlık sistemini ifşa etmiş olsa da, Trump ısrarla Çin’i sorumlu tutuyor ve iki ülke arasındaki gerilimin dozajını her geçen gün artırıyor.

ABD Başkanı, geçtiğimiz Salı günü uzaktan yapılan BM Genel Kurul’undaki konuşmasında yine Çin’i hedef tahtasına koydu.

“Görünmez bir düşmana, Çin virüsüne karşı çetin bir mücadele içindeyiz. ABD’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kapsamlı seferberliği yürütüyoruz... Bütün dünyaya bu bulaşıcı hastalığı yayan Çin’den hesap sormak zorundayız.”

Çin lideri Xi Jinping ise ülkesinin bir hegemonya arayışında olmadığını, “herhangi bir ülkeyle Soğuk Savaş’a ya da sıcak çatışmaya girmeye niyeti bulunmadığını” ileri sürdü.

Bu karşılıklı duello ortamında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres artan ABD-Çin gerginliği hakkında açık uyarılarda bulunuyor:

“Çok tehlikeli bir yönde ilerliyoruz. Dünyanın en büyük iki ekonomisinin, her birinin kendi ticaret ve finans kurallarına, İnternet ve Yapay Zeka kapasitelerine sahip oldukları bir Büyük Çatlak oluşturarak dünyayı ikiye böldüğü bir geleceğin üstesinden gelemeyiz.”

Pandemi yeni Soğuk Savaş’ın asıl nedeni olmasa da, hem zeminini, hem de tetikleyici gücünü oluşturacak. Çin’in bugün bir dünya ekonomik ve siyasi gücü haline gelişi, buna paralel olarak uluslararası sistemde Amerikan hegemonyasına karşı bir tehdit oluşturacak bir etkiye sahip olması, bu karşılaşmayı kaçınılmaz hale getiriyor.

Yeni Soğuk Savaş, eskisine göre çok daha karmaşık bir niteliğe sahip olacak. Sovyetler Birliği dünya ticaret sisteminin dışında, küresel sistemden ayrışmış bir ideolojik kutuptu; Çin ise bugün bir yüksek teknoloji üretim merkezi olarak küresel ekonomik sistemin tam anlamıyla ortasında. Çin ve Amerikan ekonomileri tamamen entegre olmuş durumdalar. O nedenle siyasi irade aksini istese de serbest piyasanın kolayca Çin’den vazgeçebilmesi büyük maliyetler göz önüne alınmaksızın mümkün görünmüyor.

1990’larda, küresel sistemden dışlanmış Çin’in çok daha ciddi bir tehdit oluşturacağı, ekonomik kalkınmayla birlikte zamanla demokratikleşeceği düşüncesi yaygın bir kanaat idi. Giderek bu düşünce taraftarlarını büyük ölçüde kaybetti; Çin’in niyetleriyle ilgili şüpheci yaklaşımlar, daha fazla ön plana çıkmaya ve siyaseti de etkilemeye başladı.

Örneğin John Mearsheimer’ın Çin’in hegemonya inşa etmek isteyen bir güç olduğu iddiasını savunan, The Tragedy of Great Power Politics (Büyük Güç Siyasetinin Trajedisi) adlı kitabı, 2001 yılında ilk yayınlandığında aşırı kuşkucu bulunmuştu. Bugün ise Mearsheimer, Çin’le ilgili görüşlerine sıkça başvurulan bir isim haline geldi.

Mearsheimer, Çin’in, rakip bölgesel güçlere karşı üstünlük kurarak ve ABD’yi Asya’dan çekilmeye zorlayarak, bölgede askeri üstünlüğünü tesis edeceği görüşünde. Çin böylece, Spratly Adaları gibi enerji kaynakları çatışmalarını kendi lehine sonuçlandırabilecek, kritik deniz yollarını kontrol edebilecek, nihayet Afrika ve Orta Doğu’daki çıkar çatışmasından pay isteyebilecektir. Mearsheimer’a göre, “Asya’daki komşuları ve Amerika hiçbir şey yapmadan oturup, Çin’in güçlenmesini izlemeyecekler. Aksine bir denge koalisyonu kurarak, Çin’in etrafını kuşatacaklar.”

Bugün ABD, Japonya, Avustralya, Güneydoğu Asya ülkeleri ve Hindistan böyle bir ittifakın adımlarını atmaya başladılar. Çin ise Kuşak-Yol stratejisiyle karşı koalisyonu oluşturmaya çalışıyor.

Bütün bunların Trump’ın pandemi ve seçim atmosferinde bir günah keçisi arayışından ibaret olmadığını düşünüyorum. Çin’i kuşatma stratejisini “Asya’ya Yöneliş” adı altında uygulamaya başlayan Obama yönetimiydi. Muhtemel bir Joe Biden döneminde de aynı stratejinin devam edeceği kuvvetle muhtemel. Çin kaynakları Biden’ın bir uluslararası ittifakı harekete geçirmede, Trump’a göre çok daha etkili olacağını tahmin ediyorlar.

Yine Doğu Türkistan ve Çin’in diğer insan hakları ihlalleri konusunda açıklamalarıyla öne çıkan, annesi tarafından Hindistan kökenli olması nedeniyle Asya’ya şahsi ilgisi bulunan Kamala Harris’in Demokrat Parti’nin başkan yardımcısı adayı olarak seçilmesi, Çin’le ilişkileri etkileyecek bir faktör olarak düşünülmeli.

Yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyayı nasıl etkileyeceği; Rusya, Avrupa ve Orta Doğu ülkelerinin bu noktada nasıl bir konum alacakları soruları, yakın gelecekteki küresel siyasi tartışmaların ve çalışmaların ana başlıklarını oluşturacak.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.