Görüşler

2’nci yüzyılında cumhuriyetimiz kimsesizlerin kimsesi mi?

2’nci yüzyılında cumhuriyetimiz kimsesizlerin kimsesi mi?

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk "2'nci yüzyılımıza girerken bizlerin travmaya duyarlı kurumlar ve liderlere ihtiyacı var" diyor.

Çocukken sıkça radyodan duyduğumuz Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla kutluyoruz anonsları hala kulağımda çınlamakta. Bu coşku durumu ne yazık ki artık yaşanmamakta. Cumhuriyet Bayramı arifesindeki son Cuma hutbesinde 29 Ekim’den bahsedilirken Atatürk’ün yad edilmemesi çoğunluğu seküler olmak üzere halkın ciddi bir kesiminde rahatsızlığa neden olmakta. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarındaki kayıtsızlık ve hazırsızlık ayrıca ikonik bir tepkinin de vesilesi olmakta. Bu ikonik tepki 1940’ların Avrupa’sını hatırlatır içinde başörtü dahil hiçbir toplumsal muhafazakâr figürün bulunmadığı semboller ve marş niteliğinde beste video gösterimleri şeklinde cereyan etmekte. Adeta Gazze’nin yası mı Cumhuriyetin coşkusu mu ikilemi üzerinden kolektif bir bilinçaltı hesaplaşmasına toplumu zorlanmakta. Bu durum adeta aynı camide farklı kıblelere ibadet eden farklı gruplar resmini de bizlere yansıtmakta. Bu da sanki toplumdaki psikolojik bölünmüşlüğün bir veçhesini Cumhuriyet’in 2. Yüzyılına girerken açığa çıkarmakta.

Geçenlerde “Post Emperyal Travmamız” hakkında bir yazı yazmıştım.1 Yazımda kaybettiğimiz 600 yıllık ihtişamlı imparatorluğun yasını ertelememizin veya doğru tutmamamızın bugünkü sonuçlarından-bedellerinden bahsetmiştim. Yazımı okuyan Bahriyeli emekli bir Albay arkadaşım hemen bana ilettiği yorumunda “biz Osmanlı imparatorluğunu inkâr etmiyoruz ki ancak yeni bir devlet kurduk yasını neden tutacakmışız ki” diyordu. Belli ki dostum yas tutmak denilince acı bir kaybın anılarının tazelenmesini anlamaktaydı.

Aslında yas tutmak sadece kaybı değil olumlu-olumsuz tüm yaşam geçmişinin ardından sadece yeni duruma uyum sağlayabilmektir. Ne yazık ki sıkça Yas sürecinin inkâr ve öfke aşamasında kaldık. Bu manada başlangıçta yeni bir sivil din2 yeni bir tarih üretimi zorlandı. Geçmişi güvenle kopartabilmek için. Bu sivil din anlayışının başarılı olması beklenemezdi. Belki de Osmanlının temkinli modernleşmesinden esinlenmeliydi. Bugün hala faiz veya halifelik tartışmaları yapılmakta. Bunların ekonomik ve siyasal maliyetleri ile yüzleşilmekte. Bu durum inkara tepki ve bir kesimdeki tarihsel gerilemenin bizlere ayrı bir göstergesidir. Toplumsal bölünmemizin veya Cumhuriyetin mirasına sahiplenme tartışmalarının arkasında bu yeni duruma uyum sağlayamamak yatmakta. Yas tutma birey için ne kadar gerekliyse bir grup veya bir millet için de o kadar gereklilik arz etmekte. Kendiliğini güvende hissedebilmenin de bir parçası. Belki de ülkede devamlılık içinde artık Osmanlının bittiğinin sağlıklı bir şekilde sindirmenin bir yolu.

Cumhuriyetimizin ilk yüzyılını, İlber Ortaylı’nın Osmanlıya ilişkin kitabının başlığı “İmparatorluğun en uzun (son) yüzyılı” gibi oldukça uzun geçtiğini söyleyebiliriz. İmparatorluğun enkazından kalan yegâne mihraptan bu kadar zor şartlarda bir devleti çıkartabilen öncelikle M. Kemal Atatürk olmak üzere değerli arkadaşlarını buradan minnet ve şükran hislerimizle içten yad etmeliyiz.

Cumhuriyetin bize kazanımlarını değerlendirirken süreci doğal olarak Osmanlı’nın Tanzimat ile başlayan reformlarının katkısı olan Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye ve Darülfünun gibi kurumlardan bağımsız düşünmek haksızlık olacaktır. İmparatorluktan devreden temkinli modernleşmeyi Cumhuriyetimizin radikal bir sürece dönüştürdüğü de söyleyebiliriz.

Taha Akyol “Neden 29 Ekim” kitabında3 Atatürk 29 Ekim akşam Cumhuriyetin ilanına karar verirken Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Refet Bele gibi fikir ayrılığına düştüğü savaşı kazanan 5 büyük komutandan kendi hariç 4’ünü elimine ediyordu tespitini yapmakta. Atatürk bir yönetim krizini sonlandırmak için bu tasfiyeleri yapmıştı. Ancak bu tasfiyelerin bir bedeli olacaktı. Bu bedel de o dönemden bugünlere toplumsal bir tepki olarak dolaylı olarak Merkez Sağ, açık olarak da olarak da radikal Sağ olarak siyasi hayatımıza yansıyacaktı.

Her şeye rağmen Amerikalıların da ayrı etnisitelerden sentezledikleri “One nation-tek millet” dedikleri bir üst Çadır bilincini, İmparatorluk bakiyesi olarak hepimizin hissedebilmesi Cumhuriyetin başarısıdır. Cumhuriyet kurulurken hedeflenen uluslaşma tamamen bu ortak aidiyetin güçlenmesi üzerineydi. Kurucu unsur ideolojik ve saha deneyimi olarak İttihat ve Terakki’nin kadrolarından oluşuyordu. Ancak Atatürk’ün liderliği ve öngörüsü İttihatçıların bazı kötü miraslarını da elimine etmişti. Ortak kimlik genetik olmayan seküler Türklük oldu. Her ne kadar sâri yıllarda “Andımız” gibi Musollini İtalya’sı döneminden de alınan bazı uygulamalar sorun yarattıysa da bu kimlik makul bir zeminde benimsendi. Bu üst kimliğin Kürt vatandaşların bireysel demokratik ve Anayasal hakları talepleri doğrultusunda ne kadar benimseyebileceği ise hep iki taraflı tartışmaların konusu oldu.

Bugün artık başta Atatürk ve bu toprakları bölünmez bir bütün olarak korumaya çalışan mefkure sahibi yöneticilerimize layık olmanın yolu, 2. Yüzyıl eşiğinde karşılaştığımız sorunlarla yüzleşip kalıcı çözümler üretmekten geçmekte. Bu sorunları hatırlatmak gerekirse;

  • Toplumsal kutuplaşma ve ötekinin acısını görememe,
  • Bölgesel nitelikli Kürt sorunu,
  • Devletin derin refleksif zihniyetinin dönüşememesi ve kendini devlet gibi gören aktörlerin sıkça siyasete dolaylı müdahalesi.
  • Görgü modernleşmesinin akamete uğraması sonucu zengin ve yönetici elit dahil köylü bakışından kurtulamama diye sıralayabiliriz.

Cumhuriyetin II. Yüzyılında, ülkemize de bölgesel etkileri olan Kürt sorununu konuşmamak oldukça anlamsız olacaktır. Bu sorun imparatorluğun dağılmasıyla coğrafyanın bize mirası olan bir konu. Bu sorunun anlaşılmamasındaki temel dinamik Türk üst kimliği altında toplanmayı içselleştiren ve adanmışlığı olan dedeleri Anadolu’ya sığınmış Balkan ve Kafkas kökenli devlet bürokrasisinin bazı ön kabullerinden kaynaklanmaktadır. Bu da Anadolu topraklarının bir kısmı binlerce yıldır kadim ortak vatanı olan Kürt vatandaşlarımızın sorunlarını kendi dış göç travmalarının geçmişiyle bugün için onları kodlaması gibi durmaktadır. Bu meseleyi görmeme ayrıca Türk sağcı ve ulusalcılarının hala yas tutmanın inkâr ve öfke aşamasında olduklarının da ayrı bir göstergesidir.

Kutsal kitapların anlaşılmasında tarihsellik nasıl önem arz ederse kişiler ve kurumların da zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi anlaşılmaları için önem arz etmekte. Bu manada tasvip etmesek de Talat paşanın tehcir trajedisi veya Atatürk’ün kuvvetler birliği uygulamaları anlaşılabilmektedir. Ancak bu saatten sonra Kürt sorununun kodlarını 1925 de bırakmanın lüksüne sahip olmamamız Cumhuriyetimizin ortak geleceği açısından bizleri sorumlu kılmakta. Gönüllü asimilasyon, kültürel entegrasyon ve sorunu yıllara öteleme bizlere çözüm olarak cazip gelse de çevre ve toplumsal gelişme dinamikleri uzun vadede bunları bu şekilde bırakmaya bizlere izin vermeyecektir.

Başta DP’nin Vatan cephesinden bugünlere uzanan İttifakların kutuplaştırma siyasetleri, tepeden inmeci darbeler ve 15 Temmuz travması ortak aidiyet bilincimizde derin psikolojik yaralara ve ayrımlara neden olmuştur. Uzun süredir birkaç seçim sonuçlarına da yansıyan bu durum toplumumuzu karpuz gibi ortadan ikiye bölündüğünün bir resmidir de.

Atatürk ve arkadaşları yıllarca İmparatorluk eliti tarafından hakir görülen yoksul Anadolu taşrası üzerinden bir modernleşme yaratmak istediler. Köy enstitüleri, Tarım kooperatifleri, öğretmen okulları ve hatta askeri liseler görgü modernleşmesi açısından bugün mumla aradığımız harika örneklerindendi.

Aslında görgü modernleşmesi kısmi başarısı eğitim ve kalkınma için önemli bir zemini de teşkil ediyordu.

Cumhuriyet devrimleri ülkeye bir özgüveni ve görgüyü kazandırmasına rağmen ne yazık ki hiçbir zaman zihni bir derinleşme ve vizyonu kazandırabilecek felsefi bir altyapıyı inşa edemedi. Bunda tabi ki Jön Türklerden Türk Ocağına kadar süre gelen felsefi değil ama devletin kurtarılması endeksli aceleci eylem modernleşme kalıplarının da mirasının etkileri vardı. II. Mahmut reformlarının radikalliğinde Atatürk’ün yaptığı devrimler acil kodundaydı bir rıza üretmeyi de içermiyordu. Aristokrasinin bir görgü ve iç güvenlik ideolojisi olarak sarıldığı bu devrimlerin önemli bir kısmını mahalle benimsemesine karşın İmparatorluğun mirasını hatırlatabilecek her türlü ritüel ve sembollerinin inkarını da mahalleli kabul edemiyordu.

Zikrettiğimiz gibi bugünlere uzanan merkez veya radikal sağ siyaset olarak da tepkisini de gösteriyordu.

Cumhuriyetin ilk yüzyılını tanımlarken bunu niteliksel ölçekte ve üç bölümde tanımlamak daha uygun olabilir. Atatürk ve İnönü’nün tek adam dönemleri ilk bölümdü. Bu dönem olağanüstü koşulların dayattığı bir dönemdi. Hatay’ın ilhakı ve II. Dünya savaşından korunarak çıkılması önemliydi. Yetenekli Anadolu gençlerine ülke ve dışında önlerinin açılması adeta “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi” söylemini teyit etmekteydi. Sanki bu durum Tanzimat- Abdülhamit dönemi yurt dışına devletin gönderdiği sonradan da muhalif olan bürokrat-aydın politikalarını anımsatıyordu. Nurettin Topçu ve Necip Fazıl gibi yeni ideolojiye muhalif aydınlar bunlardan sadece birkaçıydı.

İkinci dönem Merhum Menderes ile başlayan popüler demokrasi dönemi olarak adlandırılabilir. Tatsız darbe ve muhtıraların sıkça demokratik işleyişi kestiği bu dönemde teoride fena olmayan ancak pratikte mükemmel işlemeyen anayasalar tesis edildi. Başta Menderes ve Milliyetçi cephe dönemleri olmak üzere toplumsal kutuplaştırma odaklı siyaset tercih edildi. Ülkede uzlaşma kültürüne en uygun örnek çok da uzun süremeyen ancak oldukça başarılı CHP-MSP koalisyonuydu.

Kurucu ideoloji, demokrasiye geçişi nasıl güvenlik kaygısıyla geciktirdiyse İslamcı siyasetten de hep ürktü. Bu rezerv, bu siyasetçilere karşı başta belediyelerde ve ılımlı demokratik İslam’ı savunmaları karşılığında -Ak parti örneği- aşamayla sancılarıyla birlikte kalktı.

Bir üçüncü dönemden bahsedeceksek bu dönemi 2002 Ak parti döneminden başlatabiliriz. Belki de bu 22 yılı nasıl başlangıç için en uzun yüzyıl tabirini kullanıyorsak bunu da Cumhuriyetimizin halen de devam etmekte olan en uzun on yılları olarak tanımlayabiliriz. Umutlar, uzlaşma ve reformlarla başlayan bu yıllar Gezi, Çözüm süreci hayal kırıklığı ve 15 Temmuz etkisiyle güvenlikçi ve statükocu popüler otoriterlik ile sonlanmıştır. Bu doğrultuda geçilen Türk tipi başkanlık rejimi mekaniği itibarıyla, teröre ve bazı dış güvenlik sorunlarına karşı ciddi başarılar kazanmasına rağmen ülkeyi yönetebilmek amacıyla sıkça otoriterliğe başvurma zorunluluğunda kalmıştır. Bu da toplumsal refah, ekonomi, hukuk ve kurumların boşalması gibi sorunlara yol açmıştır. Mevcut sistem yenilenmedikçe yapısal sorunları görme veya rızaya dayalı bir çözüm üretme şansı gözükmemektedir.

Ülke, iç siyasetteki çalkalanmaya karşın dış siyasette de alışılmadık risklerle karşılaştı. İçeride ve dışarıda statükoyu aşma iddiasında olan popülist İslamcılık, kurucu ideolojiye bir antitez teşkil edemedi. Ancak popülist İslamcılık ve Kemalist ikonik ulusalcılık son dönemlerde yeni güvenlik rejimi iddiaları gölgesinde farklı bir sentez girişimi içine girdi. 2. Yüzyıla girerken cemaatler ve tarikatlar sivilleşemediler tersine adeta STK’ların siyasete bağlı cemaatler olması adeta arzulandı. Halk özellikle gençler din ve devlet ilişkilerinin bu seyrinden çok rahatsız oldular. Cemaatlerden bireysel özgün din anlayışına kaçış ve tercih yoğunlaştı. Atatürk ve hatta bazen eleştirilen bir kısım devrimleri toplumun dindarları dahil mağdur kesimlerince özlenir hale geldi.

29 Ekim 2023 itibarıyla görüşlerinden veya yayınlarından ötürü birçok gazeteci, STK temsilcisi veya politikacı değişik gerekçelerle cezaevlerinde. Ayrıca ülkenin vatandaşı olup da farklı düşünceler ve eğilimler içinde oldukları gerekçesiyle yasal korkular ve yaptırımlar nedeniyle ülkeye giremeyen veya çekinen insanların toplamı azımsanmayacak derecededir. Fetö davaları gerekçesiyle ilgili piramidin altında yer alan ve ezilen binlerce insan mağdur durumdadır. Merhum Özal bu manada yurt dışında yaşayan muhalif aydınların ülkeye kazanımına ilişkin ihtilal sonrası merhum İnönü’nün benzeri jestini yapmıştı. Gönül böyle bir anlamlı günü mevcut iktidarın bir siyasi af ile değerlendirebilmesini isterdi. Kimsesizlerin cumhuriyetine yakışan da buydu.

İç travmalarımızı aşabilmek amacıyla Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” ve Sayın Davutoğlu’nun” 6’lı Masa doktrini” önemliydi. Ne yazık ki siyasal ve toplumsal anlamda karşılık bulamadılar. Başta zikredildiği gibi tarihsel travmalarımızın çözümlenmesi ve duygusal gerilimlerin sağlıklı boşalması gerekmekte. 2. Yüzyılımıza girerken bizlerin travmaya duyarlı kurumlara, entelektüellere ve liderlere ihtiyacı var. Ancak bunlar karpuz gibi bölünen topluma dönüştürücü bir muhafazakarlığın ve sekülerliğin inşası ile geçişkenliğini sağlayabileceklerdir.

1- https://www.karar.com/gorusler/postemperyal-travma-hal-i-purmelalimiz-1796328

2- Rousseau ve Bellah’ın tanımı. Kaynağını geleneksel dinden alan ancak seküler karakterde üretilen toplumsal birleştirici unsur olacağına inanılan üretilmiş din anlayışı.

3- Taha Akyol “Neden 29 Ekim” kitap- Doğan Yayınevi

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir