Görüşler

Gerçeğin çölüyle yüzleşmek

Gerçeğin çölüyle yüzleşmek

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer ‘Yeni Eğitim-Öğıretim Çalışma Takvimi Modeli’ üzerinden eğitim sistemine ilişkin değerlendirmede bulunuyor.

ABDÜLBAKİ DEĞER YAZDI 

Sanırım bazı konularda mesafe alabilmek için birtakım yalın gerçekleri sürekli gündemde tutmak gerekiyor. Özellikle eğitim bu alanların başında geliyor denilse yeridir. Zira ‘eğitim’ kavramı zihinlerde yarattığı olumlu çağrışım nedeniyle çoğunlukla bizi savunmasız bırakıyor. Kültürel genetiğimiz eleştirmeye, sorgulamaya zaten çok müsait değil. Konu eğitim gibi küresel bir fetiş olunca alan iyice layusel bir hal alıyor. Ne söylendiğini, niçin söylendiğini, söylenen şeyin gerçekliğini sorgulamaktan bizi alıkoyan bir negatif etkiyle haleleniyoruz. Hal böyle olunca sorumsuz bir iyimserlikle edilgen olmayı seçtiğimiz bu alan bir takım klişelerin, kör-topal geleneklerin, teknik-tali düzenlemelerin, ideolojik-politik arzuların fantezi alanına dönüşüyor. Eğitimin aynı zamanda ideolojik bir aygıt, pedagoji görünümlü politik mücadelenin verildiği bir kavga alanı olduğunu da not düşerek MEB Bakanı’nın açıkladığı ‘Yeni Eğitim-Öğretim Çalışma Takvimi Modeli’ üzerinden söz konusu fantezi alanında neden anafordan çıkamadığımıza bakmamız gerekiyor.  

Sonuç ve sonucun niteliği asla kendisini oluşturan sorun, sorun çözme tarzından bağımsız olamaz. O yüzden gerek MEB’in vaziyeti, gerek devletimizin işleyişi gerekse de eğitim kamuoyumuzun ahvali bize ne tür politikalarla muhatap kılınacağımızın çerçevesini veriyor zaten. Dolayısıyla eğitimde yapısal dönüşümler bekleyen eğitim kamuoyunun mevcut şartlar ve ilişki ağı içerisinde ‘Çalışma Takvimi Modeli’ gibi düzenlemeler dışında bir şeyle karşılaşma olasılığı bulunmuyor. Bu şartlarda, bu ilişki ağında, bu yaklaşım ve bu düzenekte zemin bulacak politikalar tarz olarak, yapı olarak başka türlü olamazlar. Modern eğitimin başlangıcından bu yana ülkemizde alanı yapılandıran ana paradigma ancak bu tarz düzenlemelere yol verebilir. Biz yapıyı tartışmadan, yapının kodifikasyona el atmadan sonuçlarının güzel olmasını istiyoruz, bekliyoruz.  

Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını, böyle bir şeyin bu kadar kolay olmayacağını bilmeliyiz. Bunu bilen kişilerden birisi olduğuna emin olduğum Sayın Ziya Selçuk şayet mevcut ilişki ağına bu şekilde kendisini kaptırırsa formasyon ve adanmışlık anlamında kendisini aratmayan nice eğitim bakanının yaşadığı hüsranı yaşamaktan kurtulamaz. Tabi ülke olarak biz de. Derrida söylemde dile gelmeyene, satır aralarına, söylemin dip tortusuna bakmaya bizi çağırır. Daha önce birkaç kez değinmiştim yeniden hatırlatmakta fayda görüyorum. Ziya Selçuk Eğitimde Vizyon Belgesi’ni açıklamaya başladığı toplantının hemen başında ‘Bana şapkadan tavşan çıkaracakmışım gibi bakmayın lütfen’ demişti. Yine aynı günlerde yaptığı bir basın toplantısında eğitimde yapılması gerekenlere ilişkin uzun uzun anlatımlarda bulunurken iki cümle arasındaki geçiş anında cılız bir sesle ‘bütün bunları kitlesel bir eğitim sistemi ile nasıl başaracağız o da ayrı bir konu’ diyerek adeta anlatılanların neden başarılı olamayacağına ilişkin kendisi cevap vermişti. Eğitim kamuoyu bu esaslı vurgularla yani ‘gerçeğin çölü’yle yüzleşmeyi seçmek yerine naif bir iyimserlikle madde madde anlatılanlara inanmayı tercih etti.  

Oysa eğitim bahsinde bizi yapısal bir takım düzenlemelere götürecek şey Sayın Bakan’ın konuşmalarının bu yapılandırılmamış kısmında kendiliğinden dile gelen vurguları olacak. Şapkadan tavşan çıkarılarak yapılabilecek bir şey yok! Yani MEB’in uzmanlarında, bürokrasisinde vs. dört başı mamur hazırlanmış sihirli bir reçete yok. Bu sadece MEB’de değil hiç kimsede yok. Reçeteyi kendimiz oluşturmamız gerekiyor. Ülke olarak oluşturmamız gerekiyor. Bir kere oluşturup ilanihaye kullanacağımız bir reçete de olmaz. Anlamlı bir çözüm için gerçekten eğitimi konuşmamız, tartışmamız, sorgulamamız gerekiyor. Verili olanı ontolojik bir okumaya tabi tutmamız gerekiyor. Tüm yerleşik ön kabulleri, tartışmasız kabul edilen klişeleri sorgulamamız gerekiyor. İkna edici bir söylemle uzun uzun eğitimde yapılacakları anlatırken bir geçiş anında dile gelen ‘bütün bunları kitlesel bir eğitim sistemi ile nasıl başaracağız o da ayrı bir konu’ vurgusu işin en esaslı kısmı. Bütün bu konuşmaları kitlesel-zorunlu bir düzenek için, içinde dile getiriyoruz. Dolayısıyla söyleyeceğimiz, planlayacağımız her şey öncelikle bu düzeneğin imkân ve sınırlılıklarını dikkate almak durumunda. Bu imkân ve sınırlılıkları dikkate almak için de bu düzeneği bilmek, konuşmak, tartışmak, sorgulamak gerekiyor. Oysa bırakın sadece Türkiye’yi küresel ölçekte devlet tekelinde zorunlu-kitlesel eğitim yasaklı bölgelerden. Sadece mevzuat kaynaklı bir yasaklamadan bahsetmiyorum. Devlet dışı eğitimin olabilirliğine ilişkin zihinlerde bir fikir, bir düşünce,  bir kabul yok. İlber Ortaylı’nın altını çizdiği çok önemli bir husus olan ‘ikincil öğretim kurumları’nın ne olduğunu, neden önemli olduğunu sorun etmiyoruz. Anayasada yer verilen eğitim hakkına önem ve anlam katan şeyin esasında Anayasada yer verilmeyen ‘öğrenim özgürlüğü’ olduğunu da konuşmuyoruz. Örneğin Hatay’da ‘öğrenim özgürlüğü’ talebiyle (aile talebi bu şekilde dillendiremese bile) çocuklarını okula göndermeyen ailenin elinden çocukları zorla alındı. Her normal anne–baba gibi çocuklarını seven, iyiliklerini düşünen bu ailenin ‘eğitim hakkı’ engelleniyor gerekçesiyle çocuklarına el konulmasını eğitim kamuoyu olarak ne politik ne de pedagojik açıdan tartıştık, tartışabildik.  

Bu tarz yapısal sorun alanlarından, yasaklı bölgelerden uzak durarak yapabileceklerimiz de son açıklanan Çalışma Takvimi Modeli’nde olduğu gibi eğik yazıdan düz yazıya geçiş, TEOG’dan Mahalli Yerleştirme Sistemine geçiş, ders sayısını azaltma vs. gibi teknik-tali düzenlemeler olabilir ancak. Lakin problem de burada. Esasa ilişkin bir takım çalışmalarınız olmazsa, ki esasa ilişkin sorgulamanız olmazsa çalışmanız da olmaz, palyatif tedbirle kendinizi kandırırsınız.  

O yüzden yeri gelmişken Türkiye’de eğitim sorunu denildiğinde başta devlet-toplum ilişkimizi konuşmak durumunda olduğumuzu belirtelim. Devleti, devletin işleyişini ve organizasyonunu, toplumla ilişkisini olduğu gibi muhafaza edip eğitimi yapısal anlamda iyileştirmeniz mümkün değil. Devlet-toplum ilişkisindeki örtük müfredatın, yaygın pedagojinin ne olduğunu, nasıl işlediğini bir kenara bırakarak eğitimin sadece sınıf içi teknik bir işlem olduğu yanılsaması üzerinden asla eğitim düzelmez. Zorunlu kitlesel eğitimi, bunu mümkün kılan Tevhid-i Tedrisatı, bundan asla ayrı düşünülmeyecek ve ‘ikincil öğretim kurumları’ ile doğrudan bağlantısı olan Tekke ve Zaviyeler mevzusunu, gerçek anlamda özel öğretimi, alternatif eğitimi konuşmalıyız. Matbaanın icadı nasıl yazılı kültürü hatta kimi okumalara göre ulusu mümkün kıldıysa içinde bulunduğumuz yeni teknik dünyanın ne tür dönüşümler ürettiğini, ne tür ilişki ağları oluşturduğunu, devletin neye evrildiğini ve vatandaşlık ilişkisinin nasıl başkalaşım geçirdiğini, kültürel aktarımın nasıl krize girdiğini, değer dünyamızın neden ve nasıl alt-üst oluşlar yaşadığını dolayısıyla eğitimi-okulu tüm bu bağlam içinde yeniden değerlendirecek okumalara ihtiyacımız var.  

Sayın Bakan’ın Eğitimde Vizyon Belgesi başta olmak üzere açıkladığı ve açıklayacağı tüm belgelerden önce üzerinde konuşmamız, tartışmamız gereken hususun yukarıda verdiğimi planlı olmayan iki cümlesidir. Zira o iki cümle, arkeolojik bir kazı yapılırsa benzer cümleler az da olsa bulunabilir, hem özenle kamufle edilmiş sorun alanına işaret ediyor hem de ne kadar zor ve derin olduğunu vurgu yapıyor. 

 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir