Görüşler

Pis gerçekler ve güzel teoriler arasındaki Türkiye

Pis gerçekler ve güzel teoriler arasındaki Türkiye

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Türkiye’nin yapısal ve bütüncül meselelerinin bütüncül ele alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Bu ülke ve bu ülkenin insanları olarak durumumuzun ne olduğu ve ne olacağı mevzusu modernleşme hikâyemizin temel varlık gerekçesi. Bunun temel nedeni de mevcudiyetimizin tatminkâr bir hüviyet teşkil etmediği gerçeğidir. Gerek iç işleyişimizde gerekse de içinde yer aldığımız dünyayla münasebetlerimizde bu nitelikteki varlığımızın varoluşsal bir tehdide dönüşmesi özellikle de dış gelişmelerle ve içerdeki yansımalarıyla bu tehdidin tüm yakıcılığı ile görülmesidir. Dolayısıyla varlığımızın bütün boyutlarıyla anlamlı bir bünyeye ulaşması, bize yönelen tehditleri püskürtecek ve içine düştüğümüz varlık krizini aşmamızı sağlayacak direniş ve diriliş hamlesi bir zorunluluk olarak önümüze gelmiştir. Bu zorunluluk nedeniyle verdiğimiz cevapların, uyguladığımız çözümlerin ne kadar işlevsel olduğu, içine düştüğümüz bu derin krizi ne oranda giderdiği hâlâ önemli bir sorudur. Bu soruya herkesi(mi)n kendince bir cevabı var şüphesiz. Ancak nihayetinde soruya dair yaptığımız değerlendirme ne olursa olsun bu değerlendirmeye eşlik eden somut bir gerçekliğin varlığı önümüzdedir.

Bilindiği üzere pis gerçekler güzelim teoriyi berbat ediyor çoğunlukla. Durumumuza ilişkin anlatımız ne şekilde olursa olsun gerçekliğin kendisinin esas şeyi söylediğinin altını çizmemiz gerekiyor. Diğer taraftan tarihsel olarak yakalandığımız bu derin varlık krizinin bitmeyen bir anafora dönüşmesi karşısında kurtuluş vadeden her söylemin esas itibariyle krizin varlığını teyit ettiğini, bu varlık üzerinden bir gelecek vaadinde bulunduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekiyor. Anlamlı yarınlara ilişkin destek talebindeki tüm siyasal söylemlerin dayandıkları temel, tevarüs edegelen derin krizin ciddiyetini koruduğu hatta akut hale geldiği iddiası ve itirafıdır. Bu iddia ve itirafın gerçekliğe ne oranda tekabül ettiği ayrı bir tartışma olmakla birlikte sosyal-siyasal hayatımızın kaderini tayin edecek nitelikte olan bir söylem olması hasebiyle bile başlı başına krizin, kırılganlığın göstergesidir. Zaten seçim süreci boyunca koca bir ülkenin kazanma-kaybetme dikotomisinde sıkışması yaşadığımız savrulmanın nasıl sınır tanımaz boyutlarda olduğunu gösteriyor. Türkiye varoluşsal sorunlarını görmezden gelerek, geleceğe öteleyerek anlamlı çözümler ürettiğini varsayıyor.

Anlamı, önemi, etkisi sınırlı hususları alabildiğine abarttığında, bunun sorunları çözmekten ziyade hasıraltı ettiğini fark etmemiş gibi yapmayı tercih ediyor. Zaten “mış gibi yapmak” neredeyse temel alamet-i farikamız maalesef. Seçimleri kimin kazandığının elbette bir anlamı var. Ancak bizatihi kazanmanın büyük anlamlar taşıdığı bir yaklaşımın yüzeysellikle malul olduğu izahtan varestedir. Nitekim bir toplumun tüm enerjisini kimin kazandığı veya kaybettiği lokasyonunda tüketmesi yaşadığımız derin krizin neden kuşaklar boyu katlanarak devam ettiğinin göstergesi olduğunu gösteriyor. Bu vesileyle tekrar altını çizmekte yarar var. Odağımızı kaydıran bu tarz okumalar bizi kendi gerçekliğimize yabancılaştırıyor, kronik sorunlarımızı, yapısal problemlerimizi çarpan etkisiyle büyütüyor.

Şüphesiz meselemiz derin ve zor. Mareşal Foch'un dediği gibi zaten "zor olmasaydı mesele olmazdı." Ancak meselenin zor olması, büyük olması sadece çözüm bulmanın ciddiyetine ve aciliyetine vurgu yapar. Topluma ve onun tarihine musallat olan ve def edilmesi mümkün olmayan bir lanet anlamına gelmez, gelmemelidir. Türkiye; yaşadığı sorunu, tarihsel olarak maruz kaldığı problemi kendi varlığına kasteden ve mutlak surette giderilmesi gereken bir sorun olarak görmek yerine adeta kimliğinin bir parçası kılmış, varlığının mütemmim cüzü haline getirmiştir. Bulunduğu hastalıklı hale bir gerekçe, köklü ve zorlu atılımlarla yüzleşmeme, kalkışmamanın dayanağına çevirmiştir.

Türkiye'yi sorumsuzluğa, ergin olmayışa yazgılı hale getiren bu durum her türlü saçmalık için alan açmakta, istinailikleri, olağandışılıkları beslemektedir. Çünkü istisnai, olağandışı koşulları haklı-haksız şekilde söylem mimarisinin omurgasına yerleştiren bir varoluş tarzı, açık konuşmak gerekirse tüm iddialı çıkışlara, stratejik bir şekilde hedef seçilen yüklü şuuraltına rağmen tarihin bekleme odasında takılıp kalmayı iradi olarak tercih etmektedir. Başkaları tarafından bu tarz bir bekleme odasına mecbur edildiği için değil kendisi böyle bir konumlanışı kabul ettiği için durum böyledir.

Çok uzun ve teferruatlı bir bahis burası. Şimdilik tam da ikinci yüzyıla giriş vurgularının yapıldığı bu tarihsel süreçte durumun altını yeniden çizmek ve yapısal anlamda bazı şeyleri dönüştürmediğimiz sürece bir deja vu halinde bazı şeyleri yaşamaya devam edeceğimizi belirtmek durumundayım.

Mevcut durumumuza yönelik söylemimiz, sıraladığımız sorun başlıkları, geliştirdiğimiz cevaplar daha da önemlisi sorun tanılama ve cevap üretme sistematiğimizde paradigmatik anlamda bir dönüşüm yaşadığımızı söylemek imkansız. Elbette gerçekliğe örtülen ideolojik bir tülün varlığı ortada. Ancak yoğunluğu, rengi, karışımı konjonktürel ihtiyaçlara göre yeniden ayarlansa da esas itibariyle ana yapı varlığını aynıyla sürdürmektedir. Muhtemelen gerçekliğe ilişkin yoğun ideolojik örtmece gayreti de bir değişim yaşandığı sanrısı oluşturmak içindir. Statükoyu değişime karşı koruma, dirençli hale getirme çabasıdır. Değişime karşı direnilmez mottosuna kolayca teslim olmanın gereği yok. Elbette direnilebilir. Pek çok komplikasyonlara mal olsa da denilebilir ve bu yönde şiddetli arzularla gerçekliğin sert devinimine karşı savaş açılabilir, açılıyor. Bu savaşın beklentileri karşılaması elbette zor ancak değişimin bizatihi belirlenmiş bir hedef doğrultusunda bizi deterministik şekilde götüreceği varsayımı da büyük bir yanılgıdır.

Değişimin varlıkları aleyhine işleyen bir tür komplo olduğu ve mutlak surette direnilmesi gerektiği ne yeni bir şey ne de bizimle sınırlı bir şey. Gelgelelim bu değişim baskısını ve kaçınılmazlığını yönetmek, ihtiyaç ve gereksinimleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak kendi gereksinimleri ile bu değişimin yönü ve hızı arasında bir senkronizasyon oluşturmak zor, çok zor elbette. Ancak siyasetteki maharet ve anlamlılık tam da bu mahareti gösterebilme becerisiyle ilintili ve Türkiye’nin iki yüzyılı aşkın süredir istisnai bir kaç periyod dışında muhtaç olduğu şey de budur.

Bekaya, güce, güvenliğe dönük bitmeyen vurgularımızın yeniden pik yaptığı bu süreç toplumsal genetiğimize yönelmiş, hem zaaflarımızı hem de zaaflarımızın arka yüzüne yapışık arzularımızı kışkırtıyor. Kısır çekişmelerin, ideolojik-politik kamplaşmaların, ideoloji örtüsüyle kamufle edilmiş basit çıkarların çekişmesinde olduğu için ne anlamlı konuşmak ne de nitelikli bir seviye edinmek mümkün. Ötekinin varlığının sorun edildiği yerde sorun çözmekten, anlamlı bir düzen kurmaktan bahsetmek zor. Hele hele siyasetin bu yönde paralize olması bırakın sorunları çözmeyi bizatihi soruna, sorun üretim merkezine dönüşmesine yol açıyor. O yüzden zaten Türkiye’de kazanmak-kaybetmek Türkiye’nin yapısal sorunlarının çözümünden daha önemli, daha anlamlı, daha hayati geliyor.

Nurettin Topçu’nun 'millet mistikleri' arasında saydığı 1. Meclis’in sıra dışı vekili Hüseyin Avni Ulaş’ın arkadaşı, Erzurum Kongresi’nin hazırlayıcılarından ve yine 1. Meclis vekili Süleyman Necati’nin (Güneri) Yunan ordularının Eskişehir önlerine geldiği (1921) sıralarda yazmaya başladığı “Türkiye’nin ihyası ve tecdidi için düşündüklerim” kitabının ele geçen müsveddelerindeki şu satırları paylaşmakta yarar görüyorum: “Milletin ihyası ve tecdidi yolunda bugünküler de dünküler gibi her şeyi süngünün ucunda görüyor ve harp cephesinde kazanılacak bir zaferden başka şey düşünmüyorlar. Böylelikle gün gelip Yunan ordusu denize dökülse ve Misak-ı Milli dahilinde hür ve müstakil Türkiye kabul eden sulh yapılsa bile, bu zafer dahi Kanuni’nin zaferleri yanına kuru bir unvan ile yazılmaktan başka bir işe yaramayacak, bilakis Türk’ün omuzuna yapışmış olan binlerce tufeylinin bir müddet daha istirahat ve tahakkümünü temin edecektir. Bu taktirde pek çok sevdiğim milletimin ve vatanımın tecdit ve ihyası ümitlerini mahşere talik etmek lazım gelecektir.

Türk'ün düştüğü saha muharebe meydanı değil, iktisat ve ahlak çukurudur. Kişi düştüğü yerden kalkar.” Süleyman Necati haklı olarak o günkü şartlar içerisinde sorunun sadece askeri değil aynı zamanda ve daha temelde ekonomik ve ahlaki yönleri olduğunu belirtiyor. Bugün de aynı şeyin altını çizmek durumundayız. Türkiye’nin çok köklü, yapısal ve bütüncül meseleri var ve meseleler bütüncül ele alınmadıkları sürece ne seçim kazanmanın ne de aktörlerin değişimleri üzerinden hâl yoluna koyulmasının imkân ve ihtimali yoktur.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir