Görüşler

Yüksek öğretimde hâl ve istikbâl

Yüksek öğretimde hâl ve istikbâl

Ondokuz Mayıs Üniversitesi eski rektörü Hüseyin Akan “Gelecekte, yüksek öğretimde özel sektör ilişkileri yaygınlaşacak ve akademik profil buna göre biçimlenecek” diyor.

Millet olarak hedefimiz kalkınmış, gelişmiş ve refah bir ülkedir, sanıyorum. Bildiğiniz gibi, gelişmişlik ve refah düzeyi istatistik göstergeleriyle belirlenir. Ülkeler bu verilerle sıralanır. Yöneticiler açısından, doğru olanın, lüzum edenin yapılmasından çok bu göstergelerin yükseltilmesi öncelikli hedeftir. Akademik hayatta yayın sayısını, atıf sayısını, H değerini artırmaya yönelik programlar, çalışmalar ve işbirlikleri yaparız. Çünkü kariyerde yükselmemiz, ödül almamız ve ne kadar bilim adamı sayılacağımız bu göstergelerimize bağlıdır. Yöneticisi olduğumuz üniversiteyi nasıl ilk bin, ilk beş yüz içine sokmanın derdine düşersek, bu sıralamalarda, hesaplamalarda hangi göstergeler kullanılıyorsa onları yükseltmeye odaklanırız.

Oysa…

Örneğin, ülkemizde kişi başına sağlık harcaması gelişmiş ülkelere göre düşüktür. Ancak, sağlık hizmetinin yaygınlığı, hizmete ulaşmanın kolay ve ucuzluğu hususunda gelişmiş ülkelerin çoğundan çok daha iyi durumdayız. Gelişmiş ülkelerin çoğunluğunda bir uzmana ulaşmak toplumun çoğu için imkansızken, ülkemizde aynı hastalık için, bir-iki gün içinde, üç-beş uzmanı karşılaştırabiliyoruz. Demek istiyorum ki, istatistiksel kıyaslamalar her zaman doğruyu söylemeyebilir.

Yine de… Gelişme ve kalkınma için eğitimli toplum ve bilim toplumu olmak zaruridir düşüncesi 20. yüzyıldan tevarüs ettiğimiz aksiyomlardandır. Eğitimli toplum konusuna gelince:

Sekiz milyona yakın üniversite öğrencimiz var. Harika bir şey. Avrupa’da en çok üniversite öğrencisi olan ülkeyiz. Yüksek öğretim yaşında (20-24) brüt okullaşmada 2018 yılında yüzde 107.40 oranı ile dünyada ilk sıralardayız. Almanya’da yüzde 60, İngiltere’de yüzde 58. Net okullaşma oranımız da çok iyi; yüzde 52. (Kore 50, Almanya 48, İspanya 49; ABD, İngiltere ve İtalya 34, Meksika 25, OECD ortalaması 42). Bu oranları bu derecede iyileştiren ve ülkemizi dünya ülkeleri arasında ön sıralara taşıyan unsur, açılan çok sayıda yeni üniversite kadar, açık öğretim fakültelerinin sınırsız kontenjanları ve sınavsız kayıt imkanı sunulmasıdır. 21. yüzyılın başlangıcında öğrenci sayısı bin 500, net okullaşma oranı yüzde 11.6 iken, 2018’de öğrenci sayısı 7.5 milyonu aşmış, net okullaşma oranı yüzde 50’yi geçmiş ve birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakmışız. Yükseköğretimde kayıtlı 8 milyona yakın öğrencinin yarısı açık öğretim öğrencisi. Bu alanda sanırım dünya birincisiyiz. Yüzyıl başında 500 bin olan açık öğretim öğrencisi, 2018 yılında 3 bin 600’e yükselmiş (1, 2).   

Açık öğretim başta olmak üzere yükseköğretimde yüksek okullaşmanın faydaları:

- Yüksek öğretimde brüt ve net okullaşma oranlarımızın yükselmesini sağlıyor. Eğitimle ilgili sıralarda gelişmiş ülkelerin çoğunu geride bırakıyoruz. Yani yüksek eğitimli bir toplum oluyoruz.

- Memurlar için şube müdürü, daire başkanı, genel müdür olmanın yolunu açıyor.

- Askerliğin tecil edilmesine gerekçe oluşturuyor.

- Üniversite mezunu olmanın özgüvenini kazandırıyor.

- İşsizlik oranının çok yüksek gerçekleşmesini geciktiriyor.

- Binlerce kişinin akademisyen olarak istihdamını sağlıyor.

- Kitapları hazırlayan, sınavlarda görev alan binlerce akademisyene ek gelir sağlıyor.

- PTT ve kargo şirketlerine destek oluyor. Banka, kağıt ve matbaa sektörüne destek sağlıyor. Yani, ciddi bir iş hacmi yaratıyor.

- Sosyal statüyü yükseltiyor.     

- Kitap okuma oranımız artıyor. Kitap okuma (özellikle soru kitapçıkları) alışkanlığı kazandırıyor (!).

Bütün bu faydaları, ilerlemeyi çok büyük maddi ve insan kaynağı harcaması yapmadan başarıyoruz. Bir kitap ve bir sınav formülü, bu başarının sırrı. Bir kitap yazılıyor ve bu kitapla senelerce, (on veya yüz) binlerce kişiye o dersin eğitimini veriyorsunuz. Yüksek öğretimdeki bu yüksek okullaşmanın eksiklerini, handikaplarını, zararlarını konuşmayacağım. Ancak, şunu da not etmeliyim. Bugünün yüksek okullaşma oranları yarının yüksek işsiz üniversite mezunu oranı olarak karşımıza çıkıyor. Ülke sathına yayılmış olan bu yükseköğretim birimlerine gençleri öğrenci olarak doldurmamızın amacı neler olabilir? Günümüzde bu sorunun özellikle öğrenci velileri açısından en ağırlıklı cevabı “bir meslek sahibi yapmak” veya “en azından meslek sahibi olma ihtimalini arttırmak”tır. Akademik hayatın cazibesi ise pek az sayıda öğrenciyi ayartır. “En üst düzey bilgi üreten kurumlar olarak üniversiteler, insanın anlam arayışına cevap bulma, hayat görüşünün oluşması ve bu görüşe göre evrenin anlamlandırılmasına katkı sağlaması; felsefi, kültürel ve sanatsal kazanımlar yoluyla sosyal ve entelektüel açıdan öğrencileri zenginleştirmesi (3)” ise, aslında kimsenin hedeflemediği ikincil bir faydadır. Bunun gibi, üniversitelerin klasik dönemlerden kalma hususiyetlerinin ve yüklenen anlamların da artık ciddi olarak sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Meslek edindirmekle ilgili, uygulamada niyesi ve çözümü üzerinde yetkili ve ilgililerin büyük ihtimalle çok sık ve çok ciddi olarak düşündüğü en az üç büyük kara delik vardır:

- İhtiyacın pek çok üstünde mezun verilmektedir.

- Kazandırdığımızı düşündüğümüz bilgi ve beceri donanımının gerçek hayatta karşılığı yok veya yetersizdir.

- Mezunlara kazandırdığımızı düşündüğümüz mesleklerin bir kısmının gerçek hayatta yeri kalmamıştır, bir kısmı ise yakın gelecekte ortadan kalkacaktır. Yeni meslekleri öngörüp programlar oluşturmada da yetersiz kalmaktayız.

Bugün olan mesleklerin çoğu 10-15 yıl önce yoktu. Bugünkü mesleklerin de bir kısmı yakın gelecekte tedavülden kalkacaktır. Dijital dünya ve otomasyon gelecekteki meslekleri tayin edecek veya en azından niteliğini belirleyecektir. Bu nedenle, çok uzak olmayan bu dönüşümü yönetebilmek ve gelecekte gerekecek bilgi ve becerilerle donanmış iş gücünü gerçekleştirmek için hedefler belirlemeye hızlı bir şekilde hazırlanmalıyız. Yoksa, ciddi işsizlik ve tüketim daralması kaçınılmazdır. Öncelikle meslek yüksekokullarında olmak üzere, programların hızlı değişebilmesi, ölmüş veya yakın gelecekte ölecek programların kapatılması ve gelecek öngörüler doğrultusunda yeni programlar açılması hızlı şekilde mümkün olmalıdır.

Gelecekte (2035-2050), üniversiteler temel olarak iki ayrı yöne doğru farklılaşacak. Ülkenin kaynakları ve ihtiyaçları, bilişim ve bilgiye erişimdeki tarihsel gelişmeler bu farklılaşmayı kaçınılmaz kılacaktır. Yeni bilgi ve teknolojilerin üretildiği, uluslararası öğretim, kaynak ve araştırma işbirlikleri içinde olan, araştırmacı, küresel üniversiteler ile yerel ve bölgesel iş piyasası ve sosyal ihtiyaçlara yönelik öğretim yapan, -akademik kaygı ve çabanın zorunlu olmadığı- şehir veya bölge üniversiteleri bu farklılaşmanın sonuçlarından ikisi olabilir. Ulusal yükseköğretim sistemlerinin dikey tabakalaşması, çoğu ülkede halihazırda gerçekleşmektedir. Tepe üniversitelerle diğerleri arasındaki mesafe giderek artmaktadır. Akademik sektörü gerçekten farklılaştıran şey araştırmadır ve nitelikli insan kaynağının ve kamu kaynaklarının daha da yoğunlaştırılması için bir kriter olarak kullanılmaktadır. 2018 yılında Avrupa’da basılan “The future of universities thoughtbook“ isimli çalışmada, Prof. Marek Kwiek, “2040’da gerçek öğretim ve araştırmaya odaklı akademik çalışmanın olduğu küresel tepe üniversiteler olacağını, bunların dışındaki çoğu üniversitede ise, akademik hayatın, öğrenci kitlelerine piyasanın ihtiyacına yönelik heyecansız ve düşük ücret karşılığı öğretmenlik yapmaya dönüşeceğini, söylemektedir. Bugüne kadar bildiğimiz akademik dünyanın sonunun yaklaştığı öngörüsünde bulunuyor.(4)

2040 yılına doğru, seçkin üniversitelerde tam gün görev yapan az sayıda akademisyen olacak. Akademisyenlerin büyük çoğunluğu diğer üniversitelerde kısmi zamanlı veya saat ücreti karşılığında çalışıyor olacak. Gelecekte, yüksek öğretimde özel sektör ilişkileri yaygınlaşacak ve akademik profil buna göre biçimlenecektir. Yüksek öğretimin kitleselleşmesi öğretim üyeliğinin kitleselleşmesini (sıradanlaşmasını) getirecektir. İyi koşullarda bir öğretim üyeliği ancak seçkin üniversitelerde bulunabilecek ve oralarda toplanacaktır. (4) Öğrenciler, belki de kampüslerde değil sanal ortamlarda, küresel üniversite ağında yeterlik kazanma imkanı bulacaklardır. Örneğin, en iyi hocalar 2040’ta ölmüş olsalar da, öldükten sonra bile ders vermeye devam edebilecekler. Sözleri ve hareketleri portre galerileri biçiminde gelecek nesillere açık olacaktır. Yüksek öğretim gelecek onyıllarda bu dönüşüm sürecini yaşayacaktır. Ancak bu süreci yönetmeye, sürece gerekli müdahaleleri yapmazsak, ülkenin coğrafyası, ekonomisi, uluslararası şartları ve toplumsal muharrikleri yüksek öğrenimin evrimini şekillendirecektir (müdahalesiz-doğal evrim).

Bu meyanda yapılabilecek bazı müdahaleler doğru, sağlıklı ve yararlı dönüşüme önemli katkı sağlar: Öncelikle, yüksek öğretimdeki öğrenci nüfusunun yarısını kapsayan açık öğretimin tarihte kalmış “(çoğunlukla okunmayan) bir kitap /soru kitapçığı/ bir sınav” usulü uzun zamana yayılmayacak bir süreçte aşamalı olarak terk edilmelidir. Yerini, bilişim teknolojisinin sağladığı imkanları kullanan uzaktan eğitim yöntemine bırakmalıdır. Ülkemizde, üniversitelerimizin hemen hemen hepsinde temel bilimler, mühendislik, sağlık ve sosyal bilimler alanında fakülteler, enstitüler ve araştırma merkezleri bulunmaktadır. Bu birimler için bina, personel ve cihazlar tahsis edilmektedir. Ciddi yatırımlarla sağlanmış olan bu altyapılardan çıkan en önemli ve dişe dokunur ürünler ise, ancak bildiri, makale ve lisansüstü tezlerdir. Oysa, bizim ülkemiz, bu araştırma merkezlerini yayına yönelik çalışmalar veya saf bilimsel araştırma yapılsın diye kuracak kadar zengin değildir. Özellikle, araştırmacılığı önde olan üniversiteler, bu merkezlerde sınai ve ticari ürüne dönüştürülebilir araştırmalara yönelmesi gerekir. Diğer üniversiteler, şehirdeki veya bölgedeki üretim ve hizmet sektörlerini göz önüne alarak ihtiyaç duyulan alanlarda, istenen sayı ve nitelikte profesyonel ve uzman yetiştirmeye uygun hale gelmeye çalışmalıdırlar. Bu sektörler öğretimin müfredatında ve özellikle uygulama eğitimlerinin yürütülmesinde saha ve eğitici olarak esaslı rol oynamalıdırlar.

Şimdiki halde, üniversitelerimizin (gerçek anlamda) akademik hayatın sürdürüldüğü araştırmacı-girişimci uluslararası üniversiteler ve piyasanın ve toplumun ihtiyaç duyduğu elemanları ve uzmanları yetiştirme işlevini üstlenmiş üniversiteler olarak ayırmak çok güç. Ancak, insan kaynağı ve mali kaynakların dağıtımının yönlendirmesiyle, üniversitelerin yapısına uygun türe doğru dönüşmeye hazırlanması sağlanabilir. Bu yönlendirici katkıların etkili olabilmesi, bugünkü akademik kariyer süreci ve akademik işleyişe yol açan yürürlükteki sistemle mümkün değildir.  Üniversitelerde yaşanması kaçınılmaz olan bu anlam ve işlev değişimlerini ve bu bağlamdaki farklılaşmayı yönetmede başarısız kalmamak için zihnen ve kurumlar olarak hazırlanmalıyız. Aksi takdirde, bilim ve teknolojiden uzakta, zamanın gerisinde kalmış işe yaramayan öğretim ve öğrenimle ömür tüketen mefluç bir toplumun üyeleri olarak hayatımızı idame ettirme gayretiyle geçer vaktimiz.

 

1. OECD 2018 verileri

2. Yükseköğretim bilgi yönetim sistemi verileri

3. Nihat Erdoğmuş, Geleceğin Türkiyesinde Yükseköğretim: Sorunlar, Eğilimler ve Çözüm Önerileri, İlke 2018)

4. Prof Marek Kwiek,  The future of universities thoughtbook. The Sharply Stratified Academic World in 2040 – and Why It Is Unavoidable. 2018, s.77-79.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir