“Bilime güvenin olmadığı bir toplumda geleceğe dönük, bazıları kehanet izlenimi veren farklı tahminlerin ve medyadaki reytingi yüksek tartışmaların, sadece bilime değil, aynı zamanda topluma etkilerini bu uzmanların önce kendi aralarında tartışmaları gerekir.”
Toplumun güvenilir bilgi elde etme hakkını “bilim etiği” mi, “medya etiği mi” yoksa Kuçuradi’nin yıllardır anlatmaya çalıştığı “bireysel etik” mi koruyabilir? Bu bağlamda, akademiden ve özellikle Bilim Akademisi gibi bu konudaki bilim ilkelerini izleyen kurumların fen bilimleri ve tıp gibi insan hayatını doğrudan etkileyen alanlarda çalışanların akademi/medya/kamuoyu ilişkisinin nasıl kurulması gerektiği hakkında tartışma yaparak kamuoyunu bilgilendirmesini umuyorum.
Bu yazıda son otuz yıldır her deprem sonrası medyada deprem uzmanlarının yaptığı tartışmaları izlerken kafamda dolaşıp duran ancak bir türlü cevaplayamadığım bazı soruları sormak istiyorum. Bilime zaten güven duymayan bir toplumda liyakatlerinden şüphe duymadığım bu uzmanların devleti uyarmak isterken toplumda yaratacağı etkiyi önemsememeleri doğrusu beni şaşırtıyor. Bu da bana belki de bugünkü koşullarda sizlere naif gelecek şu soruyu sorduruyor: “Kamuoyunun doğru bilgi edinme hakkını “bilim etiği” mi yoksa “medya etiği” mi koruyabilir?”
Bu sorunun cevabını kimin vereceğini, bu konuda çalışan bilim felsefecilerinden haberdar olmadığımdan, bilmiyorum. Genel olarak, “etik” konusunda Sevgili İoanna Kuçuradi’nin bazı konuşmalarını dinledim, yazılarını da okudum. Belki de bu sorunun ilk cevabı esas olarak Kuçuradi’nin anlatageldiği bireysel etik konusuyla ilişkilidir.
Diğer taraftan özellikle toplumsal ya da bireysel yaşamı doğrudan ilgilendiren bazı alanlarda günümüze kadar yaşanmış olan tecrübeler sonucunda Hipokrat Yemini ile başlayan “mesleki etik”, “bilim etiği” ve “medya etiği” gibi konularda somut kuralların oluşturulması çabasının sürdüğünü ve bu konuların ayrı birer bilim dalı haline geldiğini de biliyoruz. Bu çalışmalar sonucunda her meslek grubuna özgü etik ilkeleri süreç içinde belirlenmiş ve hatta bazıları yasal olarak da kodlanmış duruma gelmiştir. Türkiye’de de Meslek Odaları zaman zaman bu ilkeler doğrultusunda üyelerinin çalışmalarını denetim altına almaya çalışıyorlar ve bu konuyu da gündeme getiriyorlar. Medya etiği konusunda da aynı şekilde medya çalışanlarının örgütleri ve medyanın duayenleri ombudsmanlık görevi yapmaya çalışıyorlar. Ancak, maalesef bir yandan siyasal kutuplaşmanın diğer taraftan medya çağının yarattığı “rating” baskısının hem meslek etiğini hem de medya etiğini zorladığı günleri yaşıyoruz. Bu zorlama, maalesef farklı alanlarda uzman olan ya da hiçbir uzmanlığı olmayan ve “seyirci” konumunda olan biz sıradan fanileri çok şiddetli bir biçimde etkiliyor.
Ben de uzmanı olmadığım konuları genellikle medyadan ya da sosyal medyadan izlemeye çalışanlardanım. Bu vesileyle özellikle “ünvanlı akademisyenler” tarafından medyada yapılan tartışmaların etkisiyle nasıl baş edebileceğimiz konusunu, kendi bakışımla, gündeme getirmek istiyorum. Kişisel olarak kendi ilgi duyduğum alandaki sosyal bilimcileri dinlediğimde her birinin hangi ekolden olduğunu, hangi kuramsal yaklaşımla konulara baktığını ve yaptığı araştırmalarla konuşmaları arasındaki tutarlılığı tahmin edebiliyorum. Sosyal bilimcileri izlerken dikkatimi çeken noktalardan biri, bazı akademisyenlerin her güncel konuya hızla cevap verebilme alışkanlığına sahip olmaları. Belagat ve hızlı yanıt özellikle siyasetçiler için çok önemli bir meziyet olabilir ama bir akademisyenin her yeni konuyu kesin yargılarla anında açıklaması tartışmaya açık bir konu. Nitekim yapılan tartışmalarda akademik etik kaygısı olan “bağzı” akademisyenlerin buna dikkat ettiklerini ve kesin yargıda bulunmadan dikkatlice yorum yaptıklarını hemen fark edebiliyoruz, ama rating meraklısı medya yapımcıları için bu akademisyenler çok da makbul değiller.
Bilim etiği tartışmalarında akademik dünyadaki bilgi birikiminin kamuoyu ve medyaya hangi ilkeler doğrultusunda paylaşılacağı konusu pek açık değildir. “Güvenirlik” ve “Dürüstlük” ilkeleri her araştırmacının kendi konusunda çalışan diğer akademisyenlere araştırmanın bütün aşamalarının ayrıntısını tartışmaya ve eleştiriye açmasını ifade eder.
BİLİM ETİĞİNİ TANIMLAMAK, AMA NASIL?
Bilim etiğini tam nasıl tarif edebileceğimi sorgularken Türkiye’deki “bağımsız” bilim adamlarının kurduğu Bilim Akademisi’nin internet sayfasından yararlandım. Bilim Akademisi’nin sayfasında Akademi, kendi etik ilkelerini: “Liyakat, Özgürlük ve Dürüstlük” olarak tanımlıyor. Aynı sayfada, Akademinin bu konudaki ulusal/uluslararası kaynaklarıizlediğini ve kendi düşüncelerini paylaştıklarını ifade ediyorlar. Bilim Akademisi’nin kendi prensiplerinde esas olarak son dönemlerde Türkiye’deki akademisyenlerde yaygın olarak gözlemlenen “liyakatsizliklere” işaret edildiği, yeni ve özgün araştırma yapabilmek için “özgürlük” ortamına ihtiyaç duyulduğu anlaşılıyor. Bu ilkeler, aslında, bir ülkedeki akademinin özgün bilgi üretmesi için gerekli asgari koşulları tanımlıyor. Diğer taraftan Bilim Akademisi, bilim insanlarının yeni bilgi üretecek araştırmalarında uymaları gereken prensipleri ALLEA (All European Academies) tarafından yayınlanmış olan “Araştırmalarda dürüstlük konusunda Avrupa davranış kodu” adlı metne dayandırıyor. Bu metinde araştırmada bilim etiğinin gerçekleşmesi için “Güvenirlik”, “Dürüstlük”, “Topluma, Çalışanlara, Kültürel Mirasa ve Çevreye Saygı” ve “Şeffaflık ve Hesap Verilebilirlik” ilkelerine uyulması gerektiği ifade edilmektedir.
Türkiye’deki araştırmalarda ALLEA’nın prensiplerinin uygulanıp uygulanmadığını ve uygulanıyorsa bu ilkelerin nasıl yorumlandığını bilmiyoruz. Üniversitelerde yapılan araştırmaların “bilim etiğine” uyup olmadığı genel olarak akademinin, her bilim dalına göre değişen, kendi iç kuralları tarafından belirlenir. Aslında, akademinin verdiği her unvanın o akademisyenin ürettiklerinin en azından “yerel” olarak kabul edilmiş akademik etik ilkelerine uygun olduğunun onanması anlamına gelir. Türkiye’deki akademik dünyada en çok gündeme gelen konunun, maalesef, “intihal” ya da başkasına ait fikri kaynak belirtmeden benimseme olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda, medya ve kamuoyu da bu unvanların sahiplerine bu prensiplere uygun özgün bilgi ürettikleri varsayımıyla güven duyar.
Akademik dünyanın kendi bilgi birikimini topluma aktarması da oldukça önemli bir sorumluluktur. Bunun bir yolu öğrenci ve genç akademisyen yetiştirmek, akademik dünyayla tartışmak üzere yayın yapmak, diğer bir yolu ise, akademik dünyanın ilkelerine uygun üretilmiş bilginin kamuya açık toplantılarda ya da medyada yapılacak konuşmalarla topluma aktarılmasıdır. Ancak, bilim etiği tartışmalarında akademik dünyadaki bilgi birikiminin kamuoyu ve medyaya hangi ilkeler doğrultusunda paylaşılacağı konusu pek açık değildir. “Güvenilirlik” ve “Dürüstlük” ilkeleri her araştırmacının kendi konusunda çalışan diğer akademisyenlere araştırmanın bütün aşamalarının ayrıntısını tartışmaya ve eleştiriye açmasını ifade eder. Bilimsel bilginin her zaman sorgulamaya açık olması ve yeni araştırmalarla yeni bulgulara ulaşılabilmesi için bu zorunludur. İlke olarak yeni araştırma bilgileri önce akademik dünya içinde tartışılır ve bu tartışmalar sonrasında ortak kabule dayanan bulgular kamuoyunun bilgisine sunulur.
Bilime güvenin olmadığı bir toplumda geleceğe dönük, bazıları kehanet izlenimi veren farklı tahminlerin ve medyadaki reytingi yüksek tartışmaların, sadece bilime değil, aynı zamanda topluma etkilerini bu uzmanların önce kendi aralarında tartışmaları gerekir.
KİME GÜVENECEĞİZ?
Türkiye’de sosyal bilimcilerin medyada yaptığı tartışmalarda genel olarak farklı ekollerin kavram ve metodolojilerinden gelen farklılıkları izlemek mümkün oluyor. Ancak, toplumsal dinamiklerin çok boyutlu oluşu nedeniyle bu tartışmaların geleceği öngörmekten çok, mevcut olguların yorumu üzerinden yapıldığını görüyoruz. Bütün bunlar bir bakıma akademisyenlerin “liyakatli” olması durumunda yorumlarının tartışılması için de uygun bir ortamın oluşmasını sağlar. Özgür bir ortam olduğu zaman her türlü yaklaşımın tartışılması demokratik bir topluma özgü bir akademik ortamın varlığına da işaret eder.
Benim burada sosyal bilimleri izleyen bir araştırmacı olarak soracağım soru, tıp, jeoloji, meteoroloji, çevre bilimi gibi alanlarındaki araştırma bulgularının kamuoyuna medya aracılığıyla yansıtılmasıyla ilgili olacak. Bu soruyu, medyada zaman zaman, sadece deprem değil, tıp alanında yapılan tartışmaları ya da bilgilendirmeleri dinlediğimde de sıkça soruyorum. Ancak, özellikle toplumdaki bireylerin tümünü hayati olarak ilgilendiren deprem konusundaki tartışmaların çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Her depremden sonra konuşan her “unvanlı” akademisyenin “liyakatlerinden” şüphemiz olmasa da araştırma bulgularının geleceği öngörme konusunda ne kadar “güvenilir” olduğu konusunda bilgi sahibi değilim.
Bence, bilime güvenin olmadığı bir toplumda geleceğe dönük, bazıları kehanet izlenimi veren farklı tahminlerin ve medyadaki reytingi yüksek tartışmaların, sadece bilime değil, aynı zamanda topluma etkilerini bu uzmanların önce kendi aralarında tartışmaları gerekir. Özellikle inşaat ekonomisini doğrudan ilgilendiren bu alanda, devleti uyarmak isterken,toplumda yaratılan bu korkunun yarattığı yaygın etkinin sorumluluğunu onlar mı, medya mı üstlenebilir mi, hiçbiri değilse kim üstlenebilir? Toplumun güvenilir bilgi elde etme hakkını “bilim etiği” mi, “medya etiği mi” yoksa Kuçuradi’nin yıllardır anlatmaya çalıştığı “bireysel etik” mi koruyabilir? Bu bağlamda, akademiden ve özellikle Bilim Akademisi gibi bu konudaki bilim ilkelerini izleyen kurumların fen bilimleri ve tıp gibi insan hayatını doğrudan etkileyen alanlarda çalışanların akademi/medya/kamuoyu ilişkisinin nasıl kurulması gerektiği hakkında tartışma yaparak kamuoyunu bilgilendirmesini umuyorum.
*Bu yazıyı Yeni Arayış aracılığıyla yayınlıyoruz.