Yeniden okusam neleri okurum…
Görmüşsünüzdür, Saliha Sultan bu yıl da yayınlanan kitaplarla ilgili jüriler oluşturdu, gazetenin yazarlarına sordu, güzel bir seçki ortaya çıkardı. Benim tercihim biraz anı, biraz deneme, en çok da felsefe içeren, okudukça insanı içine çeken İbrahim Kalın’ın son kitabı Heidegger’in Kulübesine Yolculuk’tan yana oldu. Çünkü sayesinde sadece Heidegger’i değil Molla Sadra’yı da daha iyi anladım.
Okumadıysanız Kalın’in kitabı mutlaka aklınızda bulunsun. Her ne kadar yeni bir yayın değilse ve bildiğimiz anlamıyla felsefeyle pek ilişkisi olmasa da Matt Haig’in Zamanı Durdurmanı Yolları da bence okunması gerekenler listenizde olsun. Orada yaşlanamayan bir adamın acıları, 1599’dan bu yana anıları, 17’nci yüzyılda kaybettiği kızını 21’inci yüzyılda bulması ve birkaç yıl önce hala genç bir adamken sevebileceği biriyle karşılaşıp mutlu olması var.
Ancak ‘Albalar’ı anlattığı Haig’in bu kitabı okuduğum diğer kitabı Gece Yarısı Kütüphanesi kadar başarılı değil. İçinde çözdüğü bir matematik problemi nedeniyle kaçırılan profesörün yerine gönderilen uzaylı ve onun bize, tüm alışkanlıklarımıza ve onların saçmalığına tuttuğu ayna, hepsinden önemlisi kurgunun sürükleyiciliği yok. Tek benzerlik iki romanının kahramanının da neredeyse ölümsüz, daha doğrusu çok uzun ömürlü olması.
Vaktiniz varsa ikisini de okuyun, yoksa Gece Yarısı Kütüphanesi’ni seçin derim. Ve benim okunmazsa olmazların arasında bulunan Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’ye zaman ayırın. Ya da hepsini bir sıraya koyun. Thomas Mann’ın Büyülü Dağı’nı, Garcia Marques’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını, İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken’ini, bir tek günden koca bir roman çıkartan James Joyce’un Ulysses’inin hiç olmazsa iyi bir özetini listenize ekleyin.
Hızlı, hafif ve içinde çok betimleme olmayan ama aklınızı yakalayıp sizi bir yerlere taşıyan bir roman isterseniz Paul Auster’in Yazı Odasında Yolculukları tam da böyle. Auster daha önce başka kitaplarında kurguladığı kahramanlarıyla yenisi Bay Boş’u bir araya getirip okuyucusunu düşsel bir yolculuğa çıkartıyor. Bizleri yarattığı kahramanların yaratıcısından bağımsız kişiliği olduğuna, bir kez dünyaya gönderildikten sonra ebediyen var olacaklarına, her okunuşta okuyucusunun zihninde canlanacaklarına inandırmaya çalışıyor.
Bana kalırsa başarılı da oluyor. Bir başka önemsediğim yazar Ali Smith ise mevsimler serisinin benim okuduğum ve sevdiğim Sonbahar romanında çoğumuzun yorulduğu şeylerden bahsediyor. Protagonistine haberlerden ve muhteşem olmayanların muhteşemmiş gibi gösterilmesinden, dehşet verici olayların basite indirgemesinden, öfkenden, acımasızlıktan, bencillikten yoruldum dedirtiyor.
Listeyi çok uzatmak istemiyorum ama Kazuo Ishiguro’nun yarı distopik eseri Klara ve Güneş ile içinizi yakacak Beni Asla Bırakma bence okunması şart olan kitaplar arasında. Amin Maalouf’un yazdıkları da öyle. Eğer hepsi çok derseniz Doğunun Limanları ve Empedokles’in Dostları’nı tercih edin derim, sonra da Tanios Kayası. Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyeti de bence unutulmaması gerekenler listesinde olmalı.
Solstad öğrencilerine İbsen anlatan 53 yaşındaki lise öğretmeni Elias Rukla’nın boğuntusu üstünden bizi önce Oslo’da gezintiye çıkartıyor, sonra da hayatının akışını, eski arkadaşını, sevgilisini, yaptığı fedakarlığın niteliğini anlatıyor. Hepsinin ötesinde de gündeliğin sıradanlığından, hayatın magazinleşmesinden, algının sığlaşmasından yakınıyor.
Eğer hala okumadıysanız Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve tabii ki Huzur’u, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası, Hasan Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu listenize dahil edilmesi gerekenlerin arasında olmalı.
Selim İleri’nin Her Gece Bodrum’u, Zeynep Göğüş’ün Yok Çünkü Telafisi ve Şebnem Burcuoğlu’nun Süreyya Kuaför Salonu da benim favorilerim arasında. Son yıllarda okuduğum ve sevdiğim bir başka roman Şükran Yiğit’in Ankara, Mon Amour’u oldu. Kitabın güçlü karakteri Suna’yı tanımaktan, Ankara’yı onun eşliğinde dolaşmaktan, metaforlarını dinlemekten mutlu oldum.
Şimdi masamın üstünde okunmayı bekleyen 2025 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Laszlo Krasznahorkai’nin yıllar önce Can Yayınları tarafından basılmış fakat benim gözümden kaçmış Savaş ve Savaş’ı var. Müge bitirir bitirmez de Elif Şafak’ın son romanını okumaya başlayacağım. İskender Pala’nın Surnâme’si, Nermin Bezmen’in Sır’ı da pek çok başka kitap gibi tam karşımda bana hala neden okunmadığını soruyor.
Oysa final sınavları, Polat Şafi’nin MİT’i anlattığına benzer meslek kitapları, makaleler, tarih ve edebiyat dergileri, telefonların ve tabletlerin artık ayrılmaz parçaları olan gazete, dergi abonelikleri, Everand’lar, Blinkist’ler, Storytel’ler, trafik yoldaşı haber podcastleri, Netflix’ler ve daha neler neler romanlarla yarışıyor. Çoğunlukla onlar kazansa da gündelikten kaçmamı sağlayan kurgulara bir şekilde zaman kalıyor.
Gündemden sıkıldıysanız, hayat boğucu gelmeye başladıysa bu uzatılmış yılbaşı tatilinde siz de elinize bir roman alın, yanına bir de müzik açın beğendiğiniz bir yazarın kurgusunda farklı bir yolculuğa çıkın. Yukarıdakiler benim tercihlerim ama eminim daha iyileri de vardır. Benimkilerden birini seçerseniz tavsiyem klasikle cazın kesiştiği bir müzik türünü, mesela bir Chopin yorumunu dinlemeniz…
