Görüşler

Kimler geldi kimler geçti...

Kimler geldi kimler geçti...

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Sirkeci denen kadim mahaldeki iskelenin karşısına Ankara Caddesi deniyor ama bu cadde benim için hep Bâb-ı Âli Yokuşu oldu” diyor.

Sirkeyle hiçbir ilgisinin olmamasına karşın Sirkeci denen kadim mahaldeki iskelenin hemen karşı hizasından ve parkın yanındaki köşeden başlayan yola Ankara Caddesi deniyor, ama Ankara Caddesi benim için hep Bâb-ı Âli Yokuşu oldu.

Yokuşun hemen başındaki İstanbul Lokantası’nı ‘60’lı yılların sonundan ve ‘70’li yılların başından şıkır şıkır anımsıyorum. Sanırım ‘40’lı yılların ortasına doğru, belki ‘45 sonrası bile olabilir, orayı Pandeli Çobanoğlu’nun ailesinden Hıristo açmıştı. Ali Dündar onun ortağı mıydı yoksa şef garsonu muydu, şimdi çıkaramıyorum. Ama, beni edebiyatımızın açısından İstanbul Lokantası zerre kadar ilgilendirmiyor, derdim orasının İştaynbruh Birahânesi ile öncesindeki Kafkas Birahânesi dönemleridir. Ahmed Rasim üstadımız Kafkas Birahânesi’nin Paris Oteli’nin altında olduğunu söylüyor, anlayacağınız Andelîb Es’ad’ın yokuş üstündeki iki pencereli bekâr odasına pek yakın bir mesafededir. Bu da Kafkas’ta oturan birinin Bakkal İstavri’yi görebildiği anlamına geliyor. Sakın ha, siz siz olun, Bakkal İstavri’yi anmadan edebiyatımızın harâbâtîlerine balıklama dalmayın, şâyet onun tava çeşitleri olmasaydı, pek çoğu rakıdan değil de açlıktan cavlağı çekmiş olurdu. Neyse, Bakkal İstavri’yi bırakıp biz yeniden Kafkas Birahânesi’ne dönelim. 20’nci yüzyılın hemen öncesinde, Andelîb Es’ad’ın, Mehmed Celâl’in, Müstecâbîzâde İsmet’in ve Ahmed Rasim’in, meyhâne meyhâne dolaşmaya başlamadan önce oraya da şöyle bir uğradıkları çok yazılmıştır. Ancak, Kafkas Birahânesi’nin asıl meşhurluğunu, mekânımız İştaynbruh Birahânesi olduktan sonra, devrin nüktedânlarından Adalı Avni Yağız ve Danton Nizamettin ile başlatmamız gerekiyor. ‘43 yılında kaybettiğimiz Adalı Avni belediye encümeniydi, ‘46 yılında kaybettiğimiz Danton Nizamettin ise Anadolu Ajansı’nda mütercimdi.

Yokuşun solunda 44 numaradaki Yeni Üniversite Kitabevi aklıma geldikçe üzülüyorum. Sâhibi, “Türkiye’de Gençlik Meselesi” ve “Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi” risalelerinin yazarı Lütfi Erişçi’ydi. Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir ve Behzat Ay, ‘69 sonbaharı ile ‘71 yazı arasındaki hemen her hafta sonunda, Lütfi Erişçi’nin o daracık dükkânında buluşuyorlardı. Anımsadığım kadarıyla, Lütfi Erişçi asabi bir adamdı, maalesef ‘71 yazında eski çalışanı Tamer Lokum ile gereksiz bir tartışmaya girince de, üç bıçak darbesiyle hayatını kaybetmişti. O sıradaki Meserret çok fazla yazıldığından, tekrara düşmemek için atlıyorum. Karşı köşesinde, ‘38 ile ‘45 arasıdır, Sertellerin Tan gazetesi vardı, karı koca solcuydular tamam, ama Nâzım Hikmet’in orada iki liraya musahhih olarak çalıştırıldığını da unutmayalım. O yıllardaki iki liranın alım gücünü anlayabilmeniz için size ‘42 yazında altı yüz gramlık ekmeğin on altı kuruşa satıldığını belirteyim de, toriği öyle çalıştırın. Biliyorsunuz, bir şiirinde Sertellere olan kırgınlığını, “Ve ben şâir musahhih / ve ben her gün / iki liraya / iki bin kötü satır okumaya / mecbur olan adam” şeklinde döktürmüştü. Karşı sıradaki 87-89 numarada Semih Lütfi Kitabevi vardı, ‘70 başlarında dahi telefonlu kitapçı pek azdı ama Semih Lütfi’nin “21520” olan telefon numarası hâlâ aklımda. Aslında orayı 1906 yılında Suhulet Kitabevi olarak açmış, sanırım ‘26 yılında da ismini Semih Lütfi Kitabevi olarak değiştirmişti. Semih Lütfi Erciyas ‘45 yılında vefât edince, işin başına karısı Aznif Hanım geçmişti. Herkes onu asık suratlı bir kadın olarak anımsıyor ama bana sorarsanız hiç de öyle biri değildi derim.

Aznif Hanım ‘81 yılında hayata vedâ edince, kitabevi resmen değilse bile fiilen kapandı. Sanırım ‘82 yılıydı, bir gün yokuştan çıkarken Semih Lütfi Bey’in dükkânının önünde bir kalabalık görmüştüm, kızları Armine Hanım yoldan geçenleri bir bir çevirip, içeriden istedikleri kitapları parasız alabileceğini söylüyordu. Armine Hanım’ın dükkândaki kitapların hepsini sattığı yazılmıştır ya, inanmayın, matbûâtın büyük atmasyonudur. Çünkü, Armine Hanım’ın o gün kitapları satmadığının, herkese bedavadan dağıttığının tesadüfen tanığı oldum. Sadece bedavadan dağıtılan kitapların mı, hayır, başta bir iki sahhaf olmak üzere kitap sevmez halkımızın işi yağmacılığa dönüştürdüğünün de tanığıyım. Bense o hengâmeden utanmıştım ve tek kitap dahi almadan hemen oradan uzaklaşmıştım. Semih Lütfi’nin az üstündeki 133 numarada ise Kanaat Kitabevi bulunuyordu. İlyas Bayar’ın Kanaat Kitabevi’nin hangi yılda yayıncılığa başladığı tartışmalıdır, 1897, 1898 ve 1905 yılları veriliyorsa da, sadece Reşit Efendi Hanı’nın girişindeki Kanaat Kütüphânesi’ni 1905 yılında açtığı kesindir. İlyas Bayar, 1880 yılında Balat’ın Kefevi Mahallesi’ndeki İstipol Sokağı’nda, bu sokak günümüzde Salma Tomruk olarak biliniyor, esnaftan Yeko Behar’ın oğlu olarak dünyaya gelmişti. Okumayıp, on dört veya on beş yaşında iken Darüşafaka Kütüphânesi’ne çırak olarak giriyor. Yaşı biraz ilerleyip de Bâb-ı Âli’de palazlanıncaysa hemen balık etindeki baygın bakışlı Lüsi Hanım’ı yoldan çıkarıyor. Sıhhatinden pek emin olmamakla birlikte, oğullarından Yakup’un 1918 yılında, Aslan’ın ise 1919 yılında dünyaya geldikleri aklımda kalmış. İlyas Bey’in kalbi, maalesef henüz altmış dördünde iken, 26 Ocak 1945 sabahında duruvermiştir. Cenazesi 28 Ocak günü Beyoğlu’ndaki Knesset Sinagogu’nda düzenlenen dini merasimden sonra Arnavutköy’deki aile kabristanına defnedildi. İlyas Bey’den sonra işin başına geçen oğullarından Yakup ‘85 yılında, Aslan ise ‘95 yılında aramızdan ayrıldılar. Aslında kitabevi Aslan Bayar’ın vefâtından daha önce kapanmıştı. Ama, dükkânın vitrininde birinin birkaç yıl boyunca saksı saksı çiçek yetiştirdiğini ve saksıların arasında bir kedinin uyukladığını anımsıyorum. Muhtemelen o kişi de Aslan Bey’di, sağa sola sordumsa da bir bilen çıkmadı.

Çocukluğumda Kanaat’ın kitaplarında nedense en fazla kurt başlı sembolü severdim, İlyas Bayar’ın böyle bir sembolü aklı bokuna karıştığından yaptırdığı söylenirse de, rivâyetin sıhhatinden emin değilim. Bir de Arkın Kitabevi’nin göksel küreyi sırtında taşıyan Atlas sembolü beni hep cezbetmiştir. Yokuşun kavis yaptığı yerdeki Arkın Kitabevi edebiyatçıların bir diğer buluşma mekânıydı. Sâhibi Ramazan Gökalp Bey’in, ‘36 ile ‘56 arasında, şiir, oyun, inceleme, sözlük ve antoloji türlerinde çok sayıda eseri yayımlanmıştı. Acem aşîrân makamından “Bulutlar Kokunu Getirir Bana” şarkısını hiç İnci Çayırlı’dan dinlediniz mi, işte o şarkının güftesi dahi Ramazan Gökalp Bey’indi. Arkın Kitabevi’nin az altındaki 62 numarada İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Hilmi Kitabevi bulunuyordu. Hüseyin Rahmi romanları nefis kapaklarla Hilmi Kitabevi’nden çıkmıştı. Bendeki Halid Ziya’nın ve Abdülhak Şinasi’nin şaheserlerinden pek çoğu da Hilmi Kitabevi’ndendir. 23 Ocak 1946 günlü Son Posta gazetesindeki “Meslek hayatının 50’nci yıldönümünde Kitapçı İbrahim Hilmi” başlıklı habere nazaran, terzi çıraklığından yetişme İbrahim Hilmi Bey’in bastığı ilk kitap 1312 tarihini taşıyormuş. İbrahim Hilmi Bey, ‘28 öncesinde, asıl parayı bastığı ders kitaplarından kazanıyordu. Ama, 3 Kasım 1928 günü yayınlarak yürürlüğe giren “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” yüzünden, eski harflerle bastığı ders kitaplarının hepsi elinde kalınca, neredeyse iflasın eşiğine kadar gelmişti. İbrahim Hilmi Bey’i ‘63 yılının yazında kaybettik.

Karşı sırada, Cağaloğlu Yokuşu’na sapmadan önce, 93 numarada Remzi Bengi’nin Remzi Kitabevi, 95 numaradaysa Garbis Fikri’nin İnkılâp Kitabevi vardı. Remzi Bey aslında yayıncılığa ‘27 yılında Bâyezîd’da Ümit Kitabevi ismiyle başlamış, ‘29 yılında Ankara Caddesi’ne geçerek işe Remzi Kitabevi olarak devam etmişti. Ne yalan söyleyeyim, Remzi Bey’in ‘78 yılındaki vefâtından sonra yayınlanan Remzi Kitabevi etiketli kitapların çoğunda, kastım elbette “Çilek Serisi” değildir, yayınevinin eski kitaplarının edebi lezzetini bir türlü bulamadım. Remzi Bey’in komşusu Garbis Fikri’nin de yayıncılığa ‘27 yılında başlaması ilginç bir tesadüftür. İnkılâp, ‘62 yılında Aka Eren’in Aka Kitabevi ile birleşerek, ‘84 yılına kadar İnkılâp ve Aka oldu. Birleşmeden önce Aka Kitabevi, Cemal Nadir Sokak’taki 109 numaralı Büyük Milâs Han’daydı. Remzi Kitabevi’nden sonra, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda, üst cephesinde “Merbolin” yazan bir dükkân, ondan sonra da 89 numarada Arif Bolat Kitabevi bulunuyordu.

Cağaloğlu Yokuşu’na saptığınızda, hemen 38 numaradaki İstanbul Maarif Kitaphânesi ve Matbaası’nı görürdünüz. Acem asıllı Naci Kasım ‘63 yılında vefât ettiğinden ‘70’li yıllarda işin başında kızları Menice ve Persiye hanımlar vardı. Rahmetli annem hep Saatli Maarif Takvimi’ni kullandığından, o dükkâna takvim almak için ‘69 ile ‘87 arasında her yılın sonunda mutlaka uğruyor, toz mavisi renginde önlükler giyen ihtiyar bayanlarla sohbet ediyordum. Kimden duyduğumu şimdi çıkaramıyorum ama Saatli Maarif Takvimi’ni ilk Naci Kasım’ın pederi Hacı Kasım Efendi 1860 yılında basıp satmaya başlamış. Geldik, yokuşun 40 numarasına, yanılmıyorsunuz, Varlık Yayınları oradaydı. Edebiyatımızın şimendiferi olan Varlık dergisinin ‘33 yılında Ankara’da yayınlanmaya başladığını, ‘46 yılındaysa İstanbul’a nakledildiğini kaç kişi anımsıyor, merak ediyorum. Varlık Yayınları’ndan çıkan hemen her kitap evimize girerdi, derginin her sayısı da öyle. Ancak ben Varlık dergisini okumayı Yaşar Nabi Bey’in ‘81 yılındaki vefâtının hemen ardından bıraktım, arkadaşım Enver Ercan’ın yönetimindeyken bile düzenli şekilde almadım. Sanki Yaşar Nabi Bey’in aramızdan ayrılışıyla birlikte derginin sıcaklığı da kaybolmuştu. Yokuşun sağdaki ilk sokağına, yani Acı Musluk Sokağı’na girerseniz, o sokağa sonradan Cemal Nadir’in ismi verilmiştir, ‘40’lı yıllarda 7 numarada Yedigün Mecmuası çıkıyordu.

Acı Musluk Sokağı, aslında Yedigün Mecmuası’nın üçüncü adresidir, ilk yeri Meserret Oteli’nin karşısındaymış, ikinci yeriyse İkdam Yurdu’nun ikinci katıymış. Az ilerisindeyse Akşam gazetesi vardır, ‘60’lı yılların Akşam’ı ve ‘70’li yılların Yeni Ortam’ı, hep en sevdiğim gazeteler oldu. Akşam gazetesi Suriçi’ndeki Acı Musluk Sokağı’nda çıkıyordu ama asıl okuru Kadıköyü’nün ahalisiydi. Esat Mahmut’un polis muhabirliğinde Akşam’dan Fuat Duyar ile yarıştığı yıllardır, Hikmet Feridun üstadımızın onlardan Fuat Duyar için “binlerce kulak olarak yaradılmış adam” dediğini anımsıyorum. İşin komik yanı, ikisinin de haber kaynağı aynı kişiymiş, Beyoğlu’ndaki Fıstıkçı Nuri şehr-i İstanbul’un ağır işçilerini, manitacılarını, yamyamlarını, bulaşıklarını, beyazcılarını, anasının rahminde babasına kıçını dönmüşlerini, pezevenklerini ve de künye silicilerini bir bir onlara satarmış. Beyoğlu Karakolu’nun acar memurlarından Ayı Mehmet’i ara sıra gördüklerini de unutmayalım. Ancak, Esat Mahmut polis haberinde Fuat Duyar ile yarışırken, dilberler için de yine Akşam’dan zampara muharrir Vâ-Nû ile yarıştaymış. Vâ-Nû bu, hep başkalarının kadınlarına meraklı olmuştur, bir defasında da kankası Esat Mahmut’un yatağına giren kolejli çilli kıza asılmaz mı, romancımız arkadaşının arsızlığını öğrenir öğrenmez Akşam’a hışımla dalmış ve iki tokatta onu yere serivermiş.

Akşam gazetesinden palamarı çözelim ve Cağaloğlu Yokuşu’nun başına inip Ankara Caddesi’nden yukarıya doğru yürümeye doğru devam edelim diyeceğim ama, yolun sağında ve solunda zırtullahi kirmani pek fazla olduğundan, onları da bir başka yazıya bırakıp, maalesef şimdilik benim ismim nokta, sakın beki unutma diyeceğim...

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir