Görüşler

Zorlu bir imtihan

Zorlu bir imtihan

CHP Parti Meclisi Üyesi Doç. Dr. Yunus Emre "Adalet için yürüyen Kılıçdaroğlu ve arkasından gelen milyonlarca insan tek bir kişi için, bir zümre ya da bir partinin mensupları için adalet istemiyordu. Aksine bütün toplum için adalet çağrısını gündeme almışlardı. Helalleşme çağrısında da Kılıçdaroğlu bir grup insana ya da bir partiye değil bütün topluma sesleniyor. Bir sonraki iktidarın değil Türkiye’nin gelecekteki tüm iktidarlarının bu temelde oluşması çağrısını yapıyor" diyor.

Türkiye son bir haftadır CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısını tartışıyor. Helalleşmek, yaratanın tanıklığında karşılıklı olarak haklarından vazgeçmek anlamına geliyor ve aslında bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Uzun bir yola çıkanlar ya da eskiye bir son verip yeni bir başlangıç yapanlar için helalleşmek bir zorunluluk bizim kültürümüzde. Helalleşme bir yandan da intikamcılığın terk edilmesi ve acılardan husumet değil ders çıkarmak demek. İnsanoğlunun soylu bir hasleti helalleşmek. Hem yüce gönüllük hem de diğerkamlık.

TARİHİ YANILGI

Yaşadıklarımız bana Victor Hugo’nun ünlü sözünü hatırlatıyor: “Tarih nedir? Gelecekte geçmişin yankısı.” Kılıçdaroğlu’nun çağrısı ülkenin geleceğiyle ilgili ama unutmamak gerekir ki tarih de bugün ve gelecek için önemli kaynaklar barındırıyor. Kılıçdaroğlu’nun çağrısının tarihsel köklerini CHP tarihi içinde bulmak da mümkün. TBMM tutanaklarının tanıklığında bir örnek olayla açıklayalım ve 1974’de kurulan CHP-MSP koalisyonunun programında yer alan bir ifadeyi hatırlatalım: “tarihi yanılgı”.
Şöyle deniyor programda:
“Cumhuriyet Halk Partisi ile Milli Selamet Partisi’nin kurdukları Hükümet ortaklığı uzun süre milli bütünlüğümüzü zedelemiş, kalkınma hamlelerimizi güçleştirmiş bazı tarihi yanılgıların doğurduğu suni ayrılıklara da son veren bir yeni dönem açmaktadır ülkemizde.”

Programda yer alan “tarihi yanılgı” ifadesiyle Osmanlı modernleşme tarihinin başlangıcından beri etkili olmuş bir karşıtlığın aşılması vurgusu yapılıyordu. Dindar muhafazakar kesimlerle ilerici aydınlar arasında bir karşıtlık kurgusu “tarihi yanılgı” ifadesiyle reddediliyordu. Türkiye’nin geleneksel değerlere bağlı kesimlerinin ekonomik gelişmeye kapalı olmadığı vurgulanıyor buna karşılık CHP’nin toplumsal farkları kültürel kimlik ve değerler üzerinden değil adalet ve bölüşüm politikaları üzerinden değerlendiren yeni politikalarının geleneksel kesimler tarafından da desteklenebileceği gündeme getiriliyordu. Bugün yapılan tartışmalara benzer şekilde “tarihi yanılgı” iddiası, barındırdığı özeleştiri nedeniyle 1974 Türkiye’sinde de hem CHP içinde hem de dışında büyük gürültü koparıyordu. Örneğin eski bir CHP’li ve eski Başbakan Nihat Erim hükümet programı görüşülürken şu görüşleri öne sürüyordu:

“Sözü edilen tarihî yanılgıların neler olduğu açıklığa kavuşturulmadığı için, öne sürülen bu iddia üzerinde şimdilik bir düşünce öne sürmeyeceğiz. Ancak bu yanılgı iddiası karşısında Hükümet açıklık getirinceye kadar ciddî endişe duyacağımızı kaydetmeden de geçemiyoruz.”
Benzer şekilde Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel de hedefine “tarihi yanılgıyı” iddiasına oturtuyordu:

“Tarihi yanılgıların ne olduğu, kimin yanıldığı meçhulümüzdür. Kim yanılmış da bu yanılmasını tashih etmiş; meçhulümüzdür. Bu sebeple ortadan kalkan tarihi yanılgı üzerinde mülahaza serdetmek güç olmakla beraber, bu yargıya varanların … evvela birbirlerini çok yadırgadıkları, sonradan da çok sevdikleri anlaşılıyor.”

Tanıdık geliyor değil mi? Bu tartışmalardan sonra Bülent Ecevit yine meclis kürsüsünden tarihi yanılgı ile neyi kast ettiklerini şöyle açıklıyordu:

“Artık, falan kimse dinine daha çok bağlı, diğeri dinin gereklerini daha az yerine getiriyor gibi mülâhazalarla siyaset alanında ayrılıklar olmayacak, ekonomik ve sosyal çıkarlara ve görüşlere göre saflaşmalar, ayrılıklar olacak. Demokraside, sağlıklı olan ayrılık budur; kalkınma halinde ve zorunluğunda bulunan bir toplumda da gerekli sataşmalar, sağlıklı fikir ayrılıkları ekonomik ve sosyal konulardaki fikir ayrılıklarıdır. Kısacası, tarihî yanılgıdan, ortadan kalkmakta olan ve büsbütün kalkmasına katkıda bulunabileceğimizi umduğumuz tarihî yanılgıdan kastımız bundan ibarettir.”
Bu uzun alıntıları bir benzerliğe dikkat çekmek için yaptım. CHP 1950’ler ve 1960’lar boyunca süren seçim başarısızlıklarının ardından bir muhasebe yapmış ve önce “ortanın solu” ardından “demokratik sol” olarak formüle edilen yeni bir doğrultu benimsemişti.

Bu yeni yaklaşım 1965’de İsmet İnönü’nün bir girişimi olarak başlamış ancak Bülent Ecevit ve Turan Güneş başta olmak üzere CHP’li siyasetçiler tarafından yıllar içinde olgunlaştırılmıştı. Temelde de siyasetteki eski karşıtlıkları ortadan kaldırmayı ve sosyal adaletsizlikleri merkeze alan yeni bir siyaseti inşa etmeyi hedefliyordu. Bu başarılabildiği için CHP 1970’lerde birinci parti oldu. Ayrıca bugün gündemde olan helalleşme ve özeleştiri tartışmalarında Turan Güneş’in 1960’ların başında Yön Dergisi’nde yayınlanan Demokrat Parti ve CHP üzerine yazılarını ve Bülent Ecevit’in özellikle “Atatürk ve Devrimcilik” kitabında ortaya koyduğu görüşlerini hatırda tutmak gerekiyor. Yine Ecevit tarafından 12 Mart döneminde yayınlanan Özgür İnsan dergisinde yürütülen tartışmalar da bu kapsamda unutulmamalı. Bu görüşler karşısında konumlanan -daha sonra CHP’den ayrılacak olan- Nihat Erim, Kemal Satır ve Turhan Feyzioğlu gibi politikacıların iddialarıyla bugün Kılıçdaroğlu’na yöneltilen eleştirilerin benzerliği dikkat çekici. Bu çerçevede CHP’nin ekonomik ve sosyal sorunları gündeme getirme girişimleri karşısında CHP’nin rakibi partilerin eski karşıtlıkları diri tutma gayretleri Victor Hugo’nun yukarıda aktardığımız “tarih geçmişin gelecekteki yankısıdır” sözünü akıllara getiriyor.

Bugün de Ak Parti ve MHP tarafından Türkiye’nin tarihinden karşıtlıklar çıkarılarak mevcut adaletsizliklerin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Etnik ve dini kimlikler üzerinden siyasetin kutuplaştırılmasından iktidar fayda umuyor. Bu yolla hem adaletsizliklerin üzerini örtüyor hem de başarısızlıkları yerine kimlik siyaseti tartışmalarıyla gündemi esir alıyor. Oysa vatandaşlarımız zorlu koşullar altında bir hayat sürüyor. Esnaf, memur, çiftçi, öğrenci, işsiz, emekli bütün vatandaşlarımız ağır sorunların pençesinde. Ama bu sorunlar siyasetin gündeminde değil. Çünkü iktidar geçmişten devralınan olaylar, semboller ve ayrılıklarla toplumu bölüyor ve bu çatışmalara dayalı olarak ve duyguları harekete geçirerek desteğini sürekli kılmaya çalışıyor.

Oysa insanların tek kimlikleri, inançla ya da etnik köken ile ilgili değil. Birçok sorun var hayatın içinde ve bu sorunlar da birer kimlik aslında. Engelli olmak, işçi olmak, emekli olmak, öğrenci olmak. Ama bu kimlikler gündem olamıyor ve bu nedenle de Türkiye’de siyasetin konusu haline gelemiyor.

Bu şartlar içinde yıllar geçiyor ve Türkiye’nin sorunları tartışılamıyor. Tartışılamayan sorunlar gitgide ağırlaşıyor. Bu fasit daire içinde ülkemiz buhrandan buhrana sürükleniyor. Demokrasi, ekonomi, dış politika, eğitim ve toplumsal huzur başta olmak üzere Türkiye’nin gerçek sorunlarının yerine kimlik siyasetleri siyasi tartışmanın merkezine oturuyor. Bu durum belki Ak Parti’ye seçim kazandırıyor ama Türkiye’ye çok şey kaybettiriyor. Türkiye’nin geleceğine odaklanan ve çözümleri tartışan bir siyaset, iktidar geçmişi esir aldığı için inşa edilemiyor. Helalleşmeyi başarmak en başta böyle bir kapıyı açacağı için ülkemizin geleceği açısından büyük önem taşıyor.

Tekrar ifade etmekte fayda var. Kısır çekişmeler ve kimlik siyasetleri etrafında yükselen kutuplaşma ortamı ülkemizin geleceğini esir alıyor. Bunun yanında Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği helalleşme çağrısının nasıl bir ortamda yapıldığını da unutmamak gerekiyor. Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli hemen her gün CHP’ye dönük suçlamalarını hakaretlerle tahkim ediyor. İktidara yakın basının yirmi yıllık iktidar süresinin sonunda önerebildiği “demokratik çözüm” CHP’nin kapatılması! İktidarın ve Kılıçdaroğlu’nun ne yaptıkları karşılaştırmalı olarak tahlil edildiğinde fark açıklıkla görülüyor. İktidar ülkede düşmanlık yaratabilirse konumunu koruyabileceğini düşünürken Kılıçdaroğlu bütün topluma helalleşme çağrısı yapıyor.

ÇAĞRI BÜTÜN TOPLUMA

Kılıçdaroğlu uzun yıllardır kardeşlik köprüleri kurmaya çalışıyor. Roboski’de yaşanan acıları sayısız defa gündeme getiren Kılıçdaroğlu’ydu. “Başörtülü üniversite öğrencileri kampüs kapılarından dönmesin” diyen ve bu tutumu Ak Parti tarafından göreve getirilen dönemin YÖK Başkanı tarafından “takdire şayan” bulunan da Kılıçdaroğlu’du. Bütün eleştirileri göze alarak Erbakan’ı Anma Gecesine katılan ve orada son derece birleştirici bir konuşma yapan da Kılıçdaroğlu’du. Örnekler çok. Bu olayların ışığında Kılıçdaroğlu’nun çağrısını geniş kitleler nezdinde muteber kılan da samimi olduğuna duyulan güven.

Bunların yanında Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısının başlangıç noktası olarak Adalet Yürüyüşü’nü tespit etmek gerekiyor. OHAL koşulları istismar edilerek yapılan anayasa değişikliği, Enis Berberoğlu’nun tutuklanması ve Türkiye’nin bir baskı ortamına sürüklenmesi koşullarında başlayan yürüyüş Cumhuriyet tarihinin en büyük demokratik karşı koyuşu.

Adalet Yürüyüşü demokrasi tarihimizde özel bir yere sahip. Kılıçdaroğlu’nun 25 gün süren yürüyüşü ile helalleşme çağrısının en önemli ortak özelliği muhatabının bütün toplum olması. Adalet için yürüyen Kılıçdaroğlu ve arkasından gelen milyonlarca insan tek bir kişi için, bir zümre ya da bir partinin mensupları için adalet istemiyordu. Aksine bütün toplum için adalet çağrısını gündeme almışlardı. Helalleşme çağrısında da Kılıçdaroğlu bir grup insana ya da bir partiye değil bütün topluma sesleniyor. Bir sonraki iktidarın değil Türkiye’nin gelecekteki tüm iktidarlarının bu temelde oluşması çağrısını yapıyor. Temelde şunu öneriyor: iktidar gücünü eline alanlar devletin imkanlarını ve zor aygıtlarını kullanarak zulüm yapmasınlar, yapamasınlar.

Bu bahse tekrar dönmek üzere Türkiye’de bir durumu tespit etmek gerekiyor. Ülkemiz özellikle 2017 anayasa değişikliği ile demokratik bir ülke olmaktan çıktı. Tek adam rejimi kendini anayasa değişikliğiyle de tahkim ederek otoriter bir yönetimi Türkiye’de kurmuş oldu. Ancak Türkiye’nin dünyadaki otoriter ülkelerden temel bir farklılığı mevcut. Ülkemizde bütün sorunlarına rağmen güçlü bir muhalefet var. CHP ve Kılıçdaroğlu demokrasi ortak fikri etrafında bir araya gelen muhalefet kesimlerine önderlik ediyor. Bu demokratik muhalefet son yerel seçimlerde rüştünü ispat etti. Bugün de gerçekleşecek ilk seçimlerde içinde bulunduğumuz karanlık döneme bir son vermeye hazırlanıyor. Muhalefetin başarılı olabilmesinin yegane yolu en geniş demokratik birlikteliği sağlamaktan geçiyor. Bu nedenle helalleşme, demokratik birlikteliğin bütün toplumu kapsayacak şekilde oluşması için bir zorunluluk. Bu açıklamayı yaptıktan sonra iktidarı eline geçirenlerin zulme yönelmesi konusuna geri dönelim.

YARALI TOPLUM

İktidar gücünü eline alanların zulme yönelmesi hakkında Kılıçdaroğlu önemli bir teşhis yapıyor. Şöyle diyor Kılıçdaroğlu:

“Ülkemiz, yaralı insanların ülkesi. Farklı topluluklar çok farklı yaralar taşıyor. Bu kadar ağır yaralarımız var ki, ruhlarımız acı çekiyor. O kadar incinmişiz ki, hiçbirimiz geleceğe bakamıyoruz. Her iktidara gelen de bu yaraları kullandı. Tarihimizde de bunu en çok AK Parti hükümetleri yaptı. İnsanları birbirine düşürdü, nefreti körükledi. Bir grup insan zenginleştikçe zenginleşti.”
İmparatorluk bakiyesi bir toplum olarak hem Osmanlı devrinde hem de Cumhuriyet döneminde büyük başarılarımız olduğu gibi büyük travmalar da yaşadık. Ancak marifetin bu acıları yarıştırmak değil birbirimizi anlamak olduğu sonucuna bir türlü ulaşamadık. Aslında modern dönemde bütün toplumların büyük acılar çektiği özel dönemler yaşanmıştı. Sömürgecilik anıları, savaşlar, iç savaşlar, soykırımlar, katliamlar insanlık tarihinin kara sayfaları. Ancak uygar uluslar Avrupa bütünleşmesinde olduğu gibi savaş ve çatışmaların içinden refah ve uyumu üretmeyi bildiler. Ayrıca demokratik işleyiş sayesinde büyük toplumsal yarılma ve yaraları gidermeyi başardılar.

Bugün ülkemiz demokratik işleyişin en büyük meyvesinden mahrum durumda. Demokrasi, iktidarın serbest seçimlerle el değiştirmesi ve örgütlenme özgürlüğü sayesinde toplumları bütünleştirir. Dışlanan ya da kendini dışlanmış hisseden toplum kesimleri demokrasinin sunduğu fırsatlar sayesinde toplum tarafından içerilir. Evet kesin kuraldır: demokrasi toplumu bütünleştirir.
İsveçli sosyal demokrat Başbakan Albin Hansson demokrasiyle idare edilen toplumu “halkın evi” olarak tanımlamıştı. Nasıldı halkın evi? Hansson’a göre halkın evinde üvey evlat olmazdı. Zengin-fakir, yöneten-yönetilen, ayrıcalıklı-ihmal edilmiş, mülk sahibi-mülksüz ayrımları da olmazdı halkın evinde. Buna karşılık halkın evinde eşitlik, anlayış, işbirliği ve yardımseverlik olurdu. Ne yazık ki “yalnız ve güzel ülkemizi” halkın evi yapamadık. Yaralarımızı saramadık. Türkiye’yi “yaralı insanların ülkesi” olmaktan çıkaramadık. CHP, Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak iddiasıyla aslında Türkiye’yi “halkın evi” yapma amacında. Bunu başardığımızda yaralarımızı sarabileceğiz, bunu başardığımızda yurttaşlarını dışlamayan aksine toplumu bütünleştiren yeni bir Türkiye’yi yaratmış olacağız. Demokrasi en başta bunu başarmak yani yaralı toplumu ortadan kaldırmak için gerekli.

MESELE İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ Mİ?

Kılıçdaroğlu çok haklı: meselemiz bir iktidar değişikliği değil. İktidarı devralmak yetmiyor. İktidarın bir sopa olmaktan çıkarılması gerekiyor. Mesele iktidar değişikliğinden çok daha derinde. İktidarı eline alanın “ben yasa tanımam”, “anayasa tanımam”, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tanımam”, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tanımam”, "mahkeme kararını tanımam” demesi. Karşı karşıya bulunduğumuz problemin özü bu.

Şüphesiz ki iktidarda bulunanların kendi taraftarlarına türlü ayrıcalıklar sunduğu ve kendine karşı olanları dışladığı zihniyeti de terk etmek gerekiyor. İktidarı alanlar iktidarda bulunmaktan sadece ayrıcalıkları bölüşmeyi anlıyorlar. Büyük ozanımız Aşık Mahzuni başka bir amaçla söylemiş olsa da bir deyişinde şöyle diyor: “Bu yaylada ikimizin hakkı var. / Neden olsun sümbül senin kar benim.” Yaylayı memleket olarak düşünelim. Bu memlekette hepimizin hakkı var. Birilerine yaylanın en güzel nimetlerinden olan sümbül düşüyorsa ve geniş çoğunluğun elinde sadece kar kalıyorsa böyle bir toplum nasıl ayakta kalır?

Türkiye bu karanlık manzarayı hak etmiyor. Cumhuriyeti tekrar kimsesizlerin kimsesi yapacak bir vizyona ve yeni bir başlangıca ihtiyacımız var.

Yurttaşlarımız şunu bilsin: bizim kimseye düşmanlığımız yok. Düşmanlıkla Türkiye’yi idare etmek istemiyoruz. Kollarımızı açtık. Dostlukla, kardeşlikle, sevgiyle Türkiye’yi daha iyi bir geleceğe taşımak istiyoruz. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı düşmanlığı ortadan kaldırmayı, kardeşliği hakim kılmayı hedefliyor.

ZOR KARAR

Kılıçdaroğlu konuşmasında Mevlana’nın ünlü deyişini hatırlatmıştı: “Dünle birlikte gitti cancağızım ne varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”. Kılıçdaroğlu’nun yeni bir yola çıkmak olarak tanımladığı şeyi başarmak gerçekten kolay değil. Zorlu bir görev. Ama bu durum Mevlana’nın başka bir deyişini de hatırlatıyor. Şöyle buyuruyor Hazreti Mevlana: “zor diyorsun, zor olacak ki imtihan olsun”. Ama Kılıçdaroğlu bu zorlu imtihanda yalnız değil. Biz bütün CHP’liler de zorlu bir imtihanla karşı karşıyayız. Bir karar vermek durumundayız. CHP’liler olarak şuna karar vermeliyiz: ya “öteden beri çok haklı olduğumuzu” düşünerek “bu haklılığın verdiği güçle” yıllardır sürdürdüğümüz muhalefet görevine devam edeceğiz! Ya da Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şeyi başararak “demokrasi fikri etrafında büyük bir uzlaşmayı sağlayarak” bu karanlık dönemi sona erdireceğiz. Zorlu bir karar, zorlu bir imtihan.

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir