Görüşler

‘Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’ ve hayvan meselesi

‘Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’  ve hayvan meselesi

Öykücü ve akademisyen Hâle Sert “Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı, insan ve hayvanlar arasındaki orantısız güç ilişkisini sorguluyor” diyor.

İnsan ve hayvan/lar arasındaki sınırlar nelerdir? Bu sınırları kim koymuştur? İsimlendirme, ad koyma gücü dil yetisi sayesinde insana verildiği için kendini rahatlıkla diğer canlıların üzerine koyabiliyor insan. Peki hayvanları, yaban hayatta, yetiştirme çiftliklerinde salt etinden, kürkünden faydalanmak için sınırsızca öldürme hakkını nereden alıyor?

Aslında belki de her şey son 200 yıl içerisinde değişti. 19’uncu yüzyıl öncesinde insanlarla hayvanlar arasında başka bir ilişki türü vardı. John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız adlı eserinde 19’uncu yüzyıl öncesinde hayvanların, insanlarla birlikte insan dünyasının merkezinde olduklarını belirtiyor. Üretim ve ekonomi temelli bu merkezilik binlerce yıl öncesinde ise daha farklı temellerde kurulmuştu. Bizim hayvanlarla bağımız dile, metaforlara dayanıyor. Berger, Rousseau’nun Dillerin Kökeni Üstüne Denemesi’ne atıfla dilin metaforla başladığını, ilk metaforların da hayvanla ilgili olduğunu söyler. İnsanla hayvanın arasında metaforik bir ilişki vardı. 12 burcun sekizi hayvanlarla gösteriliyor, yine Eski Yunan’da günün 12 saatinin her biri bir hayvan olarak gösteriliyordu.

Homeros’un İlyada’sında insan-hayvan yakınlığını, metaforun kaynağının bu yakınlık olduğunu görebiliriz diyor Berger. Homeros bir askerin savaş alanında ölümünü, ardından bir atın ölümünü betimler. Homeros’un gözünde her iki ölüm de aynı saydamlıktadır, birinde öbürüne göre bir değişiklik yoktur.

Son 200 yılda hayvanlar yavaş yavaş sahneden çekildiler. Günümüzde onlar olmadan yaşıyoruz. Bu kuramsal kopuş kesin olarak Descartes ile geldi. Bedeni ve ruhu birbirinden kesin hatlarla ayıran bu bakışta hayvanlar da ruhtan yoksun oldukları gerekçesiyle bir makine modeline indirgendiler. Endüstri Devrimi’nin ilk evrelerinde hayvanlar makine olarak; endüstri sonrası toplumlarda ise hammadde olarak kullanıldılar. Yiyecek için gerekli hayvanlar, imal edilen mallar gibi işlemden geçirildiler.

Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı, hayvanlarla insanlar arasında belki son 200 yılda bu denli ayrıştırılan söz konusu sınırları sorgulamaya, aşındırmaya çalışıyor. Roman, bu meseleyi gerilimli ve kara komedi diyebileceğimiz bir atmosferde ele alıyor.

TAÇ YAPRAKLARI DÖKÜLEN DÜNYA

Romanın okura geçirdiği en kritik his, bir şeylerin değişme vaktinin geldiği. Hayvanların insanlardan intikam alma vakti geldi de geçiyor ya da daha genel çerçevede insan, doğa, evren, uzay, varoluşla ilgili bilgilerimiz tersyüz edilmeli: “Gerçek yaşlandı ve bunadı; ne de olsa, her canlı organizma gibi kesinlikle aynı yasalara tâbi – yaşlanıyor… Apoptoz, maddenin yorgunluğu ve tükenmesiyle gelen doğal ölümdür. Yunancada bu sözcük ‘taç yapraklarının dökülmesi’ anlamına gelir. İşte dünya da taç yapraklarını döktü.”

Romanın anlatıcı-kahramanı eski bir mühendis. Çekya ve Polonya’nın kesiştiği bir kasabada yaşayan, bir yandan İngilizce öğretmenliği yapan diğer yandan kışın evlerini kapatıp giden zenginlerin evlerine gerekli bakımları yapan ileri yaşlarında bir kadın, Janina.

Janina’nın yaşadığı kasaba ormanlık, yabani doğanın içerisinde. Bu bölgede avlanma alanları var. Geyikler, tilkiler, sülünler, domuzlar avlanıyor. Av, avcılık resmi bir şekilde ama aynı zamanda yasal olmayan zamanlarda ve şekillerde de sürdürülüyor. Roman bize avlanan insanlar, çiftlik sahipleri, jandarma, polis ve dahası dini figürler arasındaki çarpık ilişkiyi, para ve mafya ilişkilerini de gösteriyor. Bozuk düzenin sürmesinde insanların yasa dışı avlanmalarında bizzat yönetici konumda olanların işin içinde olmalarının ve diğerlerinin de susmalarının, göz yummalarının hayvan katliamının sürdürülmesine neden olduğunu gösteriyor.

Janina burada yaşlı ve tek başına bir kadın olarak sürekli gördüğü yasa dışı avlanmaları polise yazan, ihbar eden, en sonunda isyanına cevap bulamayınca da adaleti kendi eliyle sağlamaya çalışan bir kahraman olarak çiziliyor. Onun karşı eylemlerinin boyutlarını romanın sonlarına doğru öğreniyoruz. Normal şartlar altında onaylamayacağımız eylemleri, bir yerde kendilerini savunmayan hayvanların yaşam haklarını savunma ve kurumların sağlayamadığı adaleti insan eliyle sağlama hikâyesi olarak kabullenebiliyoruz. Belki de yazar değişen, bunayan gerçeğin, taç yapraklarını döken dünyanın değişim vaktinin geldiğini ancak bu sıra dışı cinayetlerle duyurmaya çalışıyor.

Janina’nın en temel meselelerinden biri isimler konusudur. İnsanlara isimlerini kendi iradeleri dışında anne-babaları veriyor ve bu isim o kişinin karakterini yansıtmıyor. Bu yüzden de kendisine Janina denilmesinden hiç hoşlanmayan anlatıcı, romandaki kahramanlara onların dış görünüşünden, bedensel özelliklerinden yola çıkarak yakıştırma isimler takıyor. Aynı durum hayvanlar için de geçerli, onların da teker teker isimleri olmalı; köpeğe köpek, geyiğe geyik, tilkiye tilki deyip geçilmemeli. Janina köpeklerine ve geyiklerine “kızlarım” diye sesleniyor.

ÇOĞULLUĞUN GÖZ ARDI EDİLMESİNE KARŞI ÇIKIŞ

Felsefi temellerini Derrida’ya dayandırabileceğimiz bir mesele bu. Derrida, “The Animal Therefore I Am” başlıklı yazısında hayvanların homojenleştirilmesine, buradaki çoğulluğun göz ardı edilmesine karşı çıkar. Bu karşı çıkışı en başta isimlendirme üzerinden yapar, Fransızca l’animal (hayvan) kelimesiyle mot (kelime) sözcüğünü birleştirerek l’animot diye yeni bir kelime türetir. Bu kelime Fransızcada hayvanlar karşılığında kullanılan animaux ile aynı okunuşa sahiptir.

Derrida, insan dışındaki bütün canlıların “hayvan” diye tek bir kategori altına sokulmasını düşünceye, zihin berraklığına karşı işlenmiş bir günah ve suç olarak görür. Bu hayvanlığa karşı değil, tek tek hayvanlara karşı işlenmiş birinci dereceden bir suçtur. Şöyle sorar düşünür: “Yoksa her cinayetin, ‘Öldürmeyeceksin’ emrini her çiğneyişin, sadece insanı ilgilendirdiği ve sonuçta sadece ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ın bulunduğu varsayımında uzlaşacak mıyız?”

İşte hayvanlarla ilgili meselede en başında isimlendirmeyle başlayan bu tahakküm ilişkisi onları sorgusuzca öldürmemize kadar uzanıyor. Tokarczuk’un romanda Derrida’nın sorularının izlerinden gittiğini düşünebiliriz.

ŞİDDET DİLDE BAŞLIYOR

Kaldı ki, bu öldürme Derrida’ya göre öncelikle dilde başlıyor. Ona göre insanın dışında muazzam bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitliliğin homojenleştirilmesi ancak şiddete dayanarak mümkündür. Derrida için heterojen yapıların ve sınırların çok katlılığını hesaba katmak gerekir.

“Animot” kavramı -mot son ekiyle bize meselenin dilsel bir boyutu olduğunu hatırlatır. L’animal (hayvan) kelimesi en nihayetinde dilsel bir düzlemde işler, dolayısıyla uyguladığı şiddet ilkin dilseldir ama bu şiddet daha sonra metafizik, bilişsel, ontolojik ve epistemolojik boyutlara ulaşır. Derrida dilsel şiddetin nerelere varabileceğinin farkındadır. Bu yüzden hayvan kelimesinin yarattığı dilsel kafesi sarsmak, bu hapsin işleyiş biçimini sekteye uğratmak için dilsel bir müdahale olan animot’yu kullanır.

Janina’nın ilgilendiği ve romanın kurgusunu üzerine kurduğu diğer mesele ise astroloji. Dünyada olan biten her şey, her an, doğumumuz ve ölümümüz gezegenlerin dönüşleri ve aralarında oluşan açılarla belirleniyor. Gezegen haritalarını okumayı bilirsek başımıza geleceklerle ilgili fikir yürütebiliriz. Ölüm tarihimizi ve nasıl öleceğimiz bile...

Janina doğum tarihlerini bildiği insanların asıl isimlerini, onların gökyüzünde mühürlenmiş kaderlerini, geçmişlerini ve geleceklerini görebiliyor. Makrokozmosun mikrokozmosun içinde olduğu, evrendeki bütünlük, ilintililik romanda sıklıkla işleniyor. “Büyük şeylerin en küçüğün içinde olduğu çok açıktır. Bu konuda şüphe olamaz. Hemen şu anda, ben yazarken, masanın üstünde gezegenlere ait bir kurulum var, hatta tüm Kozmos denebilir: Bir termometre, bir bozuk para, bir alüminyum kaşık ve bir porselen kupa. Bir anahtar, bir cep telefonu, bir parça kâğıt ve kalem. Ve atomları yaşamın kökenini, dünyaya başlangıcını veren kozmik Felaketi barındıran, gri saçlarımdan bir tel.”

Yazar evrene ilişkin bu bakış açısını yine tüm roman boyunca takip ettiği bir başka izleğe William Blake’in dizelerine dayandırır. İngiliz romantik şair, romana, Janini’nin Blake çevirileri yapan arkadaşı sayesinde dahil olur; kaldı ki yazar da her bölümün başlangıcında şairden bir dize alıntılar. “Güvenin ya da Kelebeğin kıyma canına/Çünkü kıyamet yakında” dizesine örneğin, sözünü ettiğim evrendeki bütünlük ve sürekliliğe referansla yer verilmiştir.

HAYVANLARIN ÖLDÜRÜLMESİNE KARŞI İNSANLARIN ÖLDÜRÜLMESİ

Romanın asıl meselesi ise yazının en başında değindiğim insan ve hayvanlar arasındaki orantısız güç ilişkisinin sorgulanması. Roman, hayvanların öldürülmesine karşılık insanların öldürülmesini ciddi bir teklif olarak sunuyor. Bu da okuru oldukça düşündürücü ve ürkütücü bir gelecek tahayyülüne sevk ediyor. Yazar, kasabada gerçekleşen ve kim tarafından öldürüldükleri belirlenmeyen ölümlerin hayvanlar tarafından yapıldığına Janini’nin hayal gücü sayesinde bizi inandırıyor, ne ki biz sonra bunun doğru olmadığını öğreniyoruz. Ama bir yanımız keşke diyor, keşke Komutan denilen o gözü dönmüş geyik avcısı geyikler tarafından o kuyuya itilmiş ve öldürülmüş olsaydı. İçimizdeki adaletin duygusunun çağrısı bu yönde, ne ki hayvanlar insanın kıyıcılığı karşısında romanda da bahsedilen tekil örnekler dışında insanların öldürme potansiyelleriyle baş edemiyorlar.

HALE SERT KİMDİR?

Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını yine aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Serbest çalışma hayatında geçirdiği bir dönemden sonra Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde başladığı doktora programını 2016 yılında “Dil Devrimi’nin Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Şiir ve Çeviri Bağlamında Türk Edebiyatı’na Etkisi (1932-1950)” adlı teziyle bitirdi. 2016-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2019 Yılında “Çocukça Bir Direniş” isimli öykü kitabı yayımlandı. Öyküleri, öykü eleştirileri, denemeleri ve edebiyat odaklı düşünce yazıları farklı mecralarda yayınlanmaya devam ediyor.

29.jpg

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir