Görüşler

‘İsmi çıkmış deliye vız gelir zaptiye’

‘İsmi çıkmış deliye vız gelir zaptiye’

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, “Mehmed Tevfik’in Yenikapı’da sadece Kafesli’yi anması ilginçtir. Oysa, vaktiyle fukaralara deniz hamamı olan bu semtimizin de sahil yolu yapılana kadar denizin içindeki çöp dağlarıyla ve sahildeki salaş meyhâneleriyle pek şöhretli olduğunu biliyoruz” diyor.

Benim gibi sizler de Karabıçak’ı ilk Mehmed Tevfik’in “âdât ve ahlâk-ı kadime-i milliyemizin eğlence kısmına ait şeyler” olarak tanımladığı dizi kitaplarının “Meyhâne yahut İstanbul Akşamcıları” faslından ve Ahmed Rasim’in “Muharrir, Şâir ve Edib” ismiyle yayımlanan matbûat anılarından okumuş olmalısınız. 1841 yılına ait bir kadı sicilinde “Kumkapı dahilinde Çadırcı Ahmed Çelebi Mahallesi’ndeki tarîk-i âmda vâki Karabıçak” şeklinde geçen bu şerbethânenin ne zaman açılıp ne zaman kapandığına ilişkin maalesef sıhhatli bir bilgimiz bulunmuyor. Eski bir gedikli meyhâne olduğu muhakkaksa da, geçmişinin Osman Cemal Kaygılı’nın “Bekrî Mustafa” tefrikasındaki gibi 16’ncı asra kadar gittiğinden hayli kuşkuluyum.

***

Mehmed Tevfik’in Yenikapı’da sadece Kafesli’yi anması ilginçtir. Oysa, vaktiyle fukaralara deniz hamamı olan bu semtimizin de sahil yolu yapılana kadar denizin içindeki çöp dağlarıyla ve sahildeki salaş meyhâneleriyle pek şöhretli olduğunu biliyoruz. 26 Ağustos 1937 günlü Haber gazetesine göre Yenikapı’da tam on bir gazino varmış. 1 Eylül 1938 günlü Akşam gazetesiyse, bir yıl öncekilere üç dört yeni gazino daha eklendiğini yazıyor. ‘30’lu yılların gazetelerine nazaran Yenikapı’daki içkili gazinolardan Sefa’nın ve Mavi Tuna’nın diğerlerinden sanki biraz daha revaçta olduğu anlaşılıyor. Onlardan önceyse, 19’uncu yüzyılın sonlarında ve 20’nci yüzyılın başlarında, edebiyatımızın ne kadar kalburüstü büyüğü varsa, hemen hepsinin ara sıra Baçikçi Agop’un Yenikapı’daki salaş meyhânesine takılmaları âdettenmiş. Hersekli Ârif Hikmet, Muallim Naci, Şâir Eşref, Müstecabizâde İsmet, Hakkı Paşazâde Celâl, Andelîb Es’ad, Nûri Şeydâ ve Ahmed Rasim, say say bitmez. Ermenice’de “baçik” öpücük anlamındadır, meyhâneci Agop da iki kadeh “domuz sıkısı” çaktı mı, önüne kim çıkarsa, tanısın tanımasın, ona öpücükler kondurmaya başlarmış. Bu yüzden kendisinin ve meyhânesinin ismi Baçikçi Agop kalmış. ‘60’lı ve ‘70’lı yıllardaysa sıra sıra gazinolar eski mahalleyi yutmaya başlamıştı. Rahmetli annemin teyzesi orada oturduğundan, ’70 veya ’71 yılında onu ayda bir iki defa ziyarete gider ve bir gece mutlaka Yenikapı’da kalırdık. Evi, sahil yoluna dört beş adım mesafede, Çakıl Gazinosu’nun arkasındaki ahşaplardan biriydi. Ama, yakındaki Çakıl ve az uzaktaki Gar gazinolarının kakofonisinden Yenikapı’da uyumak ne mümkündü! Ertesi sabah teyzemizi kaptığımız gibi Suâdiye’ye getirirdik, çünkü semt-i dildarımızın ıssızlığı yaşlı kadına ninni gibi geliyordu.

***

Hukuktaki ilk yılımdaysa, Kadıköyü yakasından üniversiteli arkadaşlarla Yenikapı’daki Odunluk’a takılıyorduk. Ahmet Zeki Pamuk henüz fakülteye girmemişti, rahmetli Cengiz Güngör’ü ise orada tanımıştım. Odunluk’un istasyona doğru üstünde ve sahile inen yolun başında, Bekrii Mahmut’un, evet tabelaya “Bekrî” değil, iki i harfi ile “Bekrii” diye yazıldığını anımsıyorum, salaş mı salaş bir meyhânesi vardı. Cengiz ile üç dört defa oraya gidip, her defasında birer ufak “Gıravatlı” içmiştik. Rahmetlinin beni Bekrii Mahmut’un meyhânesine Karıncaezmez Şevki orada demlendiği için götürdüğünün sonra farkına vardım. Aynı günlerde, Öder Bozok’un, Taşkın Tanman’ın ve Refik Durbaş’ın da Bekrii Mahmut’a geldiklerini ’91 yılında “Çaylar Şirketten” şâirinden okuyunca çok şaşırmıştım.

***

Langa sanki çok farklı bir mahalmiş gibi yazılmaz mı, sinir oluyorum. Yahu, daha düne kadar, Langa bostanları ve meyhâneleri, Yenikapı tren istasyonunun hemen iki adım üstünde, bugünkü arkeolojik kazı alanının olduğu yerdeydi. Benim kuşağım Langa’nın son günlerine yetişti, hatta ’84 öncesinde Yenikapı gazinolarının birinde, sanırım Köşem’di, üvertür şarkıcı olarak sahne alan Langalı bir arkadaşım bile vardı. Onu yaşamıma aynı gazinoda fotoğrafçı olarak çalışan Yedikuleli Çarli sokmuştu. Bana hep çamur deryası Langa semtinde oturdukları kolera sokağını anlatırdı. O sokaktan sağ çıkıp otuzlu yaşlarına gelmesi bile mucizeymiş. Langa’daki Maksud’un Meyhânesi’ni hiç duymamıştı ama Eşref Kolçak bıyıklı babasının ‘60’lı yıllarda kondularının yakınlarındaki bir salaşta rakıyı yumruk mezesiyle içip de nasıl tayyare olduğunu kare kare anımsıyordu.

***

Maksud’un Meyhânesi maalesef Sermet Muhtar’ın yazdıklarında kaldı. Ahmed Rasim o sıralar Balık Pazarı’ndaki Mihoni’yi mesken tuttuğundan Maksud’u pek bilmiyordu, Osman Cemal ise yetişemedi. Müdavimleri arasında, ehl-i dil İbrahim Bey, zarafet ve nezaket numunesi Nazif Bey, nüktedan Nalıncı Tahsin, Borazan Tevfik, Arap İbrahim, fıtraten komik Atâ Beyzâde Âsım ve Enderunlu Raşit bulunuyormuş. Enderunlu Raşit demişken de meraklısı için küçük bir teferruatı not düşeyim: Balkan Harbi sırasında vefât ettiğini bildiğimiz hilkaten zarif ve hassas bir sanatçı olan Enderunlu Raşit’in, M. Süleyman Çapan’ın Son Telgraf gazetesinde yayımlanan “Esrarengiz İstanbul” tefrikasının 14 Ağustos 1937 günlü ve kırk beş numaralı bölümünde Enderunlu Ayı Raşit olarak geçmesi, beni hayrette bırakmıştır.
Langa sadece meyhâneleriyle değil, bostanları ve hıyarıyla da şöhretliydi. ’70 başlarında tren yolunun hemen üstündeki daracık sahaya kadar sıkışmış olan son bostanlara ben yetiştim. Kırk yıl öncesindeyse Langa bostanları Davutpaşa’daki çöp iskelesine kadar uzanıyormuş. Bana sorarsanız, Langa’nın hıyarını değil Çengelköyü’nün bademini tercih ederim. Oysa, Aydın Boysan, bostanda ballı lokma tatlısı gibi yatarken eteği belindekilere iç geçirten Langa hıyarı diyor da, başka bir şey demiyordu. Onu ısırırken öyle kütürdermiş ki, yanınızdan tren geçse duymazmışsınız. Bununla birlikte Langa hıyarını kütür kütür yiyip mideye indirenlere de pek kızıyordu, onun mutlaka tabakta iz bırakmayacak kadar koyu yoğurt ile terbiye edilmesi gerekiyormuş. Yani, Langa hıyarından cacık yapmamızı istiyordu. Ama, artık ne Langa ne de hıyarı kaldı. Ha, az kalsın unutuyordum, Osman Cemal, Kozma’nın karısı Aleksandra’nın hıyarla cacık yerine karanfilli komposto yaptığını yazmıştı. Yeri gelmişken, büyük muharririmizin, ’31 yılında Yeni Gün gazetesine şehrimizin köşe bucağını yazarken, hıyardan ziyâde Langa bostanlarındaki, alyanaklı, yeşil gözlü, iri kemikli ve altın saçlı bahçevan kızlarla ilgilendiğinden, maalesef bizi başı bozulmuşların bu zerzevata rağbetinin renkli hikâyelerinden mahrum bıraktığını da söylemeliyim.

***

Peki, henüz “imar” denen felâketin şehrin Osmanlı dokusunu bozmadığı yıllarda, Münif Fehim’in Langa bostanlarındaki omuz vursan yıkılacak kadar yaşlı bir ahşapta oturduğunu biliyor muydunuz? ’38 ile ’46 arasında olmalı, bir gün Hikmet Feridun ile Sermet Muhtar, İstanbul’u kar fırtınasına teslim almışken, Münif Fehim’in ahşabında buluşurlar. Hikmet Feridun o günü ’84 yılında şeker şurubu üslûbuyla şöyle anlatmıştı:

“Münif Fehim’in şaşırmayayım diye kendi eliyle çizip bana verdiği haritalı adrese baktım. Aaaaa! Langa bostanları! Adrese nazaran o Paris ressamlarına benzeyen Münif burada oturuyordu. Gittim. Langa bostanlarına lapa lapa kar yağıyor. Yollarda kimsecikler yok. Tam kurt sürülerinin ineceği hava. Karşılaştığınız insanlar soğuktan yanıt bile veremiyorlar. Bir insaf sâhibi eliyle ilerideki bostanı işâret ederek ‘İşte orası!’ dedi. Gerisin geriye döndüm. Tipiden nefesim kesilene kadar yürüdüm. Nerede Münif Fehim’in evi? Önünde bulunduğum bostanla tren yolunun ve surların arasında. Karlara gömülmüş tahta ve yaşlı bir ev. Lahanaların, pırasaların, kerevizlerin arasından geçtim. Kar şiddetlendi. Sanki Münif’in evine gidiyor değil de, bir yılbaşı tebrik kartının içine giriyor gibiydim. Lapa lapa yağan kar altındaki bostanda bir konak yavrusu.

Keskin bir kereviz kokusunun içinde ilerlerken bariton sesli köpekler acı acı havlamaya başladılar. Bereket versin ki Münif Fehim kapıdan fırlayıp beni karşıladı. Yoksa hâlimiz haraptı. İşte karlı bostanların ortasındaki Münif Fehim’in gizli cennetindeyim! Güldür güldür yanan, gecekondu boyunda bir çini soba. Dünyanın en nazik ev sâhibi, en candan meslek arkadaşı. Biraz sonra yine köpek sesleri. Sermet Muhtar gelmiş olacaktı. Münif fırladı. Birbirimizden pek hoşlanmıştık. Saatlerce orada kaldık. Ancak kar yeniden tipiye çevirince Münif bizi bostan sınırına kadar götürüp geçirdi.”

Langa demişken, Tulumbacı Bahriye atlanmaz. Pederi Baha bir paşazâde olmasına karşın, Fitnat isminde bir fahişeye gönül koyunca, aileden dışlanmıştır. Yanına kerhâneden çıkardığı Fitnat’ı alıp, Langa bostanlarındaki bir kulübeye yerleştiğinde, 1870 veya 1871 yılı olmalıdır. Ayyaş Baha’nın rakı parasını çıkarabilmek için yapmadığı iş kalmadığını biliyoruz. Baha’nın Samatyalı tiyatrocu Ahmet Fehim Efendi’nin kankası, Ahmet Fehim’in ise Langalı Münif Fehim’in pederi olduğunu belirteyim, yeter. Fitnat,1872 yılında Bahri’yi, 1875 yılındaysa Bahriye’yi doğurduktan sonra, veremden yatağa düşer ve biri üçünü diğeri ikisini doldurmamış bebelerini bir ayyaşa ve ondan daha akıllı olduğu mukakkak Fındık isimli köpeklerine bırakıp dâr-ül-bekâya gider. Bahri birazcık büyüdüğünde Langa’nın sefilleri arasında suç makinası olup çıkar. Paçayı zaptiyeye kaptırıp Sinop’a gönderildiğindeyse, küçük Bahriye mahallenin oğlanlarının arasında bir başına kalır. Daha dokuz on yaşlarındayken tulumbacılara katıldığı, yangın yerlerine gidip geldiği kayıtlardadır. Üsküdarlı Âşık Razi 1890 yılında ismi deliye çıkmış Bahriye için bir destan yazdığındaysa, on beşindedir.

Karakolda müseccel Kayıkçı Ahmet, Tulumbacı Ali, Hammal Hüseyin ve Arabacı Veli en yakın arkadaşlarıdır ama, oğlan desen değil, kız desen değil, bir demir leblebidir Bahriye, bu yüzden kimse onunla zingirdeşmeye cesaret edemez. 1893 yılında, pederi cartladıktan hemen sonra, mahallenin imamı, bekçisi ve komiseri araya girip, onu İlyas isminde Pötürgeli bir sakayla baş göz ederler. Bahriye 1894 yılında İsmail’i doğurur. 1897 yılında kocası İlyas evde ne kadar para ve ziynet eşyası varsa, hepsini alıp kayıplara karışır. Balkan Harbi çıktığındaysa, on yedisindeki İsmail gönüllü askere yazılıp, cepheye gider. Bir yıl içinde Edirne’de Bulgarlara esir düşüp, kurşuna dizilir. Bahriye bunu duyduğunda kafasındaki son tahtalar da düşer, yedi yirmi dört İsmail’in sedirin üstündeki fotoğrafıyla konuşmaya başlar. Sonunda, 1914 olmalıdır, Bakkal Bodos’tan aldığı rakıyı kafaya dikip, kendisini bahçedeki erik ağacının dalına asar. Öldüğünde sadece otuz dokuzundaydı, cesedine bakanlarsa onu yetmişlik bir müntehir sanmışlardı…

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir