Görüşler

‘Türkiye’ nedir?

‘Türkiye’ nedir?

“Türkiye, şimdiye kadar başaramadığı bir ‘Toplum Sözleşmesi’ yapmak zorunda. İslam, Türkiye’yi kuran temel kültürel bir ‘kod’ olması hasebi ile burada yaşayan insanlardan isteyenin, dini değerlerini -dogmatik ve totaliter bir eğilime girmeden- yaşamasına imkân veren bir uzlaşma sağlanmak zorunda.”

İLHAMİ GÜLER YAZDI

‘Derin Ahlak’ kitabının yazarı İlhami Güler “İslam, Kurtuluş savaşının bir motivasyon kaynağı olmasına rağmen; yeni dönemde siyasetin enerjisini tüketen bir dinamik haline gelmiştir” diyor.

- GERÇEKLER  

a-) Türkiye, altı yüz yıl yaşamış bir imparatorluğun iç çürümesi sonucu kısa bir sürede bedenini ve ruhunu kaybetmiş bir olgusallıktan sonra bir “enkarnasyon” teşebbüsü (devrim) ile doğmuş yeni bir bedendir. İngiliz imparatorluğu çöktükten sonra, gönüllü bir “İngiliz Milletler Topluluğu” hâlâ varlığını sürdürürken; Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra Türkiye, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ve “Ne Şam’ın şekeri; ne de Arap’ın yüzü.” vecizeleri ile baş başa kalmıştır. Türkiye entelijansiyası, bu muazzam/skandal olgusallık üzerine neredeyse hiç düşünmemiştir. Osmanlı ruhuna ne oldu? 

b-) Devlet’in, ancak rejim ve kültür değiştirme yolu ile var kalacağı kararı ve teşebbüsü (devrim), toplumda bir yarılma ve travma yaratmıştır: Bir tarafta başı ve kolları kopmuş bir gövde olarak muhafazakâr halk yığını; diğer tarafta bin yıllık kafasını değiştirmiş, yeni bir beden arayan yeni bir baş: “Yaralı Bilinç”: Hz. Muhammed (şeriat) ve M. Kemal (Kemalizm)  Bu ülke, bu iki şahsın arasında bir yer bulmak zorunda. Bunları, birbirlerinin “düşmanı” olarak konumlandırmak, bu ülkeyi böler. 

c-) Sosyolojik olarak, imparatorluk bakiyesi halklardan oluşmuş çoğul bir yapı: Balkan ve Kafkasya’dan göç etmek zorunda kalmış ve Anadolu’nun “müslümanlaştırılmasından” sonra burada bulunan Türk-Kürt-Arap ahali. Dinsel olarak yeknesak (%99) olsa da, mezhep olarak Sünni-Alevi ve –kuruluş aşamasındaki yasaktan dolayı-  yeraltından gelip legalleşen bir sürü “Tarikat-Cemaat”.  

d-) Stratejik olarak Doğu-Batı arasında “köprü” ve Kuzey (Rusya)-Güney (Akdeniz) arasında Süper güçlerin daima göz diktikleri bir coğrafya. Enerji kaynaklarına yakın ve geçiş koridoru olan yol. Bu gerçekler, bu ülkede siyaset yapmayı ciddi olarak zorlaştırmakta ve adeta ipte oynayan cambaz gibi mahir olmayı (devlet adamı) gerektirmektedir. Süper güçlerin yeni düzen kurma savaşı Ortadoğu üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca Yarımadaların elde tutulması, daima zor olmuştur. 

f-) 1950’lerden itibaren iktidara gelen muhafazakâr partiler ve onların liderlerinden Menderes, ülkeyi borca sokarak Amerika’ya bağımlı hale getirdi. Demirel ve Erbakan yerli ve milli politikalar ile ülkeyi sanayileştirmeye çalıştılar.  Özal, tasarruf ve sanayileşmeyi gevşeterek ticaret ve turizme önem verip ülkeyi Kapitalist tüketim kültürüne eklemledi. Geleneksel “ganimet” ekonomisine de onunla tekrar geri döndük (“Bir koyup, üç alma”).  İki binlerden sonra iktidara gelen Ak Partisi ve onun lideri sayın R. Tayyip Erdoğan ise, İmam-Hatip kökenli olduğu için, politik ajandasını, ertelenmiş olan kimlik/kültür politikasına ağırlık vererek (Muhafazakârlık) ekonomik alanda inşaat-rant-hizmet (ganimet) politikaları güdüp, Türkiye’nin teknoloji-tarım-hayvancılık üretim kapasitesini hayli ihmal etmiştir. Son birkaç yılda bu durumun farkına varılıp silah teknolojisine önem verilmeye başlanmıştır. Tarım ve Hayvancılıktaki kriz devam etmektedir. Afganistan’dan “çoban”, Suriye’den “garson”, Türkî cumhuriyetlerden “bakıcı”…. ithal ederken (mülteci); Türkiye’den Avrupa’ya beyin göçü (mühendis) ve sermaye kaçmaktadır. 

  

2- AVANTAJLAR-DEZAVANTAJLAR 

a-) İslam, Kurtuluş savaşının bir motivasyon kaynağı olmuş olmasına rağmen; yeni dönemde siyasetin enerjisini tüketen (irtica-vesayet) bir dinamik haline gelmiştir. Sünniliğin tecdit edilememesi, dini, toplumun birliğini sağlayan bir kimlik-kurucu unsur olmaktan çıkarıp; toplumu bölücü bir etken haline getirmiştir. Yeni rejimin, dine uzun süre şaşı bakması, kitleleri devletten soğutmuştur. Tarikat ve Cemaatler, dinin, yeni rejimde “yeraltında” varlığını sürdürme faaliyetidir. İmam-Hatipler, halkın, devlet eliyle dini çocuklarına öğretme teşebbüsüdür. Şimdilerde sayıları hayli fazla olan İlahiyat fakültelerinin teolojik performansı, dinin, Türkiye için avantaj veya dezavantaj olmasını belirleyecektir.  

b-) Etnik ve dinsel çeşitlilik, Osmanlı imparatorluğunda İslam’ın müsamahasından, Türklerin alicenaplığından dolayı bir sorun olmamıştır.  Bugün olmaktadır. Bunun aşılması gerekir. İmparatorluk bakiyesi toplama/toplumlarda (ülke/devlet) etnik milliyetçilik, ilkelliktir. 

c-) Modern birer ideoloji olarak ulus-devlet, milliyetçilik ve ırkçılık bir arada yaşamak için ciddi sorunlar çıkarmıştır. Yurtseverlik ve ailesine (etnisite) sempati-hizmet olarak milliyetçilik ile kendi etnisitesini üstün görme ve onun lehine çıkarcılık olarak milliyetçilik (ırkçılık) çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Uzun süren bir arada yaşama tecrübesinden ve İslam’ın toleransından istifade ederek etnik çoğulluğumuzu, zenginlik kaynağı olarak işlevselleştirebiliriz. İster “Medenilik” olarak; isterse “Medinelilik” anayasası olarak düşünelim, “öteki” ile birlikte (Mahallelilik-Komşuluk), olumlu, insani-islamî bir değerdir. 

d-) Türkiye’nin iklim koşulları, tarihi-kültürel mirası, su kaynakları ve doğal bitki örtüsü, ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede iken; bunların gereği gibi üretici-verimli değerlendirildiği söylenemez. İnsanımızın, tarım ve hayvancılıktan koparılarak varoşlarda sosyal yardım ile geçinir hale sokulması skandaldır. Ayrıca 80 milyonluk demografi unsuru, önemli bir güç kaynağıdır; ancak, kendilerine geçerli bir “meslek” edindirmek şartı ile. 

3- İDEALLER  

a-) Türkiye, şimdiye kadar başaramadığı bir “Toplum Sözleşmesi” yapmak zorundadır. İslam, Türkiye’yi kuran temel kültürel bir “kod” olması hasebi ile burada yaşayan insanlardan isteyenin, dini değerlerini -dogmatik ve totaliter bir eğilime girmeden- yaşamasına imkân veren bir uzlaşma sağlanmak zorundadır. Kurucu iradenin, kendine karşı tehlikeli bir unsur olarak görüp, dini ıslah çabalarına meydan vermeden sert bir şekilde baskılaması, yanlış olduğu gibi; her ne kadar, “Türk”lüğü bir “eşitlik” telosu olarak vazetmiş olmasına rağmen, uygulanan politikalar ile bu, gerçekleşmemiş ve Kürkler küstürülmüştür. Bu uçuklamayı/içerlemeyi-kanamayı durduracak yeni bir formül bulunabilir. Dış güçleri/şeytanı suçlamaktan önce, birlikte yaşama iradesi ile konuşmayı-müzakereyi (siyaset) öğrenmek zorundayız. “Bölünme” ideası, tarihin ve kültürel kodların muvacehesinde “haince” bir teşebbüstür; failleri, cezalandırılmaya devam edilmelidir. Devleti, içerde siyasi ihtirasların bir manivelası değil; herkesin güvendiği tanrısal bir misyon/yansılama olarak “Hukuk” ile sınırlandırmak esastır. Nitekim C.Sichmit’in gösterdiği gibi, Batı’da seküler politik kurumlar, Hristiyanlığın bir dönüşümü olarak gerçekleşmiştir (Siyasi İlahiyat). 

b-) Demokrasi, devlet çarkını döndürmenin ve ülkenin mevcut kaynaklarına erişmenin ve üleşmenin fırsat eşitliğini sağlayan bir aparattır. Seçim, bu prosesin “elif-bası”; kurumsal-örgütsel ortak aklı tesis etmek ise, amacı ve gayesidir. Bu sistemi, “seçim” ile kral/tek-el/tek-adam/ karizma/lider/başbuğ/führer… çıkarmak olarak algılamak, hayli primitif bir tutumdur. İstikrarı, kurumsal konsensüs yerine, bir kişide aramak, zayıflık ve cahillik alametleridir. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi, insanlığın, faturasını ağır bir şekilde ödeyerek bulduğu bir siyaset pratiğidir. Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumu yoktur. İdeolojik, mezhebi ve etnik olarak çoğul olan bir toplumda “tek adam”cılık, bölücülük yaratır. Zira bu adam, bu gruplardan birine ait olacaktır. İslam’ın “Şura” ilkesi ile demokratik bir politik süreci hedeflediği halde; Saltanat rejimine Bizans ve Pers krallıklarına özenti ile geçildiği bilinmektedir. 

c-) Devletin, ülkede bulunan dinsel ve mezhepsel yorumlara karşı renk-körü/tarafsız bir “Hakem” olarak konumlandırılası, “Rahmani bir tutum” olarak doğru bir tavırdır. Devlet gücünü kullanan siyasi ve bürokratik zevatın, kendilerini herhangi bir dinsel-mezhepsel-teolojik/tanrısal yorumun “temsilcileri” olarak görüp, buna göre davranmaları, samimi olsalar bile, -dinler tarihinin şehadetiyle- sürekli zulüm, ölüm, baskı, şiddet ve sömürü doğurmuştur. Aralarında yoğunluk farkı olsa da, hiçbir dinin bundan istisna edilmesi mümkün değildir. Tanrı’nın rızasını kazanmak veya cennetteki nimetlerini çoğaltmak isteyen müminler, -Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı gibi- bize siyasi-hukuki-iktisadi önerilerini, hiçbir “dinsel” otorite-kavram-değer-kişiye başvurmadan makul-mantıklı, vicdani, ahlaki, maslahî gerekçeler ile getirmeliler. Ta ki itiraz etme, revize etme, değiştirme, düzeltme… imkânımız doğsun ve bahsi geçen zulüm, sömürü, baskı, totalitarizm… tehlikelerinden azâde olalım. Kurumsal dinin –dinin kurumsallaşmasına karşı bütün itiraz kayıtlarını saklı tutmak kaydıyla- yeri, devlet değil; toplumdur. 

d-) Vatandaşların eğitilmesi, modern toplumda bir zorunluluk haline gelmiştir. Milli eğitimin ve Üniversite eğitiminin iki temel vazifesi vardır: 1- Vatandaşlarının insan olmakla yaratılıştan eşit olarak haiz oldukları potansiyel yaratıcı kabiliyetlerini aktüelleştirme becerisi kazandırmak. 2- Onların yaşamlarını sürdürmek ve kolaylaştırmak için bir “meslek” becerisi kazandırmak. Devletin, vatandaşlarını birilerinin belirlediği bir “ideoloji” veya “teoloji”ye göre eğmek-bükmek, şekillendirmek, kalıplamak, insan haklarına ters bir zulümdür. Modern toplumlar, uzmanlaşmaya ve mesleki farklılığa dayalı örgütlü toplumlardır. Kurumlar ve işletmeler, toplam kalite kontrolü-ölçümü ve sürdürülebilirlik ilkelerine göre ayakta kalmakta veya çökmektedirler. Ehliyet ve liyakat esastır. Böyle bir dönemde/yapıda akrabalık, hemşehrilik, partililik, dini yakınlık (alnı secdeye varma)…kriterlerine (sadakat) göre görev ve iş dağıtımı, hem işletmeleri-kurumları, hem de devleti çökertir. Örneğin, Türkiye’nin Üniversiteleri çökmüştür. Bir ortaçağ eğitim kurumu olan “Medrese”ye özen teşvik edilmektedir. Bu tutum, bir dekadans göstergesidir; derhal terkedilmelidir. 

e-) 1950’lerden itibaren, Muhafazakâr sağ iktidarlar döneminde NATO ve Gladyo aracılığı ile ABD ve AB’ye (Batı) sıkı bir şekilde “bağlandığımız” bilinmektedir. 2010’lardan itibaren bu bağları gevşetmeye başladığımız, siperden başımızı çıkarttığımız söylenebilir. Buna karşılık da “misilleme”ler gelmektedir. Bu sürecin gerçekçi ve usturuplu yönetilmesi elzemdir. Dikkatsizlik ve hayalperestlik –ki bazı örneklerini yaşadık-, Türkiye’yi daha kötü sonuçlara götürebilir. Dışa karşı mücadele ederken, içerinin/arkanın tahkim edilmesi zorunludur. Sayın Erdoğan, bu hususa yeterli performansı göstermemektedir. “Gönül coğrafyası” ile kurulan irtibat, “Vatandaş”lar ile kurulamamaktadır. Milliyetçiliği, “Rabia” kavramı ile ifade etmek, bunun kanıtıdır. PKK ve FETÖ gibi “terör” örgütleri doğurmak, bir yönü ile bu ülkenin siyasal aklının başarısızlığıdır. 

 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir