Görüşler

Seçimler ve siyasi partilerin kimlik krizi

Seçimler ve siyasi partilerin kimlik krizi

‘Adım Adım Siyaset’, ‘İktisadi ve siyasi Düşüncede Akıl’, ‘Yüzyılın Başında Siyasal Değişimin Kodları’ kitaplarının yazarı Eski Bakan Nihat Ergün, seçimlerin sonuçlarına ilişkin detaylı bir değerlendirmede bulunuyor.

14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 Pazar günleri yaptığımız seçimlerde TBMM üyelerini ve Cumhurbaşkanını seçmiş bulunuyoruz. Uzunca bir zamandır kamuoyundaki tartışmalar ‘Aday kim? Kim kazanır?’ üzerinden yapıldı. Hem iktidar bloğunun hem de muhalefet bloğunun gündemini sorunlar ve çözüm önerilerinden çok kişiler işgal etti. Bu nedenle siyasi partilerin, siyasi kadroların, parti program ve politikalarının, siyasi kimliklerin önemsizleştiği ve değersizleştiği bir süreci yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Siyasi partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsuru olmaları artık hangi toplum kesimini temsil ettiklerine, sorunları nasıl analiz ettiklerine ve ne gibi çözümler ürettiklerine bağlı olmaktan çıktı. Yüzde 50+1 oy sayısına ulaşarak seçilebilecek bir cumhurbaşkanı adayına ne kadar katkı sağlayabileceklerine bağlı hale geldi.

Türkiye 2014 yılında Cumhurbaşkanını ilk defa halk tarafından seçtiğinde siyasi partiler, kadroları ve politikaları büyük ölçüde önemini koruyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan o tarihte sadece AK Parti adayı olarak seçimlere katıldı ve yaklaşık yüzde 52 oy alarak seçildi. Sağlam kuralların, güçlü ve bağımsız kurumların, liyakatli kadroların olduğu bir dönemde uygulanan doğru politikalarla 12 yıllık başarılara imza atan bir başbakan olarak biriktirdiği önemli tecrübelerle Cumhurbaşkanı seçilmek kendisi ve Türkiye için büyük bir imkan ve fırsattı. O günkü anayasada yazdığı gibi partisiz ve tarafsız bir şekilde görev yaparak ülkenin iç ve dış siyasetine daha doğru, daha iyi ve daha çok katkı sağlaması mümkündü.

Ne var ki tercihi başka türlü oldu ve seçimler sırasında ifade ettiği “farklı bir cumhurbaşkanı olmak” sözleri, partisi ile ilişkisini hukuken değilse bile fiilen devam ettireceğini, tarafsızlığı ise bambaşka bir anlamda değerlendirdiğini anlatıyordu. O dönemde AK Parti’nin yönetimi ve hükümetin işleyişi konusunda yaşanan sorunlar ve tartışmalar, 2015 Haziran seçimlerinde toplu açılış ve il ziyareti adı altındaki meydan mitinglerinde AK Parti lehine aldığı inisiyatif, seçim sonuçları doğrultusunda yapılan koalisyon görüşmeleri sırasındaki tutum farklı cumhurbaşkanlığı yapma sözlerinin fiiliyata geçmiş hali olarak görüldü.

KURUMLARIN DEĞERİNİ KAYBEDİŞİ

2017 referandumundaki anayasa değişikliği ve 2018 seçimleri ile Türkiye yönetsel olarak bir ara dönemden bir başka ara döneme geçiş yaptı. Artık ülkenin Cumhurbaşkanı hem devlet başkanı hem hükümet başkanı hem de partisinin başkanı olabilirdi. Anayasadaki tarafsızlık yemini, kuvvetler ayrılığı ilkesi, milletin birliğini temsil görevi, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması gibi hükümler nedeniyle birçok anayasa hukukçusuna göre Cumhurbaşkanının parti başkanı veya yöneticisi olması anayasaya aykırı olsa da farklı yorumlar nedeniyle uygulama değişmedi. Bu noktadan sonra Türkiye’de hem devlet hem de siyaset açısından kurallar, kurumlar ve kadrolar önemini ve değerini büyük ölçüde kaybetti. Neredeyse her siyasi akım ve lider bu büyük ve denetimden azade gücü ele geçirmek veya ele geçirmeye yakın gördüğü bir kişinin yanında olma tercihine yöneldi.

Tarihi tecrübeler yasama, yürütme ve yargıdan oluşan devlet güçlerinin birbirinden ayrı çalışarak, birbirini dengeleyip denetlediği bir yönetim anlayışının daha doğru olduğunu gösterse de iktidar kanadı bu güçlerin bir şahsın elinde ve kontrolünde daha uyumlu ve iyi çalışacağına inandı. 2018- 2023 yılları arasındaki deneyimden sonra ulusal ve uluslararası tüm ekonomik, siyasi, sosyal ve hukuki göstergeler bu inancın tam tersini söylediği bir atmosferde 14 ve 28 Mayıs seçimlerini yaptık.

Son iki seçimdir Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerini birlikte yapıyoruz. Bu birliktelik siyasi partilerin kendilerini, kadrolarını ve politikalarını öne çıkarabilmesine büyük bir engel teşkil ediyor. Eğer bir siyasi partinin başkanı cumhurbaşkanı adayı değilse veya bir adayı destekleyip yönetime bir şekilde ortak olmayacaksa o siyasi parti ciddi bir önem ve anlam kaybı yaşamaktadır. Bu nedenle seçilmesi kritik veya muhtemel bir cumhurbaşkanı adayı ile iyi bir pazarlık yapabilmek siyasi partilerin en büyük mahareti haline geldi. Adayların mahareti de ne kadar çok siyasi partiyi, lideri veya gurubu gizli ya da açık pazarlık ve tavizlerle yanına çekebilmesi ile ölçülür oldu.

Bir devlet yapısında temsilin, yasamanın, denetimin merkezi ve sistemin kurucu unsuru olan parlamento, 50+1 e ulaşmak isteyen adayların doğrudan veya dolaylı olarak milletvekili adaylığı dağıtabildiği bir pazarlık alanına dönüştü. Bu bir ülke parlamentosunun alabileceği en güven sarsıcı ölümcül yaradır.

Son seçimlerde aldıkları oylardan, oylarındaki artış ve azalmalardan, çıkardıkları milletvekili sayılarından bağımsız olarak değerlendirdiğimizde 50+1 e dayalı sistem kurgusundan parlamento ile birlikte en çok zarar gören demokratik kurum siyasi partiler oldu. Bu durum siyasi partileri büyük bir kimlik krizine sokmuş, siyasi partiler kendi özgün politika, çözüm ve kadrolarıyla var olmaktan bazıları tamamen bazıları da kısmen vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Demokratik bir toplum düzeni ve siyasi sistem açısından sürdürülemez bir modelin sarmalına düştüğümüzü bütün siyasi partiler fark etmeli ve çıkış yolu aramalıdır. Artık hiçbir siyasi parti kendisi değildir. Bazı partiler hak etmedikleri kayıplar yaşarken bazıları hak etmedikleri kazançlar elde edebilmektedir. Hangi partinin neden ve nasıl kaybettiğini veya kazandığını açıklamak bile son derece zordur.

Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan 2014 yılında sadece AK Parti adayı olarak yaklaşık yüzde 52 oy alırken 2018 yılında AK Parti + MHP + BBP adayı olarak yüzde 52 oranına ulaşabildi. 2023 yılında ise daha büyük bir ittifak kurarak AK Parti + MHP + BBP + YRP + DSP + Hüda Par ve dahası ile tekrar yüzde 52 rakamını yakaladı. Cumhurbaşkanı adayı olan kişilerin değişik kombinasyondaki ittifaklarla 50+1 e ulaşması mümkünken siyasi partiler tamamen farklı bir durumu yaşamaktadır.

Aynı dönemde AK Parti’nin 2015 Kasım’ında yüzde 49 olan oyu 2018’de yüzde 42, 2023 de ise yüzde 35 seviyelerine gerilemiş görünüyor. Bu dönemde Genel Başkan olarak Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirken AK Parti’nin neyi yanlış yapıp da oy kaybına uğradığı ve sorumluları bilinmiyor. İttifak ortağı MHP’nin ise hiçbir yönetim sorumluluğu almadan ve en az siyasi çalışmayı yaparak her seçimde yüzde 10 seviyesini nasıl koruyabildiği tam olarak açıklanamıyor.

Özellikle CHP ve AK Parti listelerinden milletvekili adayı göstererek seçime katılan partilerin seçilen milletvekillerini hak edip etmedikleri, ana partiye katkı sağlayıp sağlamadıkları tartışılıyor.

Seçimler tamamlandı ve önümüzdeki mahalli seçimleri bir kenarda tutarsak Türkiye’nin merkezi yönetim açısından yeni bir 5 yılı var. Hem yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın hem de ittifaklardaki tüm partilerin seçim atmosferindeki söylemlerin etkisinden arınarak sakin ve salim bir akıl ile durumu değerlendirmesi, parlamentoyu ve siyasi partileri önemsizleştiren, etkisizleştiren ve kimlik krizlerine yol açan bu durumun sürdürülemez olduğunu görmesi ve çözüm için diyalog yollarını açık tutması gerekiyor.

Ülkemizin yönetim sorunlarının ve buna bağlı diğer meselelerin köklü ve kalıcı çözümü son yıllardaki rahatsız edici, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici münazara ve münakaşa usullerinden vazgeçip müzakere usulüne dönmemize bağlıdır. Münazara ve münakaşa usulü işin doğrusuna yanlışına bakmadan karşıdakini yenmeye dayanırken müzakere usulü bir uzlaşı ve hakikat arayışıdır. Müzakerede herkes kendi görüşlerini içinde yanlışlar olma ihtimali de bulunan doğrular olarak savunurken karşı görüşleri yanlış bulsa da içinde doğrular olma ihtimali bulunduğunu dikkate alır. Bu nedenle önümüzdeki dönem ihtiyacımız olan şey sorunlarımızı ve çözümleri müzakere edebileceğimiz bir ortamı oluşturmaktır. Böylesi bir ortamın sağlanması için ağırlıkları farklı olsa da siyaset içi veya dışı her kesime rol düşmektedir.

CUMHURBAŞKANI 50+1’DEN HOŞNUT DEĞİL

Seçim sürecindeki konuşmalardan anladığımız kadarıyla başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti yönetimi olmak üzere pek çok kesim sistemin işleyişinden ve 50+1 e dayalı bir seçim yapısından hoşnut değildir. Ancak bu hoşnutsuzluğun küçük çaplı ve kozmetik değişikliklerle giderilmesi imkanı da yoktur. Köklü ve kalıcı bir çözüm için önyargısız ve önşartsız bir müzakere ortamına ihtiyaç vardır.

2017 anayasa değişikliği sürecinde özellikle muhalefetin ve bazı toplum kesimlerinin başkanlık sistemine karşı olduklarını, rezervlerini, çekincelerini biliyoruz. Parlamenter sistemin Türkiye için daha iyi olacağını ancak yeni ve güçlendirilmiş bir modele ihtiyaç olduğunu ifade eden muhalefet üzerinde mutabık kalarak imza altına aldığı metni kamuoyuna mal edecek hiçbir ortak çalışma yapmadığı gibi son seçimde de kampanyasının merkezine bu konuyu almadı.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıkladıklarında ortaya koydukları geçiş süreci yol haritası da belirsizliklerle dolu ve uygulama kabiliyeti olamayan bir metin olarak görüldü. Halbuki bu partilerin önceki iddialarına göre ekonomik, siyasi, sosyal ve hukuki tüm sorunlarımızın kaynağı olan partili Cumhurbaşkanlığı modeli derhal terk edilmeliydi. Fakat yol haritasında parlamenter sisteme ne kadar sürede geçilmek istendiğine, kısa sürede geçilme imkanı olmadığında seçilen cumhurbaşkanı ve yardımcılarının parti genel başkanlıklarını ne zaman bırakacaklarına dair bir taahhüt veya ima bulunmuyordu. Böylece yanlışların kaynağını kurutmak yerine aynı kaynaktan beslenmeyi tercih edecekleri izlenimini doğurdular.

Yukarıdaki nedenlerle muhalefetin de bir sistem ön şartı ileri sürmeden müzakerelere açık olması gerekiyor. Bugün 2017 şartlarından çok ayrı bir noktada bulunuyoruz. Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan ders çıkarmak ve doğru bir yönetim sistemi için hakikat arayışımız varsa sistemin merkezinde her zaman parlamento yani TBMM olmalı, gerçek anlamda bir kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı (Tarafsızlık bağımsızlığın bir türevidir. Bağımsız olan bir yargının az da olsa taraflı olma ihtimali vardır. Ancak bağımlı olan bir yargının tarafsız olma ihtimali yoktur) denge ve denetleme mekanizmalarının iyi kurgulandığı bir modelde buluşmak mümkün. Eğer bir sistem taassubumuz ve önyargımız yoksa, bunları iyi çalışan gerçek bir parlamenter sistemle de gerçek bir başkanlık sistemiyle de gerçekleştirebiliriz.

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir