Görüşler

Enrique Dussel ve kurtuluş felsefesi

Enrique Dussel ve kurtuluş felsefesi

‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, modern kapitalist dünya sistemini dönüştürme girişimi olarak doğan kurtuluş felsefesine mercek tutuyor.

Kurtuluş felsefesi 1960’ların sonlarında Latin Amerika ve Karayip entelektüelleri tarafından modern kapitalist dünya sistemini dönüştürme, bu sistemin Avrupa dışı halklar açısından yol açtığı eşitsizlikleri, adaletsizlikleri giderme girişimi olarak doğdu. Çok geçmeden sistemin neoliberal küreselleşme adı altında aldığı yeni biçimin eleştirisini de kapsar hale geldi. Kurtuluş felsefecileri adı geçen bölgelerdeki yerli halkların tarihsel deneyimlerini, sömürgecilik karşıtı mücadelelerini dikkate alarak, bütün mağdurların dayanışmasını çıkış noktası yaparak eşitlikçi ve adil bir dünya umudu geliştirdiler.

***

Enrique Dussel, Latin Amerika’da köklü bir gelenek oluşturan kurtuluş felsefesinin ve kurtuluş teolojisinin günümüzdeki en önemli temsilcisi, en sistematik düşünürü. Dünyaya ezilenlerin, dışlananların, mülksüzlerin yurtsuzların, Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” olarak adlandırdığı insanların perspektifinden bakıyor. Ezilen halkların küresel kurtuluşu için öncelikle Avrupamerkezcilikle hesaplaşmanın gereğini vurguluyor. Eşitsizliğe dayalı, hiyerarşik ve hegemonik ilişkiler üzerine kurulu neoliberal küreselleşmeye alternatifler öneriyor. Sömürgeciliğin gönümüzde aldığı yeni biçimlere karşı eşitlikçi, adil, çoğulcu bir değişimi etik açıdan da zorunlu görüyor.

Dussel, 1970lerin ortasında Arjantin’de üniversitede dersler verirken sivil- askeri diktatörlük tarafından görevinden uzaklaştırıldı; akademik ve entelektüel etkinlikleri engellendi, yazıları sansürlendi. Nihayet, paramiliter grupların evine saldırı düzenlemeleri üzerine Meksika’ya sürgüne gitmek zorunda kaldı.

***

Arjantinli kurtuluş felsefecisi, Simon Bolivar, José Marti gibi devrimcilerin ve bağımsızlık savaşçılarının Latin Amerika ve Karayipler’de sömürgeciliğine karşı yürüttükleri mücadelenin zaferle sonuçlandığının, İspanyol ve Portekizlilerin bu toprakları terk etmek zorunda kaldıklarının altını çiziyor; fakat Monroe doktrininden sonra ABD’nin Latin Amerika’yı bir arka bahçe olarak gördüğünü, bunun da yeni bir kurtuluş ve özgürleşme mücadelesini gündeme getirdiğini ekliyor.

Latin Amerika halklarının sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadeleleri gerçekten köklü bir geleneğe sahip. Dussel’nin özgürlük felsefesi de bu gelenekten besleniyor. Toplumsal taban hareketlerini yakından ve dikkatle izliyor. Bolivya’daki değişim sürecini savundu. Meksika’daki demokratik sol parti MORENA’nın (Ulusal Yenilenme Partisi) siyasal eğitim sekreteri oldu. Bolivarcı hareketlerin destekçisi. Bu hareketlerin, siyasi-iktisadi politikalarını günümüze uyarlayarak uygulama imkânı bulan partilerin bir bakıma Dussel’nin geliştirdiği ve savunduğu kurtuluş felsefesini hayata geçirdiklerini söylemek de mümkün.

Dussel’e göre yaygın kabul gören ve hâkim olan modernite anlayışı aslında Batının Avrupamerkezcilik temelinde inşa ettiği bir kurgudur. Avrupamerkezci modernite yerli halkları vahşi ve barbar olarak görüyor, onların kültürlerini değersizleştiriyor. sömürgeciliği meşrulaştırıyor.

***

Dussel Avrupamerkezci dünya düzeninin, başlangıç yılı olarak 1492’yi gösteriyor. Neden? 1492’de ne olmuştu? 1492 İspanyolların fetih ve zafer yılıydı. Önce Kastilya Kraliçesi I. Isabel ve Aragon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle İspanya İmparatorluğu’nun siyasi birliği konusunda ciddi bir adım atıldı. Sonra 1492’de fetihlere girişildi. Önce Gırnata’da Müslümanlar kılıçtan geçirildiler. Endülüs Müslümanlarının İspanya’da asırlar süren hâkimiyetine son verildi, incelikli kültürlerine saldırıldı. İspanyolların “Yeniden Fetih” (Reconquista) adını verdileri bu katliamı Yahudilerin kitlesel olarak İspanya’dan sürülmeleri izledi, Elhamra Kararnamesi ile Yahudiler kovuldular.

Ardından gemiciliğin, coğrafya bilgisinin genişlemesiyle denizaşırı toprakların keşfine ve sömürgeleştirilmesine girişildi.1492’de Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfetti. İspanya Krallığı kısa sürede büyük bir sömürge imparatorluğuna dönüştü. İspanyollar fethettikleri topraklardaki yerli halklara Endülüs’teki Müslümanlara yaptıklarını yaptılar. Yerlilerin başına gelen Gırnata’daki şiddetin devamı, İber Yarımadası’ndaki Müslüman kıyımının uzantısıydı. Dussel’e göre birbirini tamamlayan bu katliamlar modern Avrupa’nın kurucu şiddetidir. (1995: 13)

***

İspanyol fatihler sömürgeleştirdikleri topraklardaki yeri halkların barbar ve gelişmemiş olduğunu söylüyorlardı. Oysa İspanyolların kıtaya ayak basmasından önce Latin Amerika’da üç büyük uygarlık mevcuttu. Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları. İspanyollar bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar. Yetmezmiş gibi yerlilerin kitlesel ölümlerine yol açan salgın hastalıklar getirdiler. Bölgenin gasp edilmesinden sonra oradaki yeraltı zenginliklerini talan ettiler; ele geçirdikleri altınları, diğer madenleri İspanya’ya taşıdılar.
Fatih-kâşifler gasp ettikleri topraklardaki yerli halkları kendi tanrılarına tapınmaya zorladılar. Hıristiyan inancını yayma esasen ‘keşifler’in amaçları arasındaydı. Yerli halkların zihinsel ve ruhsal açıdan da sömürgeleştirilmesi amaçlanıyordu. Kurtuluş teolojisinin bu dayatmaya bir tepki olduğu ve alternatif olarak geliştiği de söylenebilir.

On beşinci yüzyıl sonunda keşifler ve fetihler çağının açılmasıyla Avrupa genişlemesi gerçekleşti. Bir diğer deyişle, 1942’de Avrupalıların Atlantik’i geçmeleriyle, Atlantik’in fethedilmesiyle dünyanın jeopolitik organizasyonu tamamen değişti. Asırlardan beri dünyanın jeopolitik merkezi olan Akdeniz havzası yerini Atlantik’e bıraktı. Arapların hakimiyeti altında buluna Orta Doğu’daki yolların kullanılmasına artık gerek kalmadı, ticaret deniz yoluyla yapılacaktı. Çin ve Hindistan’a deniz yoluyla gidip gelinecekti. (1978:3)

***

Dussel bunun “zararsız bir jeopolitik gerçek” olmadığını belirtir. (1978:8). Çünkü söz konusu değişiklik ve genişleme katliamların, kıyımların neticesinde gerçekleşmiş, derin bir eşitsizliğe, adaletsizliğe yol açmış, sömürgeler dünyasını doğurmuştu. İspanyollar Amerika ve Asya’da, Portekizliler Brezilya, Afrika ve Asya’da sömürge sahibi oldular; onları izleyen Britanya İmparatorluğu Afrika ve Hindistan’da sömürgeler oluşturdu. Merkez ve çevreden (çeperlerden) oluşan “bütünlük” ortaya çıktı.

İşte, Dussel bu olayları ve gelişmeleri göz önüne alarak Avrupamerkezli dünya düzeninin yükselişinde İspanyol fatihlerin Amerika’yı sömürgeleştirmelerini kurucu olay olarak işaret ediyor ve Avrupa modernitesinin köklerini 1492’de buluyor. Gerçekten, İspanyol İmparatorluğu okyanus ötesi keşiflerin, ticaret yolları açmanın öncüsüydü; bu sayede dünyadaki ilk küresel imparatorluk ve Avrupamerkezli modernitenin kurucusu oldu.

***

Avrupa dışındaki halkları tarihin dışında bırakan, onları tarihsizleştiren, tarihin değişik dönemlerinde Avrupalı insanın deneyimlerini belirleyici kabul eden, kültürel ve bilimsel gelişmeleri onların çabalarından ibaret gören, önemli dozda ırkçılık barındıran Avrupamerkezci tarihyazımı Avrupa ve kolonileri arasındaki hiyerarşik güç ilişkilerini olumluyor, sömürgeciliği meşrulaştırmada Batılı moderniteye eşlik ediyor, hatta onu tamamlıyor, ona temel kazandırıyordu. Dussel insanlık tarihinin yaratıcısı olarak Batı Avrupalı insanı gören bu tarih anlayışının en belirgin ifadesini Hegel’in tarih felsefesinde, onun ‘dünya tarihi’ anlayışında bulduğunu ileri sürüyor.

***

Alman idealizminin doruğunu temsil eden filozofun 1837’de yayınlanan Tarih Felsefesi Ьzerine Dersleri’ndeki teorisi aslında Avrupa’nın dünyanın geri kalanına üstünlüğü açıklama girişimidir. Ona göre akıl, bilim, medeniyet hep Batıya özgüdür, hep oraya aittir. Avrupa dışındaki halklar güçsüz ve ilkeldir. Kuzey Amerika yerlileri “ aydınlanmamış halklar”dır. Köleliğin nedeni de (Batılıların acımasızlığı, insanlık dışılığı değil de) yerli halkların zayıflıklarıdr. Avrupa’yı merkeze alan bu dünya tasarımı böylelikle Batı’nın kurduğu hegemonik güç ilişkilerini meşrulaştırır. Akıl sahibi ve yaratıcı Avrupa’nın kültürel üstünlüğü çoğu kez açıkça savunur, insanlığın ortak geçmişini reddeder. Jack Goody’nin ifadesiyle söyleyecek olursak “tarih hırsızlığı” yapar.

***

Hegel’e göre ‘Avrupa’nın ruhu’ kimseye bir şey borçlu olmaksızın kendi aracılığıyla kendini gerçekleştirmiştir. Dussel, Hegel’in “mutlak geçek” olarak öne sürdüğü modernitenin kendine gönderme yapan bağımsız bir sistem olduğu tezine karşı çıkar ‘Avrupamerkezli paradigma’ olarak nitelediği bu tezin Batı epistemolojisini inşa ettiğini belirtir. Arjantinli kurtuluş felsefecisine göre bu tek yanlı, sınırlı, yanlış, dar ve indirgemeci bir değerlendirmedir; bunun ideolojik bir kurgu olduğunun altını çizer.

Modernite Avrupa’da meydana gelmiştir, ancak Avrupa’nın dışıyla kurduğu diyalektik ilişkiyle gerçekleşmiştir. Avrupa kendi dışındaki toprakları sömürgeleştirerek ‘dünya sistemi’ni düzenlemiş, kendini bu sistemin merkezine yerleştirmiştir. Oysa bu sistemin çevresi de mevcuttur; modernite merkez ile başta Latin Amerika ve Karayipler olmak üzere çevreyi oluşturan topraklarla ilişki içinde ortaya çıkmıştır. Özetle, modernite, Avrupalının öteki ile karşı karşıya gelmesinden doğmuştur. (1995:12)

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir