Görüşler

‘Aksa Tufanı’ ve sonrasında Ortadoğu

‘Aksa Tufanı’ ve sonrasında Ortadoğu

Körfez ülkelerinin güvenlik stratejileri üzerine araştırmalar yapan Betül Doğan Akkaş “İran’ın bu savaşı bölgesel bir dinamiğe taşımakla tehdit etmesi, Lübnan’ın ve Hizbullah’ın içinde bulunduğu ekonomik şartlar düşünüldüğünde daha büyük trajediler doğması endişesine neden oluyor” değerlendirmesinde bulunuyor.

Ekim sabahıyla Hamas’ın İsrail sınırlarına girerek başlattığı Aksa Tufanı operasyonu, Ortadoğu’yu yeni bir askeri ve siyasi tansiyonla baş başa bıraktı. Bölge liderlerinden ve organizasyonlardan gelen gerginliği düşürme çağrılarına rağmen, İsrail’in Gazze’deki sivillere uyguladığı orantısız güç devam ediyor. Baş başa kaldı diyoruz, çünkü gerek uluslararası örgütler gerek askeri operasyonun durması için müdahalede bulunabilecek bölgenin Batılı müttefikleri, Hamas’ı terör örgütü olarak tanımladıkları ve İsrail’i desteklemeyi tercih ettikleri için henüz küresel bir arabuluculuk çabası görmüyoruz. Gazze gibi dar bir alana, bir haftadan daha az sürede geçtiğimiz yıllarda bölgede gerçekleşen operasyonlardan daha yoğun hava saldırısı gerçekleşti.

İRAN ETKİSİNİ DOĞRU YORUMLAMAK

Hem Hamas’ın operasyonunun hem de bir haftadır İsrail’in Gazze’ye uyguladığı savaşın teknik detayları, işgalin tarihi süreci ve İran’ın artan rolü kapsamında önemli. Hamas’ın İran’dan askeri ve lojistik destek alması, İsrail içlerine girip rehineleri Gazze’ye getirmesinde etkili bir destek oldu. Özellikle İbrahim Anlaşmaları sonrasında, Arap devletlerinin İsrail’le ekonomik bir normalleşme sürecine girmesi ve bölge ülkelerinin Suriye, Libya ve Yemen savaşlarına odaklanmasıyla Filistin meselesi Arapların savunduğu bir bölgesel mesele olmaktan, İran’ın rolünü güçlendiren bir rekabet alanı olmaya evirildi. Diğer bir deyişle, Filistin’in mücadelesinde özellikle Aksa Tufanı operasyonu sonrasında İran’ın rolü ve etkisinin daha belirgin ve Arap dünyasının rolünün üstüne çıkan bir unsur olduğunu söylemek mümkün. Katar’ı ziyaret eden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan, Doha’da yaşayan Hamas lideri İsmail Haniye’yi konutunda ziyaret etti.

Halid Meşal’in yapılan operasyonu televizyondan öğrendiğini söylemesi de hareket içinde siyasi ve askeri kanadın farklı bölgesel işbirliklerine girdiklerine dair sorular oluşturdu. Daha açık sorarsak, hareketin siyasi kanadı Türkiye-Katar işbirliğiyle bölgesel adımlar atarken, askeri kanadı İran etkisinde bağımsız bir hareket alanı mı oluşturdu? Halid Meşal Habertürk’le yaptığı görüşmede askeri kanadın müstakil çalıştığını ve bunun iletişimsizlikten değil, bir güvenlik önlemi olarak tercih edildiğini söyledi. Meşal, yapılan saldırının tamamen Filistinliler tarafından planlandığını, İran’ın desteğinin ekipmanla sınırlı olduğunu belirtti. Meşal’in bu hususta ‘made in Palestine’ vurgusu yapması elbette doğal bir reaksiyon, fakat etnik çatışma ve iç savaşlar üzerine çalışmalar yapan İbn Haldun Üniversitesi’nden Dr. Öğretim Üyesi Ahmet Yusuf Özdemir de görüşmemizde benzer bir noktaya dikkat çekti:
“Bu durum Ortadoğu’da son yıllarda düşüşte olduğu düşünülen Irak, Suriye Lübnan ve Yemen’de örneklerine rastladığımız ‘direniş ekseni’nin etkinliğini koruduğunu gözler önüne serdi. Filistin özelinde gruplara yönelik sıklıkla referans yapılan ve bir nevi yaftalama aracı olarak da kullanılmaya başlanan İran’ın vekil gücü oldukları vurgusu sorgulanıyor. Son yaşanan saldırıların ana odak noktasında (belki de bilinçli bir propaganda yöntemi olarak) Hamas’a bağlı İzzettin el-Kassam Tugayları var. İran’ın desteğinin altını çizmek için operasyon bu grupla ön plana çıkarılıyor. Oysa, sahada aslında Gazze’de yer alan ve çatı bir örgütlenme olan ‘Filistin Direniş Grupları Ortak Operasyon Odası’ birlikteliğinde hareket ediliyor ve bu da saldırıların özgün karakterini gösteriyor.”

Meşal, İran vurgusu yapılmasının aslında Filistin’in gücünü azımsamak adına da bir ima taşıdığını ve eski saldırılardan örnekler göstererek hareketin bu ölçüde bir operasyon düzenlemek için yeterince eğitimli olduğunu vurguluyor. Ortaya karışık bir tablo çıkıyor: İran hem operasyona sahip çıkıyor ve İsrail’i bölgesel uzantıları devreye sokmakla tehdit ediyor hem de diplomatik olarak Körfez ülkelerini ve Hamas’ı ziyaret ederek başka bir güç alanı oluşturmaya çalışıyor. Hamas ise kendi rolünün bu karmaşa arasında azımsanmaması için söylemlerini dikkatle seçiyor.

NORMALLEŞMELER?

Ağustos 2020’den bu yana Arap devletleri ve İsrail arasında, Filistin meselesini diplomatik ilişkiler önünde bir engel olmaktan çıkarıp, ekonomik olarak normalleşmeye odaklanma süreci başladı. Tarihte hiç görülmemiş şekilde, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) İsrail’den yetkilileri ağırlamaya ve basına yakın pozlar vermeye başladılar. Özellikle geçtiğimiz yaz, İsrailli turistlerin BAE’ye turist olarak gittikleri, askeri ve ekonomik ilişkilerin göze çarpar şekilde geliştiği görülüyor. Özellikle sosyal medyada, BAE ve Bahreyn’i temsil eden fenomenler ve siyasi isimler Yahudi-Müslüman kardeşliği vurgusu yapıyorlar. İsrailli yetkililerin ve turistlerin BAE’de Şabat’ı kutlamaları, ibadet etmeleri sık sık sosyal medya üzerinden basına dinlerin kardeşliği vurgularıyla sunuldu. BAE’nin resmî politikası olan hoşgörü İslam’ı kapsamında bu hareketler tahmin edilebilir hamlelerdi, fakat aslında bu ülkelerin halkları için hazmetmesi kolay adımlar değildi. Eğer BAE ve Bahreyn İsrail’le normalleşirken Filistin’e geçtiğimiz üç yılda gerçekleşen saldırılar için açıkça diplomatik girişimlerde bulunsalardı halk nezdinde meşru bir durum oluşabilirdi. Fakat Tel Aviv’le gelişen ilişkilerin diyalog ve ekonomik işbirliği üzerine kurulu olması, birebirde görüştüğüm pek çok bölge insanı için şaşırtıcı bir durumdu. Ancak içinde yaşadıkları monarşi sisteminde, siyasi elit karşıtı bir görüş paylaşmaları güvenli olmadığı için halkın karşı çıktığını basında görmedik.

Devam eden saldırılar sonrasında Katar, Suudi Arabistan, Umman ve Kuveyt açıkça bu şiddetin yaşanan işgal sonucu gerçekleştiğini ve Filistin halkına orantısız güç kullanıldığını söylerken, yani bir işgal vurgusu varken, BAE ve Bahreyn tarafları sakinleşmeye çağırdı. Katar Üniversitesi Körfez Araştırmaları Merkezi’nde araştırmacı olarak çalışan Sinem Cengiz’le gerçekleştirdiğim görüşmede, Cengiz, Kuveyt için Filistin meselesinin oldukça kritik bir toplumsal mesele olduğunu ve Kuveyt’te büyük ölçekli protestolar gerçekleştiğini söyledi. Basına yansıyan görüntülere göre, Doha’da da benzer şekilde gösteriler oldu ve Umman da yardım toplanması için genel çağrıda bulundu. Suudi Arabistan’da ise hem Mekke’de hem Medine’de Cuma hutbeleri esnasında Filistin direnişi için dua edildi. Bu ülkelerde Cuma hutbelerinin siyasi tutumun yansıması olduğu düşünüldüğünde, Muhammed bin Selman’ın İsrail’le normalleşmeyi rafa kaldırdığı aşikârdı. Yalnızca iki hafta önce Veliaht Prens, İsrail’le Amerika üzerinden normalleşme görüşmeleri yaptıklarını gayet rahat bir şekilde basınla paylaşmıştı. Bu şaşırtıcı bir durumdu, çünkü Suudi Arabistan’ın devlet olarak iki Harem-i Şerif’in koruyucusu olduğu düşünüldüğünde, üçüncü Harem-i Şerif’i işgal eden devletle nasıl bir diplomatik sürece gireceği ve bunu nasıl meşru göstereceği büyük bir soruydu, artık en azından bir süre boyunca değil.

ARAP SOKAĞI VE ‘İSRAİL MİTİ’

Arap sokağının olan bitene tepkisi somut bir değişiklik doğurması açısından değil, liderlerin halkla aralarındaki toplumsal sözleşmenin bir parçası olarak önemli. Ortadoğu’da çoğu Arap devletinin monarşi olduğunu düşünürsek, İslam’ın ve Arap kültürünün ön plana çıkardığı unsurları liderlerin önemsemesi ve öncelemesi bu toplumsal sözleşmenin bir parçası. Filistin meselesi de bu konudaki en hassas dengelerden birisi. O nedenle halkın hemen cuma günü protestolar düzenlemesi ve yardım kampanyaları başlatması rutin bir durum. Sokağın ve siyasi elitlerin İsrail’in bölgedeki rolüne bakışı arasındaki makas açılıyor ve normalleşmeler yalnızca ekonomik işbirliğine odaklandıkça bu uçurum büyüyor. Arap sokağı nezdinde Aksa Tufanı operasyonunun bir diğer önemli kısmı Ortadoğu’da hâkim olan ‘İsrail miti’nin zarar görmesi. İsrail’in gelişmiş askeri sistemi, ekipmanları ve ekonomik olarak Ortadoğu’daki diğer devletlerden daha iyi durumda olması, Arap dünyası içinde genel bir İsrail miti oluşturmuştu.

Hamas’ın İsrail sınırlarında bir operasyon düzenlemesi, rehine alması ve bunların Binyamin Netanyahu gibi aşırı sağcı bir liderin döneminde gerçekleşmesi İsrail’in yenilmezlik imajını zedeledi. Her ne kadar sonrasında Gazze ağır bombardımana maruz kalsa ve çok daha büyük kayıplar verse de halkın nezdinde bunun bir kere aşılmış olması bir dönüm noktası. İsrail uzmanı araştırmacı-gazeteci Fatih Şemsettin Işık’a göre, bu saldırıyla;
“Barışı yalnız güç olarak üstün olduğunu ikna etmeye çalışarak elde etmek isteyen İsrail, kurmuş olduğu ‘demir duvarın’ altında kaldı. En güçlü olduğunu zannettiği ve düşmanını en güçsüz halde gördüğü anda savaşı kendi sınırları içerisinde buldu.

Tam olarak bu nedenle, hızlı bir ateşkes için İsrail’i ikna edecek güçlü bir mekik diplomasisi gerekiyor. İran’ın bu savaşı bölgesel bir dinamiğe taşımakla tehdit etmesi, Lübnan’ın ve Hizbullah’ın içinde bulunduğu ekonomik şartlar düşünüldüğünde daha büyük trajediler doğması endişesine neden oluyor. Benzer şekilde İsrail’in Suriye’deki havalimanlarını bombalaması, bölge ülkelerinin zaten karmaşık olan ‘Suriye rejimi’ politikalarını daha da zora sokabilir. Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve AB yetkilileri henüz İsrail’e başsağlığı dilemenin ötesinde dişe dokunur girişimler başlatmadılar.

İsrail’in Gazze’de çoğunluğunu çocukların oluşturduğu El-Ahli hastanesini vurmasının, Arap dünyasında ciddi yansımaları oldu. İran Dışişleri bakanı acilen görüşmek için Suudi Arabistan’a gitti. Bölgenin yalnız bırakılmış ve uluslararası normlar tarafından desteklenmeyen insani direnişi, hastane saldırısıyla yeni bir boyut kazandı. Amerikan Devlet Başkanı Joe Biden dün İsrail’e ayak bastığında temel odak noktası olarak ‘Filistin’in medeni bir çabayla Hamas teröründen arındırılması’ vurgusunu yapmayı tercih etti. Batı’nın içinde bulunduğu kayıtsızlık, İsrail’in toplu cezalandırma ve kıyım haline gelen sivilleri hedef aldığı eylemlerini Hamas’ın sırtına yükledi ve bu tutumun tetiklediği toplumsal ruh hali ilerisi için daha büyük bölgesel tepkiler doğurabilir.

BETÜL DOĞAN AKKAŞ KİMDİR?

2014 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 2017 yılında Katar Üniversitesi Körfez Araştırmaları bölümünde Katar dış politikasında güvenlikleştirme üzerine yüksek lisans derecesini aldı. Durham-Katar üniversiteleri Körfez Araştırmaları ortak programında doktora yaptı. İngiliz Uluslararası Çalışmalar Derneği (BİSA) bünyesinde Uluslararası Akdeniz, Ortadoğu ve Asya Çalışmaları grubunun yürütücülüğünü yapmaktadır. Körfez ülkelerinin siyasal kültürleri, dış politikaları ve güvenlik stratejileri temel araştırma alanlarıdır.

whatsapp-image-2023-04-27-at-01-07-13-1.jpeg

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir