Görüşler

Kırılmış yumurtalar, kapanmayan parantez ve derinleşen yoksulluk

Kırılmış yumurtalar, kapanmayan parantez ve derinleşen yoksulluk

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, seçim öncesi milyonlarca dar gelirlinin cüzdanını eriten ekonomik olumsuzluklara değiniyor.

Rumen yazar Panait İstrati büyük tasfiyelerin yapıldığı, göstermelik mahkemelerin düzenlendiği 1920’li yılların sonlarında Sovyetler Birliği’ni ziyaret ettiğinde, düşmanlara şiddet uygulamak gerektiği konusunda kendisini ikna etmeye çalışan bir Sovyet yetkili ona şu deyişi hatırlatmış: “Yumurtaları kırmadan omlet yapamazsın.” Rivayete göre Istrati buna veciz bir şekilde şöyle cevap vermiş: ‘Peki. Kırılmış yumurtaları görebiliyorum. Ama sizin şu omlet nerede?’ Bizim genel görünümümüz de çok farklı gözükmüyor açıkçası. Omlet vaadi neredeyse yegane resmi anlatı. “Doğalgaz müjdesi”, “TOGG müjdesi”, daha önce konut kredilerine ilişkin müjde, seçimden sonra nasıl büyük müreffeh yarınlara ulaşacağımıza dair müjde muştulayan dil “kırılmış yumurtaların” elde edeceğimiz güzel omletin hatırına katlanılması gerektiğini tekrarlıyor. Bu muştulayan dilin vaatleriyle karşılaşmadığımız gün yok gibi. Hükümet yetkilileri de hükümeti hükümetten daha fazla destekleyenler de aynı şeyleri inançla tekrarlıyorlar. Durum artık muştulanan şeylerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine ilişkin maddi delillerin mevcudiyetinin ötesinde/dışında, sürreel bir boyutta.

Mantıkla, muhakemeyle ikna edilmek yerine sadakatle, inançla tavır almamız isteniyor. Bir inanç-itikat meselesine dönüşmüş durumda. Herhangi bir delil yerine sözün, sözü söyleyenlerin kendi kişiliklerine, kimliklerine referansta bulunduğu cemaate özgü davranış kalıplarıyla iş gördüğü bir düzlemdeyiz. İşin gerekliliklerine, gerçekleşme koşullarına değil gerçekleştirme iddiasında olanlar kendilerine atıf yapıyorlar. Vurgu, vaat usüle, yönteme değil kendilerine yapılıyor. Dikkate almamız ve ona göre davranmamız gereken şey bize vaat edilen politikalar, sorun tanılama mekanizması, çözümler ve stratejileri değil bizatihi “sorunlarla ben ilgileneceğim” diyen kişiler. Onlara bakmamız gerektiği söyleniyor. Nasıl yapacakları, söyledikleri şeyin söylendiği şekilde niçin olacağına ilişkin işin, alanın gerekliliklerinden ziyade söylemi dillendirenlerin itibarlarına güvenmemiz gerektiği dile geliyor. Şüphesiz bu durum çelişik bir durum yaratmıyor değil. Çoğu yerde durumun bu şekilde çözülemeyeceğine ilişkin bir tereddüt iddiayı dile getirenleri de, bu iddialara inanmak isteyenleri de sarıveriyor olacak ki vaat ve vurgu “onlar yapamaz”a kaydırılıyor. “Onlar yapamazlar, daha önce biz yaptık, yine yapacak olan biziz.” Şüphesiz daha önce yapmış olmanız yine yapmanızı sağlayabilir, yapmanızı daha kolay ve ikna edici kılabilir. Ancak daha önce yaptığınızı niye bozduğunuza ilişkin bir şey demiyorsanız tersine şimdi yaptığınızın daha önce yaptığınızdan daha doğru, daha makul ve daha stratejik olduğunu iddia ediyorsanız ortaya çözülmesi mümkün olmayan girift bir çelişkiler yumağından başka bir şey çıkmıyor. Eğer daha önce yaptığınız gibi işi yine siz doğru şekilde yapacaksanız ve bu süre zarfında iş yapma makamında başkası da olmadığına göre bunca yanlış işi niye yaptınız, yapmaya devam ediyorsunuz? Şu an yaptığınızı, yapma şeklinizi canla, başla, varoluşsal bir hamle olarak sunduğunuza ve savunduğunuza göre bunu nasıl ve niçin terkedip daha önce yürüttüğünüz ve bir anlamda bugün terk ederek yanlış olarak kodladığınız işlere döneceksiniz? Eski tarz doğru ise bugünkü hal ne, yok eskisi yanlışsa nasıl oraya referans gösteriyorsunuz? İnanılırlığınızı, itibarınızı, referanslarınızı bugün inkar ettiğiniz döneme ve uygulamalara yapmakla kalmayıp vaatlerinizi de onlara bağlıyorsunuz ancak fiilen yeni Türkiye ekonomisi, yeni paradigma, vs. üzerinden bütün onları inkar eden iş ve işlemleri de yürütmeye devam ediyorsunuz. Ortada garip bir durum var gerçekten. Ne yardan geçiliyor ne de serden.

Türkiye ortak dilden, ortak mantıktan, ortak muhakemeden yoksun. İdeolojik-politik yapısı o kadar zayıf ve kırılgan ki; müşterek bir hayata, anlamlı bir eleştiriye, yargılamaya, denetlemeye götürecek dil, mantık, muhakeme kullanımını atıl hale getiriyor. Bu yüzden kamusal denetimden yoksunuz, kamusal denetimi gerçekleştirecek asgari standartlardan yoksunuz. Görünümümüz denetimsiz, pürüzsüz, her şeyin giderinin olduğu postmodern bir karnavalı andırıyor. Denetimsiz, pürüzsüz çünkü ileri sürülen şeyi, kamusallığa aktarılan bir sözü, eylemi, söylemi tutacak, parçalarına ayıracak ve gerektiğinde sahibine fatura edecek bir bir işleyişten, bir mevcudiyetten, bir nitelikten yoksunuz.

Gittikçe derinleşen bir ekonomik krizin içinde savruluyoruz. Alım gücü düşüyor, milyonlarca insan sistematik şekilde açlık sınırına doğru süpürülüyor. Yürütülen ekonomi-politik toplumsal eşitsizliği azaltmak bir yana gittikçe derinleştiriyor, alt ve üst sınıflar arasındaki mesafe açılıyor. Sosyal, kültürel, ekonomik ve politik istikrarın bir göstergesi sayılan orta sınıf güneşin altına bırakılan buz gibi erimeye terkedilmiş durumda. Yoksulluk daha çok çalışmayanların yaşadığı bir durum olarak düşünülüyor. Türkiye’de ve şüphesiz dünyada yeterince konuşmadığımız husus ise çalışanların yoksullaşmasıdır. Çalışan yoksullar çalışırken sefalete mahkum edilenleri tanımlıyor. Hükümetin kamu politikasına dönüşen açlık sınırında çalıştırma şeklindeki fiili yönetimi çalışan yoksulluğunu maalesef milyonlarca insan için bir kadere dönüştürmüş durumda. Defaatle dikkatleri çekmeye çalıştığımız üzere yoksulluk basit bir şekilde alım gücünün sınırlılığıyla ilgili bir şey olarak değerlendirilmemelidir. Bu yüzeysel bakış meseleyi çözmek bir yana anlamaktan, anlamlandırmaktan yoksun. Yoksulluk alım gücünün düşüklüğü olduğu gibi insani kapasitenin sınırlandırılması, ufkun körelmesi, kuşaklararası sosyal, siyasal, kültürel, akademik eşitsizliğin derinleşmesi, yapısallaşması demektir. Çalışma basit şekilde insanların ekonomik bir faaliyeti yürütmesi olarak değerlendirilmemelidir. Çalışma şeklimiz, koşullarımız, aldığımız ücret aynı zamanda anlamlı toplumsal, ahlaki, politik failler olup
olmadığımızın kaderini belirliyor. Sadece mal ve hizmet satın alma kapasitemizi belirlemiyor aynı zamanda toplumsal-politik konumumuzu belirliyor, benlik algımızı, özgüvenimizi şekillendiriyor. Bu tarz devlet kaynaklı yoksullaştırma insan hakkı ihlali olduğu gibi çok açık bir biçimde vatandaşların devlet tarafından ihmal edilmesidir.

Milyonlarca emekli bugün açlık sınırın altında bir gelire sahip. Türkiye’de çalışanların yüzde doksanından fazlası yoksulluk sınırın altında bir ücrete çalışıyor. Bunların çok büyük bir kısmının geliri asgari ücret sınırında yani açlık sınırında. Asgari ücret maalesef ülkemizin temel çalışma ücreti. Milyonlarca insan için yoksulluk sınırında bir ücretle çalışmak bırakın arzulanmayı hayal edilebilir olmaktan bile çıkmış durumda. Sorun biyografik bir mesele değil, sistemik bir sorun olarak karşımızda duruyor. Siyaset tam da bu sistemik sorunların, özellikle biyografikleştirilmeye çalışılan yapısal sorunların her bir insanın temel ahlaki, psikolojik, özgür hüviyetini koruyacak ve geliştirecek şekilde çözülmesine yöneldiği için önemlidir, anlamlıdır. Siyaseti yoksullaştırma mekanizmasına çeviren, bu yönde işleyen bir gerçekliği perdeleyen siyaset Nuri Pakdil’in ifadesiyle kara siyasadır.

Hükümetin önemli isimlerinden Numan Kurtulmuş katıldığı televizyon programında şu an yaşadığımız ekonomik sıkıntıları Türkiye’nin bu özgül koşullarına has bir parantez olarak görmemiz gerektiğini söylüyor. Ne mevcut ekonomi-politiğe ne büyüyen toplumsal eşitsizliğe ne açlık sınırında insandışılaştıran bir yaşam formuna neyin, nasıl, niçin sebep olduğuna ilişkin bir şey sunuyor. Cumhurbaşkanı ve diğer hükümet yetkilileri gibi önümüzdeki dönemde parantezin kapanacağını ve bizi bekleyen omletin varlığıyla muştuluyor. Tamam da bu parantez ne zaman kapanacak, nasıl kapanacak? Parantez söylemi anlamı yutan kara delik gibi. Altı ay sonra uyanacaktık her şey bambaşka olacaktı, 2023’te dünyanın ilk on ekonomisi içine girecektik, kişi başı gelir yirmibeş bin dolar olacaktı, enflasyon tek haneye düşecekti, alım gücü yükselecekti vs. Kırılan yumurtalardan geçilmiyor, omlet yiyeceğimizi gösteren bir emare de yok. Acaba bu yoksulluk parkurunu, bu göz yaşı vadisini geride bırakmak için ne kadar daha dayanmamız gerekiyor? Psikolog Jung’un tespiti çok yerinde: “Hayatta en terajik şey ortadaki problemin kendimizden kaynaklandığını görmememizdir.”

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir