Görüşler

Yukarı Bakma ve Baudrillard’ın aynası

Yukarı Bakma ve Baudrillard’ın aynası

Özgür Eğitim-Sen Genel Sekreteri Ali Aydın "Televizyon ile seyirci ırkı olarak dönüştürülen insanın günümüzde internet ve sanal teknolojilerle etkileşimi dünyayı sibernetik bir sirke mi dönüştürüyor?" sorusunu ortaya atıyor.

Enformasyon tüm teknolojiler ve kitle iletişim araçları ile bizlere iletilen ses ve görüntü parçalarından ibaret hale geldiyse eğer, Jean Baudrillard’ın enformasyon hakkında söyledikleri kanıtlanmıştır o vakit.

Düşünür şöyle diyordu çünkü; “Enformasyon çoktan gerçeğin duvarını aştı ne doğrunun ne yanlışın hiper uzamında gelişim gösteriyor. Çünkü böyle bir uzamda her şey anlık güvenilirliğe dayanıyor, ya da daha doğrusu, enformasyon gerçek zamanda gerçek olduğuna göre gerçek olanda daha gerçektir. Bu nedenle de temelde kesin olmaktan uzaktır."

Gerçeğin duvarını aşıp ne doğrunun ne de yanlışın uzamında seyretmeyen kesin olmaktan uzak bir enformasyon bombardımanı altında kalmak, başka hiçbir felaket olasılığı olmasa bile yeterince korkutucu. Zira böyle bir durum, belirsizliği gerçekliğin tam ortasına bırakmakla kalmaz artık kendisinden söz edebileceğimiz bir “gerçeklik” de bırakmaz ortada. Epistemolojik belirsizlik böylesi bir etkiye muktedirdir. Bu ise tam olarak tüm dünyayı Baudrillard’ın aynasında kendi sureti ile karşı karşıya bırakır: “Nesnel bir başvuru kaynağı bulunmayan bir zamanın içinde dengemizi yitirmiş durumdayız.”

Bahse konu olan durum olay ile haberin yer değiştirmesinde deneyimlenmektedir. Olay hakkındaki her türden bilgi bir ses ve görüntü parçası haline getirilerek haber olarak kitlelere servis edilir. Bu servis çoklu teknolojiler ve kitle iletişim araçları ile “üstüne boca etmek” ve art arda “içerik yığılması” olarak formüle edilir. Gerçeğin yerine göstergelerinin konduğu bu aşamada artık her türlü düşsel ve gerçek ayrımının yitirildiği bir evreye geçilir. Bu aşama bir hiper-gerçeklik aşamasıdır. Gerçek, aşırı gerçeklik tarafından alt edilmiştir ve bir daha geri dönmeyecektir.

Birbiri üstüne binen ses ve görüntü yığınının altında kalıp ezilmiyoruz; çünkü tüm içerik akışkan ve sıvılaşmış durumda. O nedenle Paul Virilio’nun ifadesiyle “haber ne olursa olsun hiçbir şey gerçekleşmiyor; her şey geçiyor.”. Ekranda, olayın ses ve görüntü ile birlikte çoğu zaman kayan/akan bir haber metni içinde geçip gittiğini hatırlayalım.

Peki; böylesi bir vasatta birisi çıkıp kıyametin kopacağını söyleseydi ne olurdu peki?

Yönetmen Adam McKay Netflix yapımı Don’t Look Up filmi ile neyin olmakta olduğunu / neyin olacağını bizlere anlatmaya çalışıyor. Kendisiyle yapılan bir söyleşide filmin parodi olamayacak kadar gerçek olduğunu söylüyor. Filmin metaforu olan ve hızla Dünyaya doğru ilerleyen Everest büyüklüğündeki göktaşını dışarıda bırakırsak eğer yönetmenin bizzat her birimizin deneyimlemekte olduğumuzu anlattığını söyleyebiliriz.

Küresel ısınma, buzulların erimesi, iklim değişikliği, sera etkisi, zehirli yağmurlar, patlamalar, açlık ve yoksulluk, savaş ve göçler vs. Dünya adlı gezegenimizin can çekişmesini anlatan her bir olay canlı televizyon yayınları sayesinde diğer sıcak haberler arasındaki bir haber kadar bildik ve tanıdık. Bu aşina olma halinin bu tanışıklığın korkunç bir yan etkisi var: Dikkat eksikliği! Dikkat epey bir süredir kıt bulunan değerli bir maden gibi.

Kuşkusuz aynı zamanda sersemleştirici bir şey bu. Ses ve görüntünün sayısız kere çoğaltılarak üzerinize dalgalar halinde geldiği bir durumda tepki vermek şöyle dursun; darbelerin sayısını tutmak, dökümünü yapmak bile mümkün olmayacaktır. Bu içerik fantazmaları geçidinde, bu kendinden geçmişlik düzeyiyle karşı karşıya kalmak günümüz insanını ne istediğini bilemez bir hale getirmektedir.

Baudrillard, şizofreni; kendini etkilemeye çalışan tüm iletişim ağlarına karşı duyarsız, her şeyi emen bir ekran, bir alma verme noktası olarak tanımlamıştı ve eklemişti “Aşağı yukarı hepimiz bu durumdayız.” Aralıksız aktarımın ve sürekli ağda takılı kalmanın maliyeti insan için çok yüksek.

Kitlelerin içerik yığılması ile aşina oldukları olaylara ilişkin haberler, herhangi bir infial yaratmıyor. Eğer haber bir kıyamet haberi dahi olsa belli belirsiz hafif bir şaşkınlık içinde yahut çoğu zaman metanet ile tüketilen bir içerik olarak kalıyor sadece. O kadar!

Yönetmen Adam McKay işte bu kıyamet gibi o kadara isyan ediyor filminde.

Politikacılar, sermaye çevreleri, medya ve onun sersemleştirdiği kitlenin böylesi bir durumda tepki ve tepkisizliğinin nasıl bir patoloji olduğunu resmediyor. Esasından filmin bu kadar çok konuşulmaya değer bulunması da bu yüzden. Bizi bize, dünyayı dünyaya anlatıyor Adam McKay.

Dünya çevresinde uydular yerleştirme fikrinin mucidi Artur C. Clarke Geleceğin Çehresi isimli kitabında henüz altmışlı yıllarda şunları söylemişti: “İnsanlık kendisine gökten yağacak olan bu bilgi ve eğlence dalgalarına karşı nasıl bir tepkide bulunacak? Bunu bize ancak gelecek gösterebilir.

Bir kere daha bilim her zamanki sorumsuzluğu içinde medeniyetin kapısına haykıran bir çocuk bırakmıştır. Biz artık aksiyon adamları değil, bir “seyirciler” ırkı olmak yolundayız.Irkımızın mezar taşında neon harflerle şu kelimeler yazılı olacaktır: Tanrılar bir kimseyi mahvetmek istedikleri zaman, ona bir televizyon vermekle işe başlarlar.”

Televizyon ile seyirci ırkı olarak dönüştürülen insanın günümüzde internet ve sanal teknolojiler ile etkileşimi dünyayı sibernetik bir sirke mi dönüştürüyor?

Bu soru, Artur C. Clarke’ın sorusuna ilave edilebilir. Zira filmde Dünyanın varoluşuna ilişkin tehdidi bilimsel olarak tespit eden iki gökbilimcinin Dr. Randall Mindy (Leonardo DiCaprio) ve Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence) televizyonda konuşma çabaları sosyal medyanın bizim de tanıklık edebileceğimiz kullanım şekli ile onları adeta medya topacı haline getiriyor.
Gökbilimcilerin bu duruma isyanına spikerin verdiği yanıt aslında üst-ideolojisi eğlence olan bir aygıt olan televizyonun mantığını birebir aktarıyor : “Bizim olayımız budur. Kötü haberleri eğlenceli sunarız.”

Dr. Randall Mindy (Leonardo DiCaprio) ağlamaklı bir biçimde bütün çaresizliği ile şu an bile cevabını kimsenin kolay kolay veremeyeceği üç soru soruyor filmde.

Sanırım bundan sonra ne olacağını bu soruların bir cevabının olup olmayacağı bize söyleyecek:

“Tanrı aşkına birbirimizle nasıl diyalog kuracağız?

Kendimize ne yaptık böyle?

Nasıl düzelteceğiz?”

Baudrillard’ın aynasına tekrar dönersek hem bu sorulara hem de “Yukarı Bak!” çağrısına cevap verebilmenin zorluk derecesini daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Düşünür, “Tanrıya olan inanç bile göstergelerine indirgenerek simüle edildikten sonra varın gerisini siz düşünün!”, demiş ve eklemişti “Öyleyse bütün sistem yerçekiminin etkisinden kurtulmuş, inanılmaz bir simülakra dönüşmektedir. Bu simülakr düzeni, nerede başlayıp bittiği bilinmeyen, gönderenden yoksun bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen bir şeydir.”

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir